29 Kasım 2019 Cuma

Kocaman Yanalım, Kocaman Yalanım


Uzun zamandır yazmayı düşündüğüm bir Ersun & Aykut yazısını yazmanın zamanı geldi, hatta geçti bile. Keşke o kadar gecikmeseydim de, Ersun Yanal için işler kötü giderken yazan biri olmasaydım diye de hayıflanıyorum bir yandan. Çünkü Ersun Yanal & Aykut Kocaman mukayesesi ile ilgili birkaç şeyi önceden söylemek daha muteber olurdu benim açımdan. Olsun, söz uçar yazı kalır, geç de olsa başlayalım.
Öncelikle Ersun futboluyla Aykut futbolu arasındaki farkı, 2012-2013 ve 2013-2014 sezonlarını tribünde, hem de aynı yerden takip ettiğim için gayet iyi biliyorum. Zaten o iki yıla ait lig puan tablolarından ve sonucundan da anlaşılıyor bu fark. 2012-2013 sezonundaki ile aşağı yukarı aynı kadronun 2013-2014 sezonunda Ersun Yanal’la şaha kalktığını, ondan dolayı taraftarların kendisine ayrı bir sempati beslediğini, hatta benim de onlardan biri olduğumu söylemem yanlış olmaz. Ancak bazı abartılardan da uzak durmak lazım.
Tu kaka edilen 2012-2013 sezonunda Fenerbahçe, UEFA Avrupa Ligi’nde yarı final oynamış ve türlü şanssızlıklarla (sakatlık, ilk maçta farkın ve penaltının kaçması vs.) finali kaçırmış takımdı. “Gönüllerin şampiyonu”, “gönüllerin finalisti” gibi kavramların futbolda yeri yok; ancak o sene, Avrupa’da başarısı sınırlı takımımızın kıl payı o finali ve kupayı kaçırmasının takım ve taraftarları için bir anlamı olmalı. Nasıl ki 2007-2008 sezonunda Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek final oynadığımız ve efsane olarak görülen takım, o sene şampiyon olamamasına rağmen taraftarlarca iyi hatırlanıyorsa (şampiyon olamaması sonucu hocamız Zico kovulmuştu); 2012-2013’te Avrupa’da başarılı olan takımın yerin dibine sokulması ve 2013-2014 için methiyeler düzülmesi pek mantıklı gelmiyor.
2013-2014 için bir hususu daha eklemek lazım: “Nisanda şampiyon olduk” geyiğinin yegâne sebebi, ligi o sene ikinci bitiren Galatasaray’ın 34 maçta sadece 18 galibiyetinin ve 65 puanının olması. O sene rakiplerinden farklı olarak, Avrupa’da mücadele de etmeyen ve kutsanan Fenerbahçe’nin ise o sene attığı gol sayısı 74, topladığı puan da 74.




Örneğin, “defansçı”, “yan pasçı” Aykut Kocaman’ın Fenerbahçe’de son dönemi olan ve yerden yere vurulduğu 2017-2018 sezonunda takımın attığı gol sayısı 78, topladığı puan 72.



Ersun önce hücumcu, Aykut önce savunmacıdır tamam, bunu bir an için kabul edelim; ama “Nisanda şampiyon”, “Fener Ersun’la uçuyor” vs. bunlar işin magazinsel tarafı. 2013-2014 sezonunda Fenerbahçe 23 galibiyetle şampiyon olmuş, yani öyle bir sürklase durumu yok ortada (ondan sonraki sene Galatasaray 24, sonra Beşiktaş 25 galibiyetle şampiyon olmuşlar).
Madem “yaldır yaldır” şampiyonluk örneği verilmek isteniyor, o halde yine Aykut Kocaman’ın çalıştırdığı dönem olan 2010-2011 sezonundan bahsedelim: Atılan gol sayısı 84, puan 82, galibiyet sayısı 26.



Yine Fenerbahçe’nin Avrupa’da mücadele etmediği Mustafa Denizlili 2000-2001 sezonunda da (“Mustafa Denizli, rezil ettin sen bizi” tezahüratından 1 sene önce), takım 82 gol atmış, 76 puan toplamış ve 24 galibiyetle şampiyon olmuş.
Tabii bunlar Ersun Yanal’ın 2013-2014 sezonunda oynattığı güzel ve heyecan verici futbolu ve seyir zevki açısından 2012-2013’ü geride bıraktığını gölgelemesin, benim de amacım bu değil zaten. Ama 2013-2014 şampiyonluğu yukarıda bahsettiğim kadardır, fazlası değildir.
Peki, yukarıdaki bilgilere niye yer verme ihtiyacı hissettim. Şu Twitter ve yorumcu kirliliğinden gına geldi artık, ondan. Bir dönem Sabri tu kaka edilirdi, bir dönem Selçuk Şahin, biliyorsunuz. Bu “popüler geyikleri”, “yan de yanalım”ı, Aykut Kocamanlı yıllarda geçen “Kocaman çöküş”, “Kocaman dert” veya “Kocaman galibiyet” vs. haberleri bırakalım.
Bu sene Ersun Yanal’ın oyun anlayışı ile 2013-2014 oyun anlayışının Allah’ı bir. “Kadro bu, ne yapayım” değil mesele, takım gerideyken sahaya ofansif oyuncu yerine, defansif oyuncu süren hocanın, takımı bir “ön libero takımı” haline getirmesi, hem kendini, hem de kendisini takıma neredeyse transfer eden taraftarı inkar etme anlamını taşıyor. Yine Aykut Kocaman’ın sözde Valbuena ve Alex takıntısı ve sahaya sürekli Aatıf’ı sürmesinin benzeri, Ersun Yanal’da da var (örneğin Zajc ve Ferdi’nin hiçbir surette oynatılmaması; yedekte o kadar adam dururken sürekli Alper’e yer verilmesi ve Tolga Ciğerci’nin başka oyuncular varken kanatta oynatılması).
Günümüze bakalım, Fenerbahçe’nin bu sezonki durumu şu şekilde: 12 maç, 6 galibiyet, 21 puan. Zaten güzel ve hak edilen olmakla birlikte fazla abartılan bir şampiyonlukla bu takıma geldi Ersun Yanal, ona uygun hareket etmeli. Yoksa ikinci bir veda uzakta değil.
Peki veda durumunda, çare kimde? Çare; futbol dünyasında saygı ile karşılanan, futbol görüşü ve kültürü olan, olgun, komplekssiz ve kaprissiz, kucaklayan bir teknik direktörde. Tıpkı Zico gibi. Zico ki, takımda tüm futbolcuları babacanlığıyla bir arada tutabilmeyi başardı, belki de en önemli meziyeti oydu. Yoksa ne çok iyi bir taktisyen, ne çok iyi bir oyun okuyucuydu.
Hadi Zico demişken bir bilgi daha vereyim. Fenerbahçe o bahsettiğim 2007-2008 sezonunda 02.04.2008 tarihinde Chelsea’yi Kadıköy’de yenerken, ilk 11’inde Vederson, Önder Turacı, Uğur Boral ve taraflı tarafsız herkesin dalga geçtiği Maldonado vardı. Chelsea’nin kadrosunu ise aşağıda görebilirsiniz.



Şampiyonlar Ligi’nde o sezon, gruplardaki ilk maçımız olan ve Kadıköy’de 1-0 kazandığımız Inter maçında da, rakip forvet Ibrahimović’ti, takımın yedeklerinde de Figo ve Crespo vardı.
Sonuç olarak; internet geyikleriyle, Ersun/Aykutla, Nisan/Mayısla, hakem/VAR’la zaman kaybedecek lüksümüz yok. Olumluları baz alalım, ama abartmayalım, vasata da sırf çevirelim (vasat oyuncu/iyi niyetli oyuncu/kaliteli oyuncu konularını bir ara işleyeceğim). Bizi kalitesiyle ileriye taşıyacak futbolculara, bu mümkün olamıyorsa, kalitesiyle ileriye taşıyacak hocalara ve futbol insanlarına ihtiyacımız var; geyiklere yok.
Özetle; heyecan, keyif ve başarı o 7140 metrekarelik alanda, oraya odaklan. Zor, ama imkansız değil.