14 Aralık 2019 Cumartesi

Alınamayan Laptop




Ön Bilgi: Bu yazı; ne ülke ile ilgili, ne sanatla, ne sporla, ne de hukukla. O nedenle etiketsiz bir yazı oldu ve ilk kez bir yazıma hangi etiketi yerleştireyim, karar vermek mümkün olmadı. Zaten yazıda da bir karar verememe hali var.

Efendim bendenizin en önemli hobilerinden biri, laptop bakmak. Sürekli olarak laptop bakıyorum, çok da anladığımdan değil aslında ama, onun şu özelliği varmış, bunun bu özelliği varmış, o iyi ama RAM’i düşük, bu kötü ama çözünürlüğü çok iyi, yok SSD, yok HDD derken, kendi çapımda bu konularda kafa yoran biri haline geldim.
Son dönemde bu uğraşın artmasının sebebi de, beş buçuk yıldır kullandığım, aynı zamanda tablet olarak da kullanılabilen, ama benim hiçbir zaman tablet gibi kullanmadığım laptopun iyice yaşlanmasıydı. Yüksek lisans tezime evde iyice yoğunlaşmam gerektiğinde, laptopum iyice hantallaştı ve sonrasında yeni laptop acil ihtiyaç haline geldi. Neredeyse teze her ekleme için ekstra 10-15 saniye laptopun kafasının gelmesini bekledim.
Beş buçuk yıldır kullandığım bilgisayarın özelliklerini yazmayacağım. Ancak beni beş buçuk yıl götürmesine rağmen çok özellikli bir bilgisayar değildi. Sadece ben, diğer kişisel eşyamda olduğu gibi, bunu da hor kullanmamaya gayret ettim, hepsi bu. Mesela beyaz bir halı saha kramponum vardı, sol tekini neredeyse hiç topla buluşturmadığımı, o tekin sağa göre daha beyaz olduğunu söyleyebilirim (esasında burada hor kullanmamadan ziyade özeleştiri var da, neyse).
Diyeceğim o ki; beni herhangi bir laptop en az 4-5 yıl götürür, özelliği pek de mühim değil. Ama “bu kez iyi olsun, şusu şöyle olun, busu böyle olsun” diye uğraştığımdan, yaklaşık iki yıldır değişik yoğunluklarla laptop bakmakta ve o laptopu alamamaktayım.
Teze yoğunlaşma dönemimdeyken, ofisimin yakınında bulunan bilgisayarcıya gittim, “bana bir laptop” dedim. Baktık, ettik derken, birinde karar kıldım. Dedim herhalde haftaya alırım. Bu arada internetten laptop araştırmaya, özelliklerine, fiyat/performans dengesine bakmaya devam ediyordum. Bir cuma akşamı evimde otururken, karar kıldığım laptopun 600 TL indirime girdiğini gördüm. Hemen verdim siparişi.
Laptopum geldi, gayet nazik, klavye sesi tatlı, gülüşü ince, kıvrak, şen bir laptoptu. Hatta ofiste kullandığım sessiz faremi, ev için de satın aldım ki, yeni laptopa yeni sessiz fare eşlik etsin. Laptopu birkaç gün kullandım, kullanımında sıkıntı yok, gayet iyi; ancak enteresan bir şekilde laptopun, kapalıyken şarj yediğini gördüm. Bu yeme, öyle “%75’ken kapattım, açtığımda %73-74’tü” değil. Sabah evden çıkıyorsun %60, akşam eve geliyorsun %50. Ben de tabii, laptopu tamire verdim. O tamirat üç hafta sürdü. Hatta tamiratın bittiği haberi gelmeden ben gittim bilgisayarcıya, hayırdır diye. “Gelen bilgi, donanımdan kaynaklı sorun olmadığı yönünde, ama tekrar sorduk cevap bekliyoruz” dediler. Yani bilgisayar markasının teknik servisi, “sorun yok, kullanıcı şaabıyo” demiş. Ben de madem öyle, süre de kaçmadı, cayma hakkımı kullanıyorum dedim ve caydım. Param iade edildi. Hatta internette de şikayet ettim firmayı. Firma, sizi arayacağız dedi, aramadı. Tamirattı, caymaydı derken bir ay gitti.
Neyse, yeni laptopsuz hayatıma devam ettim. Yanlış anlaşılmasın, yeni ve laptopsuz hayat değil; yeni laptopsuz hayat. Yani laptopum var, ama yeni laptopum yok. Yeni laptopum olmayalı da çok oldu. Zaten o sürede tezi bitirdim bir şekilde. Ancak yalan yok, o yeni laptopla, daha doğrusu, artık eski olan yeni laptopla teze birkaç ilavem oldu. Yaklaşık 50-60 vuruşum olmuştur.
Şimdi tez de bittiği için acil bir laptop ihtiyacım yok, ama aramaya devam ediyorum. Arada ofisin yakınındaki bilgisayarcıya uğruyorum. Hatta bana bilgisayarcı ağabeyler, o artık eski olan yeni laptopumu öneriyorlar. “O laptop ne diye soran olursa, eski bir tanıdık dersin ağabeyim” diyorum, ilgilenmiyorum. Sağda solda gördüğüm laptopları tutup kaldırıyorum, bu hafifmiş, bu ağırmış diye. Park eden araca bakıp, “kaç basıyo bu” diye hız göstergesine bakan velet gibiyim.
Aklıma yatan laptopların kodlarını kopyalıyorum. Telefonumdaki not defterim kodlardan oluşan bilgisayar modellerinden müteşekkil: CORE i5’ler, MX150’ler, W10’lar, 8565U’lar… “Şunun şu özelliği olsaydı kesin alırdım” diyorum, sonra bakıyorum, o özellikli olanını da buluyorum; ama o zaman da, “biraz fiyatı insin” diyorum. “Şarjı çabuk bitmesin”, “hafif olsun”, bunlar da gayet önemli benim için. Hafif olmasının aslında pratikte çok bir faydasını da görmeyeceğim, çünkü genelde evde takılıyorum. Ama olsun, hafif olsun. Şarjı da hemen bitmesin, çok önemli.
İnternette bazı laptoplar için siteye not düşüyorum, “fiyatı düşünce haber ver” ve “stoğa gelince haber ver” şeklinde. Eminim ki, o laptopun fiyatı da düşse, diğeri stoğa da gelse, o laptopları almayacağım.
Bende laptop iflah olmaz bir arayış haline geldi. Ben laptop almayı değil, laptop bakmayı seviyorum. Bana laptop baktırın, gideyim, “aa bunun tipi ne güzelmiş, kaç RAM diye” sorayım. Laptopun RAM’i iyi, çözünürlüğü kötü olduğunda, “çözünürlüğü iyi olsaydı alırdım” diyeyim. Çözünürlüğü iyi olanı çıksın, almayayım.
Başta yazdığım gibi karar verememe de değil sanki bu durum, karar vermeyi istememe. Bir akşam gaza geldik, indirimdi şuydu buydu diye. Aldık, ne oldu. Demek ki karar verince de olmuyor.
Sonuç olarak aklımda 5-6 laptop. Duruma göre almayı düşüneceğim. Alacağım demiyorum, almayı düşüneceğim. Elimde beş buçuk yıllık laptop, arada takılıyorum, bloğa yazı yazıyorum, Twitter, YouTube takılıyorum.
Öte yandan, salondaki sehpanın altında sessiz farem sessizce kullanılmayı bekliyor, halinden pek de memnun görünmüyor. Yedek kulübesindeki potansiyelli sağ açık gibi görev için can atıyor. Ama görev vermiyorum, yeni laptopu alınca görev vereceğim ona. Ferdi Kadıoğlu muamelesi yapıyorum yalnız ve güzel fareme.
Umarım bu satırları, bir ruh hastasının abuk sabuk takıntısı olarak yorumlamamışsınızdır. Anlayışınız için teşekkürler…
Bu yazıya fotoğraf olarak ancak Dijital Binali ve Laptop Recai yakışırdı. Baykal Kent’i saygıyla anıyor, VJ Bülent’e uzun ömürler diliyoruz.

29 Kasım 2019 Cuma

Kocaman Yanalım, Kocaman Yalanım


Uzun zamandır yazmayı düşündüğüm bir Ersun & Aykut yazısını yazmanın zamanı geldi, hatta geçti bile. Keşke o kadar gecikmeseydim de, Ersun Yanal için işler kötü giderken yazan biri olmasaydım diye de hayıflanıyorum bir yandan. Çünkü Ersun Yanal & Aykut Kocaman mukayesesi ile ilgili birkaç şeyi önceden söylemek daha muteber olurdu benim açımdan. Olsun, söz uçar yazı kalır, geç de olsa başlayalım.
Öncelikle Ersun futboluyla Aykut futbolu arasındaki farkı, 2012-2013 ve 2013-2014 sezonlarını tribünde, hem de aynı yerden takip ettiğim için gayet iyi biliyorum. Zaten o iki yıla ait lig puan tablolarından ve sonucundan da anlaşılıyor bu fark. 2012-2013 sezonundaki ile aşağı yukarı aynı kadronun 2013-2014 sezonunda Ersun Yanal’la şaha kalktığını, ondan dolayı taraftarların kendisine ayrı bir sempati beslediğini, hatta benim de onlardan biri olduğumu söylemem yanlış olmaz. Ancak bazı abartılardan da uzak durmak lazım.
Tu kaka edilen 2012-2013 sezonunda Fenerbahçe, UEFA Avrupa Ligi’nde yarı final oynamış ve türlü şanssızlıklarla (sakatlık, ilk maçta farkın ve penaltının kaçması vs.) finali kaçırmış takımdı. “Gönüllerin şampiyonu”, “gönüllerin finalisti” gibi kavramların futbolda yeri yok; ancak o sene, Avrupa’da başarısı sınırlı takımımızın kıl payı o finali ve kupayı kaçırmasının takım ve taraftarları için bir anlamı olmalı. Nasıl ki 2007-2008 sezonunda Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek final oynadığımız ve efsane olarak görülen takım, o sene şampiyon olamamasına rağmen taraftarlarca iyi hatırlanıyorsa (şampiyon olamaması sonucu hocamız Zico kovulmuştu); 2012-2013’te Avrupa’da başarılı olan takımın yerin dibine sokulması ve 2013-2014 için methiyeler düzülmesi pek mantıklı gelmiyor.
2013-2014 için bir hususu daha eklemek lazım: “Nisanda şampiyon olduk” geyiğinin yegâne sebebi, ligi o sene ikinci bitiren Galatasaray’ın 34 maçta sadece 18 galibiyetinin ve 65 puanının olması. O sene rakiplerinden farklı olarak, Avrupa’da mücadele de etmeyen ve kutsanan Fenerbahçe’nin ise o sene attığı gol sayısı 74, topladığı puan da 74.




Örneğin, “defansçı”, “yan pasçı” Aykut Kocaman’ın Fenerbahçe’de son dönemi olan ve yerden yere vurulduğu 2017-2018 sezonunda takımın attığı gol sayısı 78, topladığı puan 72.



Ersun önce hücumcu, Aykut önce savunmacıdır tamam, bunu bir an için kabul edelim; ama “Nisanda şampiyon”, “Fener Ersun’la uçuyor” vs. bunlar işin magazinsel tarafı. 2013-2014 sezonunda Fenerbahçe 23 galibiyetle şampiyon olmuş, yani öyle bir sürklase durumu yok ortada (ondan sonraki sene Galatasaray 24, sonra Beşiktaş 25 galibiyetle şampiyon olmuşlar).
Madem “yaldır yaldır” şampiyonluk örneği verilmek isteniyor, o halde yine Aykut Kocaman’ın çalıştırdığı dönem olan 2010-2011 sezonundan bahsedelim: Atılan gol sayısı 84, puan 82, galibiyet sayısı 26.



Yine Fenerbahçe’nin Avrupa’da mücadele etmediği Mustafa Denizlili 2000-2001 sezonunda da (“Mustafa Denizli, rezil ettin sen bizi” tezahüratından 1 sene önce), takım 82 gol atmış, 76 puan toplamış ve 24 galibiyetle şampiyon olmuş.
Tabii bunlar Ersun Yanal’ın 2013-2014 sezonunda oynattığı güzel ve heyecan verici futbolu ve seyir zevki açısından 2012-2013’ü geride bıraktığını gölgelemesin, benim de amacım bu değil zaten. Ama 2013-2014 şampiyonluğu yukarıda bahsettiğim kadardır, fazlası değildir.
Peki, yukarıdaki bilgilere niye yer verme ihtiyacı hissettim. Şu Twitter ve yorumcu kirliliğinden gına geldi artık, ondan. Bir dönem Sabri tu kaka edilirdi, bir dönem Selçuk Şahin, biliyorsunuz. Bu “popüler geyikleri”, “yan de yanalım”ı, Aykut Kocamanlı yıllarda geçen “Kocaman çöküş”, “Kocaman dert” veya “Kocaman galibiyet” vs. haberleri bırakalım.
Bu sene Ersun Yanal’ın oyun anlayışı ile 2013-2014 oyun anlayışının Allah’ı bir. “Kadro bu, ne yapayım” değil mesele, takım gerideyken sahaya ofansif oyuncu yerine, defansif oyuncu süren hocanın, takımı bir “ön libero takımı” haline getirmesi, hem kendini, hem de kendisini takıma neredeyse transfer eden taraftarı inkar etme anlamını taşıyor. Yine Aykut Kocaman’ın sözde Valbuena ve Alex takıntısı ve sahaya sürekli Aatıf’ı sürmesinin benzeri, Ersun Yanal’da da var (örneğin Zajc ve Ferdi’nin hiçbir surette oynatılmaması; yedekte o kadar adam dururken sürekli Alper’e yer verilmesi ve Tolga Ciğerci’nin başka oyuncular varken kanatta oynatılması).
Günümüze bakalım, Fenerbahçe’nin bu sezonki durumu şu şekilde: 12 maç, 6 galibiyet, 21 puan. Zaten güzel ve hak edilen olmakla birlikte fazla abartılan bir şampiyonlukla bu takıma geldi Ersun Yanal, ona uygun hareket etmeli. Yoksa ikinci bir veda uzakta değil.
Peki veda durumunda, çare kimde? Çare; futbol dünyasında saygı ile karşılanan, futbol görüşü ve kültürü olan, olgun, komplekssiz ve kaprissiz, kucaklayan bir teknik direktörde. Tıpkı Zico gibi. Zico ki, takımda tüm futbolcuları babacanlığıyla bir arada tutabilmeyi başardı, belki de en önemli meziyeti oydu. Yoksa ne çok iyi bir taktisyen, ne çok iyi bir oyun okuyucuydu.
Hadi Zico demişken bir bilgi daha vereyim. Fenerbahçe o bahsettiğim 2007-2008 sezonunda 02.04.2008 tarihinde Chelsea’yi Kadıköy’de yenerken, ilk 11’inde Vederson, Önder Turacı, Uğur Boral ve taraflı tarafsız herkesin dalga geçtiği Maldonado vardı. Chelsea’nin kadrosunu ise aşağıda görebilirsiniz.



Şampiyonlar Ligi’nde o sezon, gruplardaki ilk maçımız olan ve Kadıköy’de 1-0 kazandığımız Inter maçında da, rakip forvet Ibrahimović’ti, takımın yedeklerinde de Figo ve Crespo vardı.
Sonuç olarak; internet geyikleriyle, Ersun/Aykutla, Nisan/Mayısla, hakem/VAR’la zaman kaybedecek lüksümüz yok. Olumluları baz alalım, ama abartmayalım, vasata da sırf çevirelim (vasat oyuncu/iyi niyetli oyuncu/kaliteli oyuncu konularını bir ara işleyeceğim). Bizi kalitesiyle ileriye taşıyacak futbolculara, bu mümkün olamıyorsa, kalitesiyle ileriye taşıyacak hocalara ve futbol insanlarına ihtiyacımız var; geyiklere yok.
Özetle; heyecan, keyif ve başarı o 7140 metrekarelik alanda, oraya odaklan. Zor, ama imkansız değil.

31 Ekim 2019 Perşembe

The Kominsky Method



Uzun uzadıya, hatta hiç uzadıya yazmayacağım. “The Kominsky Method” dizisi önerimdir.
Her bölümü yaklaşık 25 dakikadan oluşan, orta yaşı geçkin, hatta ileri yaşı da geçkin iki dostun hikayesi anlatılan. Kara delikler, tanımlanamayan canavarlar vs. yok; son derece hayattan, son derece içten. Netflix’in, biyografik diziler dışında belki de en gerçekçi dizisi. İkinci sezonu da Netflix’e koyuldu. Çerez gibi izlenir.
Michael Douglas ve Alan Arkin başroldeki delikanlılar. İzlerken, bizimkilerin yaşı daha genç ama; olur da Türkiye’de çekilirse Haluk Bilginer’le Mazhar Alanson ne iyi gider diye düşünmedim değil. İkisi de, karakterlerin özelliklerine uyuyor zira. Zaten bana göre Haluk Bilginer tip olarak da bir Douglas.
Neyse izleyin, pişman olacağınızı sanmıyorum.

27 Eylül 2019 Cuma

Bir Derbi Öncesi Yazısı: Bizim Güzel Ön Liberolarımız



Bu kez sezon başı yazısı yazmadım; ama malum derbi öncesi yapacağım açıklamalar da, bir nevi sezon başı dertlerimin bir tezahürü olacak.
Derbi maçından futbol kalitesi açısından beklentim olmadığını, yukarıda yer alan fotoğraftaki gibi maçta kaosun hakim olacağını ve maçın sonunda verilen verilmeyen kararların, gidilen gidilmeyen VAR’ların konuşulacağını tahminim olarak belirteyim.
Gelelim derbi öncesinde takımımızın (bilgisayarlarını yeni açanlar için söylüyorum, Fenerbahçe’mizin) durumuna… Maçta kimlerin oynayıp kimlerin oynamayacağına değinmeden önce, sakat oyuncularımızın son durumlarına göz atmak gerekecek.
Biliyorsunuz (veya bilmiyorsunuz) takımımız, bundan önceki maçlarında ideal beklerinden yoksun ve en az bir stopersiz çıktı maçlarına.
Yönetimimiz geçen sene iki sol bekli kadrosunda bir sol bekle yollarını ayırdıktan sonra başka bir sol bek transfer etmediğinden ve ideal sol bekimiz de sakat olduğundan, sol bekimiz esas yeri sol bek olmayan bir başka oyuncudan seçildi sezon başında.
O devşirme sol bek de, geçen sene genelde sağ açıkta oynayan, sağ bekte de oynayabilen oyuncuydu. İlk sağ bekimiz de sakat olduğundan ve ikinci sağ bekimiz olan esasında sağ açık oyuncuyu yukarıda anlattığımız üzere sol bekte kullandığımızdan, sağ bek pozisyonunda da bu kez, esas yeri ön libero olan ve geçen senenin yarısında bir Anadolu takımına kiralık verdiğimiz bir oyuncu oynadı. Esasında üçüncü bir sağ bek de vardı, ama genç ve tecrübesiz olduğundan bu maçlarda onu değil, bu ön liberoyu tercih etti hocamız. Böylelikle takımın sol bekinde esas yeri sağ açık/sağ bek olan, sağ bekinde de esas yeri ön libero olan oyuncu oynadı. Sakat sağ bekin derbiye yetişip yetişmeyeceği belli olmamakla birlikte oynaması bekleniyor; sol bekte ise ikinci sağ bek (esasında sağ açık oyuncu) oynayacak gibi duruyor. Esasında bir anlamda "dominospor" gibiyiz; sol bek iyileşse sol bekte sol bek özellikli oyuncu oynayacak, sol bekte emaneten oynayan sağ bek/sağ açık oyuncu da, sağ bekte, yani kendi yerinden birinde oynayabilecek, sağ bekteki ön libero da ön liberoda oynama şansını elde edebilecek. Şimdi bu ihtimal gözükmüyor, devam edelim...
Stoper mevkiinde kimlerin oynayacağına gelince; takımımızda geçen sene üç stoperimiz vardı. Ancak bu arkadaşlardan birini (o da yeni transferdi) geçen sene devre arasında kiralık verdiğimizden, ikisinin sözleşmeleri de geçen sezon sonunda bitecek olduğundan ve bu üçünden verim alınamadığından, geçen sezonun devre arasında iki yerli stoper de alındı. Yani geçen sezonun ikinci yarısı itibariyle, biri kiraya verilen beş stoperimiz olmuş oldu, ancak sezon sonunda o iki stoperin sözleşmelerinin bitmesiyle, o kiralık da yeniden kiralanınca halihazırda iki stoperimiz kalmış oldu. Ancak kalan stoperlerden biri yetersiz, diğeri de müzmin sakat olduğu için ve bu ikiliyle bir sezon bitirilemeyeceği için, iki yabancı ve kaliteli stoper alınması yönünde kanaat oluşturuldu. Bunlardan biri önce alındı ve oynayabilecek tek stoper olduğu için direkt kadroya girdi (ondan henüz verim alınamadı); diğeri ise hiç hazır olmadığı için oynatılamadı (sadece geçen hafta ilk yarıyı oynadı ve golü yediren de o oldu, zaten ligin ikinci haftasından sonra transfer edildi o arkadaş). Öyle olunca o (sözde) hazır stoperin yanı boş kaldı ve oraya da bir ön libero koyuldu. Ancak o ön libero da hatalı goller yedirdiği için soru işareti olmakla birlikte, onun yerine oynayacak stoperler de kötü olduğundan, o ön liberonun yeri artık stopermiş gibi oldu. Derbide de o ön liberonun stoperde oynaması bekleniyor.
Bu arada geçen sezon hiç oynamamış, ancak fizik gücü ve koşu mesafesi açısından yeterli olan, hafta sonu maç yapacağımız takımda bir dönem oynamış ön liberomuz iyileşti, bu sene maçlarımızda oynuyor. Geçen sezonun ikinci yarısında bir Anadolu takımına kiralık verdiğimiz ve yukarıda sağ bekte kullandığımızı söylediğimiz ön liberomuz takımda. Yine geçen sezonun devre arasında bir başka büyük takımdan transfer ettiğimiz bir ön liberomuz daha var. Bunun yanında, takıma ağabeylik yapmasını istediğimiz ve eski kaptanımız olan ön liberomuzla tekrar anlaşıldı. Bu arada transfer sezonu bitmeye yakın bir ön libero daha alındı (hatta bu ön libero, eğer diğer ön libero derbide stoperde oynamazsa, onun yerine stoper oynayacak ön libero).
Gelelim açık kanat oyuncularına. Sağ kanatta etkili olduğu, adam geçebildiği söylenen fuleli arkadaşımız, ligin ilk haftasında; sol kanatta etkili olduğu, adam geçebildiği söylenen bir diğer fuleli arkadaşımız ise bir önceki hafta sakatlandı. İlk oyuncumuz derbiye yetiştirilmeye çalışılıyor. Ancak sol kanattaki arkadaşın, eski takımına karşı oynayamayacağı kesin. Bununla birlikte sol açıkta da alternatif yok. Hocamızın geçen sene oynayamayan, sakatlıktan yeni çıkmış o güçlü ön liberoyu sol açıkta eski takımına karşı sahaya sürmesi muhtemel. Yani stoper ve ilk sağ bek iyileşmezse sağ bekte oynayacak ön liberoların yanında, sol açıkta da ön liberonun oynama ihtimali var.
Bir ihtimal daha var: Sol açıkta ön libero özellikli o arkadaş tercih edilmezse, 10 numara pozisyonunda oynayan arkadaş sola geçebilir, o 10 numaranın yerine de bir ön libero koyulabilir.
Santrforumuz hamdolsun kendi yerinde oynayacak; o da sakatlanır veya cezalı duruma düşerse, transfer sezonunun son günlerinde alınan yerli veteranın ne yapacağı belli değil. Bir de kendi yerinde oynadığı söylenen genç kalecimiz var. Nasıl bir performans sergileyeceğini merak ediyorum.
Şampiyonluk hedefleyen ve hedeflemek zorunda olan takımın Eylül sonu, zorlu deplasman öncesi durumu bu.
Sakat oyuncuların kaçı iyileşir, kaçı hazır olur, kaçı oynar ve sahaya kaç ön libero menşeli oyuncu çıkar, bekleyip göreceğiz. Hayırlı derbiler…

31 Ağustos 2019 Cumartesi

Beccaria vs. Erdoğan


“Egemenlik ve yasalar, her bireyin özel özgürlüğünün küçük parçalarının yalnızca bir toplamıdır. Egemenlik ve yasalar, bireylerin iradelerinin birleşmeleriyle oluşan genel iradeyi temsil eder. Böyle bile olsa, kendini öldürme yetkisini başka insanlara bırakmayı kim ister ve kim göze alır ki? Bütün değerler arasında en büyüğü, en kapsamlısı, en üstünü olan insan yaşamı, her insanın özgürlüğünün küçük bir özverisi olan küçük bir parçası içinde nasıl sığdırılabilir ki? Eğer bu böyle olsaydı, öbür ilkeyle, yani insanın kendini öldürme hakkı bulunmama ilkesiyle bu nasıl bağdaşabilirdi? Eğer başkasını öldürme hakkı, bir başkasına ya da bütün topluma tanınabilseydi, insanın kendini öldürme hakkının da olması gerekirdi”.
Cesare Beccaria[1] (1764)
“Sizinle bu meydanda, külliyede 15 Temmuz sonrası hani o 29 geceniz var ya... Son gece burada yine toplanmıştık değil mi? Burada konuşmuştuk, sizler 'İdam, idam, idam' demiştiniz. (…) Parlamentodan geçti benim önüme geldi, ben bunu onaylarım. Eğer olmadı bir halk oylaması da onun için yaparız. Öyle mi? Şehitlerimizin katillerini bizim affetme yetkimiz yoktur, karar merci millettir, inşallah bunu yapacağız”.
Recep Tayyip Erdoğan (2017)
"Ben kesin net bir şey söyledim. Eğer parlamentomuz bu konuyla ilgili kalkar da idam kararı verirse ben bunu onaylarım. Hiç düşünmem. Bu konuda vicdanım da rahattır. Çünkü yavrusunun gözleri önünde öldürülen bir annenin hakkı ağırlaştırılmış müebbetle ödenmez”. 
Recep Tayyip Erdoğan (2019)
Burada ölüm cezasının caydırıcı olup olmadığı, geri dönülemezliği, ülkemizde adaletli şekilde verilip verilemeyeceği vs. üzerine konuşmaya gerek yok. Yukarıdaki sözler, bu sözlerin yılları ve bu sözleri söyleyenler; bizlere yeterince fikir veriyor. Bu sitede de durmuş olsun bunlar, arada bakarız.


[1] Cesare Beccaria, Suçlar ve Cezalar Hakkında, 2. Baskı, Çeviren: Sami Selçuk, İmge Kitabevi, Ankara, 2010, s.135-136.

4 Temmuz 2019 Perşembe

Belöz



Öncelikle, bir önceki internet sitem olan “tekinaks.wordpress.com” adresinde 2015 yazında yazdığım “Final” yazısını aynen paylaşarak başlayayım bu yazıya:
“20 Nisan 2000. Bugünden 15 yıl önce, hatta ondan da önce. UEFA Kupasının yarı finalinde Galatasaray, İngiltere’de Leeds United maçının rövanşını oynuyor. İlk maçı 2-0 kazanmış, İngiltere’de 1 tane atsa Leeds’in 4 tane atması gerekecek, öyle bir skor avantajı var Galatasaray’ın. Maça da gayet iyi başlamış, Arif net bir pozisyonu kaçırmış, akabinde Hakan Şükür’ün düşürülmesi ile kazanılan penaltıyı Hagi gole çevirerek daha 5. dakikada Galatasaray’ı 1-0 öne geçirmiş. Artık Leeds’e 4 gol lazım. Sonra Leeds 16’da skoru eşitlemiş.
42. dakikada, daha sonra Galatasaray forması giyecek Kewell’ın kırmızısı, aynı dakikada Hakan Şükür’ün 'çerçeveyi gördüğü’ en meşhur golden sonra artık Leeds’e mucizeler lazım. Leeds 10 kişi ve yeniden 4 gol atmaları gerekiyor. Artık bu saatten sonra, ayakları yere basan, kontrollü oynayan, sakatlanmamaya ve kart görmemeye çalışan oyuncular ordusu beklenirken; Galatasaray’ın ‘geleceği’, henüz 20 yaşındaki futbolcu rakibe gereksiz bir müdahale ile doğrudan kırmızı kart görüyor ve takımını 10 kişi bırakıyor. Skor gayet leheyken 10’a 10 oynamanın herhangi bir sıkıntıya sebebiyet vermeyeceği kesin. Ancak o, 20 yaşında UEFA finalinde oynama şansını kaybetmiş, torunlarına anlatacak çok önemli bir anıdan vazgeçmiş.
Futbolcu, bu olaydan iki yıl sonra, Dünya Kupası’na katılan Türkiye’nin kadrosunda yer buluyor. Haksızlığa uğrayarak kaybettiğimiz (Eduardo Galeano da bunu söylüyor) Brezilya maçından sonra 9 Haziran 2002’de Kosta Rika önündeyiz. Anılan futbolcu, takımımızı 1-0 öne geçiriyor. 86’da yediğimiz gol sonrası maç iyice sıkıntı giriyor. Takımda stres hakim. Maçın son anlarında top Kosta Rika yedek kulübesine ulaşıyor ve Kosta Rika antrenörü tam topu sahaya gönderirken, bizimki koşup antrenörü itiyor. Antrenör kulübeye tutunduğu için düşmekten son anda kurtuluyor. Antrenör neye uğradığını şaşırıyor tabii. Amaç topun erken şekilde oyuna sokulması iken, büyüyen olaylar ve iki tarafın yedek kulübesi ve oyuncularının itişmeleri sonucu oyun geç başlıyor. Maç da birkaç dakika içinde 1-1 sona eriyor. Burada futbolcu henüz 22 yaşında.
Sunay Akın veya Yılmaz Özdil gibi giriş yaptığımın farkındayım. Aslında onların hikayelerinde, anlatılan kişinin kim olduğunu ancak en sonunda anlayabiliyorsunuz. Burada az çok anlaşılmıştır aktörümüz. Evet o futbolcu Emre Belözoğlu.
Yukarıdaki iki örnekten sonra rahatlıkla söyleyebilirim ki; örneğin, Ben Emre’nin 20 yaşında torunu olsam, ‘Dede öğütler filan veriyorsun da, bizim yaşımızdayken mal gibi kırmızı görüp UEFA finalinde oynamamışsın’ veya ‘sevgi, saygı diyorsun da, daha 22 yaşında elin gariban antrenörünü ne itiyorsun sen, öğüdüne sokayım’ derim.
2000’li yıllarda Türkiye’nin yeni yıldızı gözüyle bakılan, tekniği güzel arkadaşımız üst düzey takımlarda da oynamadı değil. Ancak bu takımlarda ne kadar iz bırakabildi veya hangi eylemleriyle iz bırakabildi, bu soruların cevabı Emre’yi üzecek mahiyette.
Sol ayağını raket gibi kullandığı (o tabir de bir başka anormalliktir) söylenen bu futbolcu arkadaşımızın kariyeri sakatlık, cezalılık gibi nedenlerle öyle istikrarla açıklanacak gibi değil. İstikrar varsa da; sakatlanma istikrarı, kart istikrarı, küfür istikrarı, gerginlik istikrarı mevcut. İstikrarı da bir kenara bıraktım, oyunda olduğu her an, her saniye takımını yakabilecek, yalnız bırakabilecek bir şahıs olduğu ve huzurlu, eğlenceli futbolu katlettiği net. Her gittiği deplasmanda yuhalanan, kendi takım taraftarlarının da çoğunun nefret ettiği bir isim Emre.
‘Ama normalde çok iyi, çok efendi, çok düzgün, bal dök yala Emre’yi’ cümlelerini geçelim. Emre’nin yaptıklarının ‘hırslı oynama’ ile açıklanabilir tarafı yok.
Biliriz ki, bir futbolcunun oyun karakteri ile kendi karakteri paralellik gösterir. Oyun karakterini, iyi oynama, kötü oynama olarak değil; oyun içinde yaptığı tercihler ve rakibe, kendi takım arkadaşına davranışları olarak kabul edelim. Emre’nin kariyerine baktığımızda, bu açıdan sınıfta kaldığını açıkça görüyoruz.
Bir futbolcu, ‘futboldan kovulmak’ için başka ne yapabilir, onu bilemiyorum. Rakip futbolcuya boğaz kesme işareti, tribündeki meçhul gazeteciye el hareketi, kendi taraftarına küfür, rakip taraftara dayak, rakip futbolcuya ırkçı söylem, kendi takım arkadaşlarıyla kavga… Hakeme el kol, rakiplerle itişmeleri saymıyorum. Kariyerinde 9 kırmızı kart varsa, 99 da gösterilmeyen kırmızı kart var abimizin.
Yurt dışında ciddi takımlarda da oynamış Emre, özellikle bu son dönemlerinde neden böyleydi peki? 1. Böyle görmüştü, 2. Ne yaparsa yapsın hiçbir şey olmayacağını, kovulmayacağını, atılmayacağını gayet iyi biliyordu. Sonuçta onu kaptan yapan ve ona hala kaptanlık görevi veren var, niye böyle olmasın ki? Onun için kendisini sorumlu hissettiği tek kişi varsa, o da başkanı. Başkan da, Emre de bu hallerinden memnundu mutlaka. ‘Oyunu kuralına göre oynayan futbolcu ve başkan’ onlar.
Ancak sevinerek görüyorum ki, bizim 7 yıldır Emre ile ilgili söylediğimiz anlaşılamamakla veya önemsenmemekle birlikte; elin Portekizlisi, yeni teknik direktör abimiz 7 günde, Emre’nin maç kasetlerini izleyerek anlamış ve göndermiş Emre’yi. Başkan da ‘karışmayalım artık’ demiş herhalde hocalara. Eminim hocanın bu hareketi, başkanın defterine ‘eksi’ olarak yazılmıştır ve gün gelince başkan hesap soracaktır. Başkanla eski kaptan; Fenerbahçe’nin sarı-lacivertine değil, aynı b.kun lacivertine mensup zira.
Yalnız Emre’nin ve Emrelerin sadece Fenerbahçe’den değil, futbolumuzdan gitmesi gerek. ‘Yetmez ama evet’ yani.
Başka insanların yerine konuşmak istemem ama; futbolseverler olarak, ‘adam gibi’ futbol ve huzur isteyen insanlar olarak, seni futbolumuzda istemiyoruz Emre. Futbolumuza huzur ver, 2000’deki gibi finallerde yine oynama; finalini yap”.
Yazıyı aynen alıntıladığım için bazı kelimeleri değiştirmedim; ama dört sene önce biraz daha agresifmişim, onu gördüm. Yıllar biraz daha sakinleştirmiş demek ki.
“Final” yazısından sonra dört senelik zaman zarfında, Emre hakkında görüşüm değişmedi. Emre de Emreliğine devam etti.
Tabii “Final” yazısından sonra 15 Temmuz yaşandı, Emre hakkında FETÖ soruşturması açıldı, söylenene göre devam da ediyor. Tabii Emre’ye itirazımın nedeni sırf FETÖ olamaz, yani burada Oda TV gibi “FETÖ Şüphelisi Resmen İmzaladı” türünden açıklama yapacak değilim. Çünkü Tayyip Erdoğan ve Cem Küçük dışında hepimiz elhamdülillah FETÖ’cüymüşüz, orada sıkıntı yok. Ama tabii şunu eklemek lazım, FETÖ’den kaynaklı olarak Bekir İrtegün’ün futbol hayatı bitmişken, Emre neden hayatını güzel güzel idame ettiriyor, bir de eski takımı Fenerbahçe’ye kaptan olabiliyor, ileride de bu takımda uzun yıllar görev alması planlanabiliyor, bu soru not düşülebilir. Bekir maklubelerin pilavından bolca tadarken, Emre maklubeyi köşesinden köşesinden mi yedi yoksa?
Konumuz bu değil; konu, göreve gelir gelmez kendisine yöneltilen Ersun Yanal sorusuna “siz benim vizyonumu anlayamamışsınız” cevabını veren, henüz ilk senesinin ortasında bu lafını afiyetle yiyip Ersun Yanal’la anlaşan, başkan seçilişi de esasında, bir başkasının gidişine sebebiyet vermesi yönüyle pek de iyi olan Ali Koç’un, vizyonunu 1980 doğumlu Emre’yi takıma getirerek ispatlamış olması. Biz de ona göre beklentiye gireceğiz haliyle.
Tabii bu transferle ilgili şu söyleniyor: Emre’nin takımın dinamosu ve tecrübesi olarak seneye damga vurması değil, takıma “ağabeylik” yapması planlanıyormuş, yoksa futbolculuğu değilmiş mesele.
Demek ki Fenerbahçe o kadar kötü durumda ki, toparlanması için takımı ve ligi bilen, zamanında da takımda çalışmış Türk hoca (Yanal), yine zamanında takımda başarılı olmuş ve herkesin takdirini kazanmış idari menajer (Ballı), zaten ağabeylik dışında hiçbir vasfı kalmamış yılların eskitemediği kaleci (Demirel), Fener Ol’lar vs. derken, yine bir ağabeye daha ihtiyaç duydu takım. Halbuki Ali Koçlar, Volkanlar, Acunlar, Cem Yılmazlar yerine, “Cihatlar, Lefterler, Canlar, Fikretler” vizyonu yeter takım için. Hem bu takım afacanlar ordusu mu ki bu kadar ağabey lazım oluyor bir takıma, onu da anlamak mümkün değil.
Neyse, verilen krediler çok hızlı tükendi. Takım özüne döneceğine, “Belözüne” döndü.
Sonumuz hayrolsun.
Not: Belöz ne lan bu arada, bilen var mı?

15 Haziran 2019 Cumartesi

Okul Öğle Bir Yuvadır Ki...




Yukarıda gördüğünüz cümle, herhangi bir yere, ne bileyim bir emlak bürosuna veya bir “millet” kıraathanesine değil; genç dimağları geleceğe hazırlayan, bu dimağlara en azından cümle kurmayı, kendini ifade etmeyi öğretmek mecburiyeti olan bir eğitim-öğretim yuvasının, bir lisenin anlı şanlı duvarına çakılan bir yazı: “Merhamet ‘öğle’ bir dildir ki, ‘sağırda’ işitebilir, kör de okuyabilir”.
Bu sözü söylediği iddia edilen Mark Twain’in bu dönemde yaşasaydı ve kendisine yazın Türkiye’de bir hafta Türkçe öğretselerdi daha iyisini yazabileceği bir cümleyi, sırf o kendi dilinde söylediği ve bu yazıyı oraya çakanlar Türkçe bilmediği için oraya nakşetmek kendisine yapılan en büyük haksızlık.
Okul görevlilerinin, mesela müdürünün Türkçe bilmediği veya “biz bu yazıyı buraya koyduk da, acaba Türkçe öğretmenimize bunu bir göstersek mi?” diye düşünmediği, daha kötü ihtimalle, Türkçe öğretmeninin bu yazıyı görüp de mini mini birlere ders vermeye devam ettiği Türkiye Cumhuriyeti’nin okulunda eğitim sistemimizi “iyi midir, kötü müdür” diye tartışmaya devam edelim.
Bugün yarın üniversiteye girmek, geleceklerini kazanmak için soğuk terler döken pırıl pırıl çocuklarımız var. O sınavları öğrencilerimiz geçer; peki ya üniversiteye öğrencilerini sözde hazırlayan okullarımız, o sınavı geçer mi, yoksa öğlesine eğitim mi verir?

Takdir sizin, iyi tatiller...

13 Mayıs 2019 Pazartesi

O Kadar!



Kılıçdaroğlu şehit cenazesinde saldırıya uğruyor, saldırgan serbest kalıyor. İmamoğlu’na destek verenlerin saldırıya uğramaları, bıçakla, sopayla dövülmeleri de aynı hesap.
Cenaze saldırısından önce saldırgan grubun “Bay Kemal dışarı” sözlerindeki “Bay Kemal” hitabının kime ait olduğunu biliyoruz; o hitabın sahibinin 31 Mart seçimi öncesi zillet ittifakı olarak nitelediği grupla ilgili olarak twitter'da paylaştığı, “gizli pazarlıkların, siyaset mühendisliklerinin, çıkar hesaplarının ürünüdür”, “Kandil’in ve Pensilvanya’nın güdümündedir”, “yalan, iftira, hakaret ve inkar dillerinden düşmez”, “mazluma hoyrat, zalime müşfiktir”, “kirli işler bitene, çıkar çatışana kadardır”, “amacı da terör örgütlerinin uzantılarını belediye meclislerine ve bürokrasisine taşımaktır” sözlerini de. Bu ittifak neymiş yahu, değil mi?
O paylaşıma göre cumhur ittifakı ise mazlumların yanında, hak ve hakikatin savunucusu vesaire vesaireymiş bu arada. Yukarıda tam hali var. Başlığa ay yıldız da eklemişler, hey yavrum be!
Sonuçta en tepedeki adam, diğer grupla ve mensuplarıyla ilgili bunları söylüyorken, cenazede yaşananların ve saldırganların akıbetinin neler olabileceği sır değildi, neticede de olan oldu, salınan salındı. Buna karşı devletimizin mümtaz bir diğer şahsiyeti de, Kılıçdaroğlu için “orada ne işi vardı” dedi. O kadar!
Hak ve hakikatin savunucusu olanlar şimdi de 31 Mart seçimlerinin İstanbul Büyükşehir Belediyesi kısmını kabul etmiyor, oylar çalındı diyorlar. Ancak tarihin asla unutmayacağı bir karara imza atan YSK dahi, sırf sandık kurullarının teşekkülünden kaynaklı olarak seçimi iptal ediyor. Yani çalma, çırpma yine yok. Ama ısrarla devlet kanadında “oylar çalındı”, “hırsızlık yaptılar” denmeye devam ediliyor (“hem de Ramazan ayında” gibi komik bir açıklama yapmayacağım, o ne lan öyle).
Ortada hile yok, olsa bile kimin yapacağı belli. Zaten bu husus, malum tarafın “kesin bir şey oldu”, “ben hayatımda böyle hile görmedim”, “öyle böyle hile yapmamışlar ki anlayamadık” türevi soyut ve saçma açıklamalarında dahi saklı. Öte yandan, kanun açıkça ihlal olarak nitelendirmesine rağmen, mühürsüz oylar sırf sonuç onların lehine çıktığı için birkaç seçim önce kabul edildi.
31 Mart gecesi hatırlarsınız, bundan sonra icraat zamanıydı, 4,5 yıl seçim olmayacaktı, canım şimdi kravatın sırası mıydı… Sonuç: Dört hafta zor sabrettiler, yeniden seçim kararı alındı. O kadar!
Yine, seçimler sonuçlanır, sandığa saygı duyulurdu, yoksa o demokrasi Sisi’nin demokrasisi olurdu. Şimdi de, seçimin yenilenmesi bir ileri demokrasi örneği oldu. O kadar!
Hukuki bir açıklama yapmaya gerek yok, sadece şu soruyu soruyor ve huzurlarınızdan ayrılıyorum: Bu yaşananların mağduru “zillettekiler” değil de “cumhurdakiler” olsaydı, aynı neticeler oluşur muydu? Mesela saldırgan Kılıçdaroğlu’na değil de, (bırakalım reisi) Süleyman Soylu’ya saldırsaydı, oy farkı ile İmamoğlu değil de, Yıldırım kazansaydı, cumhur destekçileri bu desteklerini paylaştıkları için dövülselerdi, nasıl kararlar alınırdı? Hepimiz cevap anahtarını biliyorsak dağılabiliriz.
Şunu da ekleyeyim: Kitleleri sürükleyen “Her Yer Taksim, Her Yer Direniş” sloganı bu şahıslar tarafından “Her Yere Metro, Her Yerde Metro” olarak kullanıldı; “Her Şey Çok Güzel Olacak” sloganı ise “Daha Güzel Olacak” oldu; yaratıcılıkları da bu kadar, bunlardan korkulacak şey o kadar yok yani.
Neyse, her şey gayet açık ve her şey gayet iyi biliniyor, sonlarının yaklaştığı gibi. O kadar!

30 Nisan 2019 Salı

Bir Tivit ve Akla Gelen Bir Kısım Düşünceler


Siyaset konularına elim gitmiyor malum, gerek yok. Dikkatimi çeken hususları kısaca paylaşmaya çalışıyorum, o kadar. Bizim şu futbol kültürü son dönemlerde kafama takılıyordu bir. Esasında yazmayı düşündüğüm çok da husus vardı, ama nereden başlasam bilememekteydim.
Derken bir tivite rastladım, basit de bir tivitti, ama bir tivitte aşağı yukarı her şey nasıl özetlenir, onu gördüm. Çok da takip etmediğim bir spor yorumcusundan geldi bu tivit, Mert Aydın’dan (Çok fazla yorumcu takip etmem. Futbolumuz o kadar kötü ki, bir de bunların yorumcular tarafından yorumlanmasına tahammülüm yok, Uğur Meleke’yi severim, o ayrı). Tivit bu:

Medyacı, yönetici, teknik adam, oyuncu, bunlardan vasatı görebilenlerine şapka çıkarır hale geldik. Ancak herhangi bir maçtan sonra twitter’a baktığımızda da, birtakım görüntü ve videolarla hakemleri eleştirip sırf hakemler yüzünden haklarının yenildiğini iddia eden saçma tipler görüyoruz. Ne güzel, herkes haklı, değil mi?
Durum böyle olunca, maçların hakemleri açıklandığında hemen o isimler “TT” oluyor tabii. “X Y’oğlu şu maça, A B’oğlu bu maça” verilmiş; “X Y’oğlu’yu yakından tanıyalım, 2016 yılının Nisan ayında Z takımın canını yakmıştı, federasyon ne hakla bu maça verir bu hakemi” değil mi?
Hakemler nasıl peki, vasatın fersah fersah altında, o ayrı. Ama tıpkı diğer futbol adamlarımız gibi, fazlası değil.
Alanyaspor kafilesinin deplasman dönüşünde hayatını kaybeden, güzeller güzeli iki kızın babası, henüz 29 yaşında Josef Sural için, futbol hayatımızın 15 yılından fazlasını bize zehir eden Volkan Demirel’in tiviti tabii ki olması gerektiği gibi.

Uzağa gitmeyelim, aynı Volkan, bu tivitinden bir buçuk gün önce kendisini tahrik ettiğini söylediği rakip takım görevlisini, bulunduğu takım otobüsünden “aldırıp” özür dileteceğini söyledi maç sonu röportajında. Takip edenler bilir, bu onun ilk “aldırma” isteği değil. Tivitteki “ortalama futbolcusu adamlık edebiyatı yapan” sözü aklıma bunları getirdi.
Bu arada, Volkan’ın tivitine yer verdiğim ekran görüntüsünde gördüğünüz 53 cevabın neredeyse tamamı, bu mesajı için kendisine “adamsın”, “büyüksün”, “kralsın” diyen vasat altı insanlarla dolu. Tivitin 633 kişi tarafından paylaşıldığını 13 bin küsur kişi tarafından beğenildiğini de hatırlatalım. Siz bunu okurken bu sayılar artmıştır tabii.
Her takımda, her mahallede, her sokakta, her işyerinde var ama böyleleri, Volkan ve onun gibileri. Artık böyle tipler makul, “akla uygun” yani. Nasıl bir döneme denk geldiysek…
Neyse, futbolumuza dönelim. Yeni Türkiyemizin medar-ı iftiharı Medipolcüğümüz son 4 haftaya lider girdi ve belki de birkaç yıl sonra esamesi okunmayacak bu takım Türk futbol tarihine adını altın harflerle yazdırmaya çok yakın. Helal olsun, ne diyelim.
Bu yazı, bir tivitin hatırlattığı küçük detayları kapsıyor sadece. Akla gelen her şey yazılsa kendimi ve sizi yorarım. “Bizim takıma” değinmem ise hiç olmaz, ordinaryüse yüzüm yok.
Üç takıma şampiyonluk mücadelesinde başarılar, bizlik bir şey yok, futbol kültürümüz için de…

6 Mart 2019 Çarşamba

Dünyada Karşılaşmış Gibi


Ön not: Bu yazıda geçen açıklamalar; “spoiler” olmasa da, anlatılan oyunun özelliği ile ilgili bazı bilgiler içerir. “Hiçbir şey bilmeden oyunu izleyeyim” diyenlere, en yakın çarpıyla sayfadan çıkmaları, bu yazıyı e-posta ile okuyanlara ise gelen kutularına dönmeleri önerilir.



Blogda bazı tiyatro oyunlarını, filmleri önerirken “Dünyada Karşılaşmış Gibi” oyununu atlamak, oyuna, bloğa ve size haksızlık olurdu.
Bu hafta içi Volkswagen Arena'da seyrettiğim, Berkun Oya’nın yazdığı ve yönettiği bu oyunun ayırıcı özelliği, oyunu iki perde iki farklı bloktan izlemeniz. İlk perdede sahnenin bir kısmını, ikinci perdede yer değiştirip sahnenin diğer kısmını izliyorsunuz. Oyuncular, iki perdede de aynı oyunu oynuyorlar; siz sadece kendi tarafınızdakilere şahit oluyorsunuz. Sahne de camla kaplı, kulaklıkta dinliyorsunuz oyunu.
Oyun karakolda geçiyor, bir sahne ifade odasının içini, diğer sahne ise o odanın dışını gösteriyor. Oyun karakolda geçtiği için tabii ki mevcut düzenle ilgili eleştiriler ve siyasi dokundurmalar da var, Türkiye’nin bir fotoğrafını da çekmiş diyebiliriz senaryo için.
Oyuncu seçimi ise kusursuz olmuş, yani “keşke bu oynamasaydı” dediğim, ne bileyim itici gelen (örneğin çok sevdiğim “Ölümlü Dünya” filminde birkaç oyuncu sırıtıyordu) hiçbir oyuncu yok. Oyuncular; Alican Yücesoy, Defne Kayalar, Fatih Artman, Okan Yalabık, Öner Erkan, Serkan Keskin ve Settar Tanrıöğen, “Allstar” gibi yani. Bu oyunculardan bazılarını daha önce de çeşitli oyunlarda izlemiştim. Serkan Keskin’i zaten ayrı bir yere koyarım, bu oyunda da yine orijinal bir karakterle çıkmış karşımıza ki, Serkan Keskin’i Serkan Keskin yapan da her rolün oyuncusu olması ve hakkını vermesi bana göre.
Diğer oyuncular da gayet iyi oynamış, bu oyunun parlayan yıldızı ise, aşağı yukarı tüm yorumlarda da görebileceğiniz üzere Öner Erkan olmuş. Tabii büründüğü karakterden de kaynaklı; ama müthiş performans sergilemiş. Alican Yücesoy’a Trabzonlu şivesi, Settar Tanrıöğen’e de babacan komiser rolü ayrıca yakışmış. Diğer oyuncular da oyunun hakkını vermiş. Var olsunlar.
Biletleri “mobilet” sitesinden bulabilirsiniz, tabii bakacağınız tarihler için biletler tükenmiş olabilir, biletlerin satışa çıkış tarihini kollamak ve yakın temasta bulunmak lazım.
Özetle oyun, sırf kadrosu ve orijinal sahne kullanımı nedeniyle dahi izlenmeyi hak ediyor.
“Yapımda ve yayında” emeği geçenlerin ellerine sağlık.
Gidiniz…

26 Şubat 2019 Salı

Tostçu Başkan


Gastronomi ile kültürün İpek Yolu’nda “dokuzlu” oynadığı Gaziantep gibi bir şehirde, son dönemde “Tostçu Erol” diye birinin meşhur olmasını oldum olası yadırgamışımdır. Hatta sonra bu tostçunun Karaköy’de şube açmasına da ayrıca şaşırmıştım. Ne bileyim tost sonuçta, ben bile yapıyorum öyle düşünün. “Ama onun tostu farklı” diyenler için de aynı cevabı vereceğim: tost sonuçta.
Tostçu Erol’un namının yayılmasından sonra bir tost yapım videosu daha çıktı karşımıza, burada “tost ustası” tostun nasıl yapılacağını anlattı bizlere. “Tosta kaşar peyniri konur, asla beyaz peynir konmaz” dedi mesela. Bir yaşıma daha girdim.
Düşünün ustanın yaptığı şey sadece kaşarlı ve sucuklu tost, yani şimdi Tostçu Erol, “bakın ben demedim mi benimki farklı diye” dese haklı, o derece. Ama ustamız bu tostu ballandıra ballandıra öyle bir anlatıyor ki, tostu bilmem ama cambazlık konusunda üst düzey olduğu su götürmez. Mesela bir püf noktası veriyor bizlere; “malzeme erken biterse şöhretin çabuk artar”. E kolay mı Türkiye gibi büyük bir ülkenin Barolar Birliği Başkanı olmak.
Videoyu aşağıda görüşlerine sunuyoruz (sevgili abonelerim e-postada göremiyor, onlar da linki tıklayarak tost videosunu izleyebilir https://www.youtube.com/watch?v=nscwUYquf8w).


Avukatlık Kanunu’nun kendisine verdiği yükümlülükler uyarınca seyyah olup diyar diyar dolaşan, esnafların daima yanında olan, partilerin il başkanlıklarını ziyaret eden, dosta güven düşmana korku veren, dertli gönüllere giren Barolar Birliği Başkanımıza, işgal ettiği koltukta başarılar diliyoruz.
Videonun bir yerinde, “valla herkese hizmet etme imkanımız keşke olsa” diye bir cümle kuruyor başkan. Herkese değil ama, biz avukatlara hizmet etsin yeter; tostları ben yaparım.

29 Ocak 2019 Salı

Manevi Torunlar



Kazım Karabekir’in vefatının 71. yıl dönümünde, Karaman’ın Kazımkarabekir ilçesinde “Kazım Karabekir Paşayı Anma Programı” yapıldı.
Programa konuşmacı olarak katılan Çevre ve Şehircilik Bakanı, Kurtuluş Savaşından bahsettikten ve Mustafa Kemal’le Kazım Karabekir’i birlikte andıktan sonra, sözü her “yerli ve milli” insandan bekleneceği gibi 15 Temmuz’a getirdi.
Bu kıyasa tepkiyi de, Kazım Karabekir’in o sırada salonda bulunan torunu Ferhan Ayasbeyoğlu gösterdi. Bu sırada kendisini, en az bakan kadar “yerli ve milli” olan bir görevli salondan çıkarmaya çalıştı (aşağıdaki fotoğrafta o ağabeyin sevecenliği ve vatanseverliği gözlerinden okunuyor). Neyse ki bakanımızın “bırak otursun” söylemi ile Ayasbeyoğlu özgürlüğüne kavuştu.

Ayasbeyoğlu’yu oturtan bakanımız sözlerine şöyle devam etti: “Biz 15 Temmuz’da vatanın, milletin bütünlüğü için bu mücadeleyi verdik. O gün de birçok şehidimiz, birçok gazimiz oldu. Dolayısıyla onlar da vatanın birliği, bütünlüğü, beraberliği için mücadele etmiştir (salondan alkışlar)”. Bu sözden sonra ayağa kalkan Ayasbeyoğlu’yu, bakan “milli eli” ile yine oturttu.
Sonuçta Ayasbeyoğlu tepki gösterilen, salondan atılmak istenen, bakanın daha sonra “otur, otur, otur”larına muhatap kalan ve sonra o salonu terk eden kişi oldu.
Toplantının özeti şu: “Kurtuluş Savaşı tamam iyidir, ama bizim de Kurtuluş Savaşımız var. Şşşt uzun saçlı, otur yerine, dedeni biz senden iyi biliriz, onu en iyi biz anarız, otur, otur, otur lan”.
Tam da yukarıdaki örnek cümlelere yer verirken, salonda bulunanlardan birinin tepkisine rastladım, ne kadar da güzel vermiş cevabı bakın: "O torunuysa, biz de manevi torunuyuz". Hah, işte böyle: “Sen torunsan biz de torunuz ulan”.
Çevre ve Şehircilik Bakanı’nın Kazım Karabekir’i anmada işi ne, o ayrı konu. Kazım Karabekir modern şehirciliğin öncüsü bir paşa mıydı ki, bu milli bakanımızı yorduk Karaman’lara kadar? 15 Temmuz’u daha iyi anlatır, o nedenle çağrıldı desek, vatan, millet, birlik, beraberlik dışında sözü yok. Bıyığı yerli ve milli desek, aşağı yukarı herkesinki öyle. 17-25 Aralık döneminde tapesi çıktı “FETÖ mağduru” oldu desek, neredeyse tüm bakanlarımız birer “FETÖ mağduru” zaten. Neyse, herhalde diğerlerinin de söyleyecek başka bir şeyi yoktu ve çevre ve şehircilik o sıralar meşgul değildi.
Bu arada malum basının yukarıdaki gelişme ile ilgili başlıkları da şu şekilde: “Kazım Karabekir’in torunundan 15 Temmuz şehitlerine saygısızlık”, “Kazım Karabekir’in torunundan 15 Temmuz ayıbı”, “15 Temmuz konuşması Kazım Karabekir’in torununu rahatsız etti”. Malum basın da manevi torun anlaşılan.
Neyse ki, Kurtuluş Savaşı’nın ne olduğu belli, 15 Temmuz’un ne olmadığı da; Kazım Karabekir’in ne olduğu belli, bakanın ne olmadığı da…