29 Aralık 2022 Perşembe

25 Kuruş

 


Ön Not: Sitede dört ana başlık olan "hukuk, sanat, spor, ülke" dışı yazılar çoğaldığından -ki bu başlık dışı yazıların başını, pek sevdiğim Alınamayan Laptop yazısı çekmişti- beşinci bir başlık gereği iyice ortaya çıktı. Öylesine yazıları Öyle başlığı altına alacağım, eski başlıksızları da oraya ekleyeceğim. 2022’nin -ki hiç sevmedim- son yazısı da öyle bir yazı. Başlıyoruz.

 

Kara haber geldi, minibüs indi bindi ücreti yeni yılda 7 lira olacakmış. Hâlbuki 5,25 TL’ydi ne güzel. 25 kuruşun bir esprisi vardı, onunla bir arkadaş, bir yoldaş gibiydik.

Cüzdandaki parada en ufak kâğıt ne olursa olsun, yanımda mutlaka 25 kuruş bulundurma zorunluluğunda hissediyordum. Hakikaten de gerekiyordu zaten, sonuçta 20 lira üstünü 14,75 şeklinde almak istemez kimse. Şoförler de vermek istemez. Hoş, ben de bir kez aldım. Çünkü minibüs şoförleri 20 lira verince, üstünü 15 lira olarak veriyorlar. Buna mukabil 5,5 TL verirsen sana genellikle para üstü vermiyorlar; 10,5 TL verirsen de 5 lira veriyorlar. Sen de “indi bindi 5,25 TL değil miydi” diye soruyorsun. Bu soruya şoför ağabeylerin %70’i “haa 25 kuruş muydu o” diyor, %30’u somurtarak ve bir şey demeden 25 kuruşu veriyor. Minibüs şoförlerinin adalet anlayışı bu. Çok da kötü niyetli denemez tabii. Duruma göre 25 kuruş kesiyor, duruma göre 25 kuruşluk jest yapıyor, sana nasıl denk gelirse. Sık kullanıcıysan mağdur olmuyorsun zaten.

Ben de onlara jest yapıyorum ama. 20 liramın üstünü 15 lira verdikleri zaman, bir sonraki minibüste 5,5 TL’ye 25 kuruş iade etmediklerinde sesimi çıkarmıyorum artık. Sanki aynı minibüsçü ağabeymiş gibi. Ama olsun, “tamam bu kez 5,5 TL’lik gitmiş olayım” diyorum.

Böyle bir 25 kuruş ilişkim varken, indi bindiyi 7 lira yapmaları üzdü. 25 kuruş benim bir nevi can yoldaşım, arkadaşım, kaderimdi, sen yazmıştınımdı. Şimdi herhangi manevra yapma durumu olmayacak. Sonuçta 20 lira verince o 13 lirayı verecekler sana; 12 lira verdiğinde de kâğıt 5 liranı alacaksın. yine de bakalım, her şey olabilir.

Yazıya son vermeden önce, 2022 yazısında ne dilemişim, ona göre tepki göstereceğim demiştim kendime. Şöyle yazmışım: Yeni yıldan özel bir beklenti yok anlayacağınız. Hiçbir şey olmayacakken sırf dört haneli bir sayının en sağındaki rakam değişecek diye ekstra bir motivasyona gerek yok”.

Bir şey de dilememişim baktığınızda. Demek ki dilemek gerekiyor. O zaman dileyelim: sağlık (başka bir şey yok).

Dasvidanya…

29 Kasım 2022 Salı

Doktor Hasta, Ben Hasta...

Bir avukat olarak, sunduğumuz dilekçelerin, yaptığımız itirazların hiçbir şekilde kale alınmamasını, hatta hâkim ve savcıların yüzlerini dahi göremediğimizi, bu hâkim ve savcı arkadaşların biz nekbet avukatları görmek istemedikleri konusunda kapılarını bekleyen, dosyadan, hâkimden, savcıdan ve durumumuzdan bihaber -belki de aşkımızdan bihaber, yürüyorlardı Beyoğlu’nda- güvenlikçi ağabeylerimize ablalarımıza kesin talimat verdiklerini, o ağabeyler ablalar lavaboya gittiklerinde çaktırmadan şansımızı deneyip kapıyı tıklatmak veya zile basıp kaçmak suretiyle hâkim ve savcılarla iletişim kurmaya çalışmamızın isabetli olup olmayacağını yazacaktım, yazmayacağım; çünkü herkes hasta.

Herkes harbiden hasta. Hasta olmayanlar da hasta olmak üzere; o bakımdan yemişim itirazını, başvurusunu, delillerini, tanıklarını, “hadi açacaksan aç şu davayı”sını…

Bir de öyle hasta olunuyor ki, tamamen iyileştikten sonra da en ufak temasta yine hasta oluyorsun. Covid bitmez vs. diyorduk, covid çoktan bitti, covid artık yok, zaten covid daha delikanlıydı. Bir süresi vardı en azından, ne zaman geçeceğini biliyordun, ben uzun dönem (on dört gün) yapmıştım hatta ilkini -herkes gitti, ben dört sene yaptım- sonra bir daha oldum, o da temaslı olduğuma hürmeten; yoksa en ufak bir şey yoktu. Covid değilken daha hastayım ben. Covid olunca iyileşiyorum. Şimdi covidsizlik daha ciddi, olabilme ihtimali varsa 50 yaş altı insanlar, covid olsunlar hatta. Çoluk çocuk covid oldu, 4 günde atlattılar; covidleri bitti, bu kez aksırığından tıksırığından ishalinden ateşinden akıntısından tıkanmasından covidsiz 2 aydır hastalar. Onlardan velilere, velilerden iş arkadaşlarına, bu grup iyileştikten sonra okulda daha önce hastalanmamış çocuklar hastalanıp anne babalarına ve hastalığı yeni atlatan -mini mini bir- arkadaşlarına, hastalığı yeni atlatıp yeni hastalık kapanlar bir kez daha anne babalarına.

Yeter daha, cumhuriyetimizin 100. yılını kutlayacağız, milattan sonra 2023 yıl olacak. Mozambik’teki adamla Yozgat’tan görüntülü konuşabiliyorsun; aksırığına tıksırığına, burun tıkanmasına, burun geniz akmasına aylardır çare bulamıyorsun.

Bitti.

Şifalı günler…


31 Ekim 2022 Pazartesi

Fikri Hür, Vicdanı Hür, İrfanı Hür

 

“1923’te Cumhuriyet kurmaktan başka yol var mıydı? Kokuşmuş Osmanlı hanedanı sınırdışı edilmiş. Memur çocuğu Mustafa Kemal’in hanedan kuracak soyu sopu yok. Elbette tek yol Cumhuriyet’ti. Seçim, Cumhuriyet demokratik mi olacak, totaliter mi olacak arasındaydı.

O, ikincisini seçti”.

Üsttekine herhalde biraz tepki geldi de, onun üzerine:

“Her şeyi lafzıyla anlayan ergenler gibisiniz. Bir monarşiyi sürdürecek aristokratik geçmişi ve geleceği yoktu demek istediğim anlaşılmıyor mu? Şöyle sorsaydım keşke: Cumhuriyet rejimi yerine hangi rejimi getirebilirdi? Başka hangi seçenek vardı da bunu seçtiği için alkışlıyoruz”.

Bunu yazan şahsın ismi Ayşe Hür; Google’a sorduğunuzda araştırmacı-yazar diyor. Bu kadar araştırabilmiş, bu kadar yazabilmiş. Sadece araştırsa daha iyi olabilirmiş tabii. Çünkü işin kötü tarafı, araştırdıktan sonra yazmaya da karar vermiş. Twitter hesabının üst kısmına, yazdığı kitapların görselini eklemiş bu abla, öteki tarih seçkileri gibi bir şey yapmış. Yok Mustafa Kemal Atatürk Dönemi’nin Öteki Tarihi, yok Osmanlı’nın Öteki Tarihi, yok Kürtlerin Öteki Tarihi

“Öteki”, “derin”, “kontra” vs. tabirler ürkütmüştür hep beni zaten.

Bir keresinde, Derin Tarih diye bir dergi görmüştüm. Ya kapaktaki o konu ya kapağın kendisi ilgimi çekmiş olacak ki, alıvermiştim dergiyi. Sonra çaydanlığı kulpsuz tutan insan gibi, atıvermiştim evde. Bir de para vermişim dergiye, bakınız. Daha genciz tabii, paranın kıymetini anlamıyoruz. Aynı hatayı bir de Beşiktaş Alkım’da yaptım, şu an Kırmızı Kedi olan yerde. Law student olduğumdan dolayı sürekli gittiğim Alkım’da bedavaya Taraf vermişlerdi. Sanırım gazetenin çıktığının ilk haftasıydı. Ben de almış, evde bir göz gezdirmiştim. Sonuçta öğrenci evi, gazeteye ihtiyaç oluyor, üzerinde fındık filan kırıyoruz vs. Sonra yine baktım 1-2 sayfasına, Derin Tarih gibi oldu, elimden attım, fındığı başka şeyin üzerinde kırdım.

Bu Hürler filan da böyle tabii. Özellikle 29 Ekimlerde severler böyle yazmayı. Normalde de saçmalarlar da, 29 Ekimlerde vitesi artırırlar. Fatih Tezcan da böyledir. Hür’ün çok kitabı, Tezcan’ın hiç kitabı olmasının, pek tabii şahsım açısından hiçbir anlamı yoktur.

Buna mukabil “Elif’in Öküzcüsü” öyle değildir mesela. O 29 Ekimlerde değil, her gün aynı derece meczuptur. Geçen çok güzel laf etti, dedi ki Öküzcü; “Şimdiye kadar Müslümanlardan hiç düşmanlık görmedim. Düşmanlığı, bir diktatörü kendilerine Ata belleyen Atatürkçülerden gördüm. Atatürkçülük ahlaki yozlaşmışlığın ve bağnazlığın en aşırı ucudur”.

Normal bir gündü bir de, 20 Eylül filan…

Yukarıdaki abla da, araştırmış, bakmış, etmiş; “Yaee zaten Atatürk başka ne kuracaktı ki, cumhuriyet kuracaktı tabii evvroevruaaavuyr” (son kısmı ben de anlamadım, bir anda klavyemden çıktı, gevrek gevrek konuşmanın Hürcesi diyelim).

Tabii burada da vites artıyor Hür’de; diyor ki, zaten cumhuriyet seçecekti ama onu da iyi seçememiş, totaliterden seçmiş.

“Kardeşim, yazın karpuz alacaksın zaten, portakal alacak hâlin yok. Ama karpuzda da iki ihtimalin vardı, Diyarbakır olacaktı, sen Diyarbakır da seçememişsin”in Hürcesi de diyebiliriz bu yoruma.

“Neyse, bu kadar hür olmak yeter, biraz da Mahir Ağabeyimize bakalım” diyecektim ki (hatta itiraf edeyim, iki paragraf da yazmıştım, sildim), vazgeçtim, orada bir çelişki görmediğime karar verdim. Daha önce bir yazıda yazmıştım, “bir şeyi yıkan, o şeyi yapanı sevmez”. Yalan mı? Sevmez, sevmediği için yıkar yani. Bu nedenle Mahir Ağabeyime bir şey demiyorum.

Reis kızmış bu arada ona o sözleri için, “şimdi söylenecek laf mı” diye. Çok güzel; “laf doğru ama zamanı değil”.

Hâlbuki her şeyin zamanı be artık, ne olacak. Daha ne olabilir ki?

Yüz’ünden gün aldığımız cumhuriyetimiz iyi ki doğmuş. Hürler de olur, başkaları da, boş verin. Mutlu yıllar…

28 Eylül 2022 Çarşamba

Aşk, Mark ve Ölüm

 


Kaç yıl oldu saymadım (köyden göçeli) sinemaya gitmeyeli. Gerçekten en son hangi filmi izlemişim bilmiyorum. Ölümlü Dünya olabilir 2018’in Ocak ayında gittiğim. Hatta filmden önce klasik ayakkabı almıştım, iyi hatırlıyorum. O filmden yıllar sonra, üç gün önce bir filme gittim; aradan 4 yıl 8 ay geçmiş. Önceki filmden önce aldığım o ayakkabı eskidi, bugün kendime yeni klasik ayakkabı aldım. Klasik giyinme zorunluluğu olan, haftanın en az iki günü o ayakkabıyı giyen şahsım bence iyi kullanıcıymış. Ama anlaşılan o ki, iyi bir sinema izleyicisi değilmişim.

Gittiğim film Aşk, Mark ve Ölüm; belgesel diyebiliriz kendisine. 1960’lı yıllardan günümüze Almanya’daki Türk işçilerin sosyoekonomik durumlarını da işleyen, merkezine Türklerin yaptığı müzikleri alan hoş bir belgesel, Twitter’a yazdığım gibi, Mustafa’s Gemüse Kebap tadında bir film olmuş. Tavsiye ederim; ama kimlere tavsiye ederim, Doyçland’a, dönemin Türk işçileri ile ilgili tarihsel hadiselere, Türk-Alman ilişkilerine ilgi duyanlara, bağlama sevenlere, hatta Cem Karaca sevenlere…

Özellikle Almanya’da Türk düğünlerinin furya olduğu, daha doğrusu furya olmaya başladığı dönemde, o dönemin şahitlerinin anlatımları ve ses sanatçılarının röportajları gayet eğlenceli. Ses sanatçılarının çoğu zaten eğlenceli: Sanat Güneşi ve Diva’nın Doyçland versiyonları mı dersin, Köln Bülbülü mü dersin…

Almanya hükümetinin yabancı işçileri, Almanca tabirle gastarbeiterları gazlayan, destekleyici kampanyaları ile Doyçland halkının Türklere ve müziklerine bakışı ile ırkçılıkları da belgeselde önemli bir yer kaplıyor.

Ara ara üzüleceğiniz, ara ara küfredeceğiniz, ara ara güleceğiniz, gelgitleri olan, samimi bir iş olmuş. Zaten o yüzden adı Aşk, Mark ve Ölüm. Emeği geçenlere tebrikler!

Film, Anadolu Yakasını bilenler için söylüyorum, Kadıköy Sinemasında mevcut. Auf wiedersehen

29 Ağustos 2022 Pazartesi

Ahlakless and Vicdanless Yargı ve Bir Popçu


“Gülşen’in/mevzubahis şarkıcının/malum kadının tutuklanması ile ilgili olarak, öncelikle sözlerini kesinlikle tasvip etmediğimi; bir hukukçu olarak ise, CMK’nın …”

Hadi anam hadi…

Zaten insanlar bir hukukçu olarak sizin önce imam hatipleri koruyup korumayacağınızı merak ediyordu. “Yahu tamam tutuklamalar yanlış da, acaba hocamız imam hatipli olup olmadığı da belli olmayan bir arkadaşa söylenen şaka yollu o sözü tasvip ediyor mu, etmiyor mu?”

Ama ülkemiz böyle, yapacak bir şey yok. Nasıl üç tarafımız denizlerle çevrili ise, kof muhafazakârlıkla da örülmüş ana yurdumuz dört baştan.

Hâlbuki bakanlara makamlara, il başkanlarına mil başkanlarına, danışmanlara manışmanlara baktığınızda muhafazakârlığın su gibi aktığını görmüyor değiliz. Neyse, konumuz Gülşen.

Şimdi bu şarkıcımızı tutuklayan zaten militan, ondan herhangi bir insaniyet bekleyemezsin. Peki bu ev hapsi ne öyle? Özgürlüğüne kavuşturmuş gibi mi hissetti acaba asliye ceza hâkimimiz? Beyaz atlı, kırmızı yakalı cübbeli prensi/prensesi mi oldu yargının bu meslektaşımız? Neden adli kontrolsüz tahliye etmediği ile ilgili olarak “Elimden ancak bu gelir hemşehrim, zaten bana gelişi tutukluluk” diye mi düşündü acaba? Neyse, burada tutuklamanın şartlarına vs. girmeyelim, gülünç olmayalım. Gülşen isterse konserini evde de verir, çok da güzel olur (müzikal anlamda değil tabii: I don’t like pop and I know it).

Sadece merakım şu, daha ne kadar ileri gidilebilecek acaba? “Selamın aleyküm” diyene “aleyküm selam” demeyenler de tutuklanacaklar mı? Sulh ceza hâkimlerimiz tutuklamaya gerekçe olarak, olumsuz yorumların fazlalığını gösterecek mi?

Hâkimlerimizin hukuk bilmediğini söyleyemeyiz bu arada, çünkü böyle bir bilgisizlik derecesi yok. Bu ancak ahlak ve vicdan eksikliği ve dahi yoksunluğu ile açıklanabilir. “Ahlakla vicdanla ne alakası var abi?” sorusu hangi filmde geçiyor, bilene benden…

Neyse çok uzatmayalım, yeni adli yıl açılışında konuşulur zaten bu konular, biz de öğreniriz. Yıllardır öğrenemediğimiz gibi…

Bitti.

31 Temmuz 2022 Pazar

Anayasaya Madde Önerisi: "Bi S... G..." Deme Hakkı

Bu yazı, “hukuk” etiketinde yayımladığım bir yazı. Yazının konusunda da kanun, daha açık ifadeyle madde önerisi var; Anayasaya bir madde eklenmesini istirham ediyorum büyüklerimizden. Ama yazı, kelli felli bir yazı da değil. O nedenle, o ciddiyet(sizlik)le okuyunuz.

Anayasa ve insan hakları konusunda iddialı değilimdir. Çok insan haklarıcı var zaten, Twitter’da 3.000’den fazla takipçisi olan hukukçuların %90’ı insan haklarıcı. Onlardan birine bu yazım denk gelirse ne der bilemem, belki yanlış veya eksik düşünüyorumdur, olabilir, ben de bir kulum. İnsan haklarında kul hakkı yok gerçi ama, bir hak eksik bence: “Bi s… g…” deme hakkı.

İnsan hakları tarihi kanla yazıldı, yüz yıllarca eylemler direnişler vs. hepsine her zerresine ayrı ayrı saygımız ve şükranımız var, olmasalardı olmazdık. Anayasamızdaki haklara da, yine o hakları savunan sair mevzuata da selamlarımızı gönderelim.

Diğer yandan suçlar var, genellikle sözle işlenen suçlar diyelim onlara; hakaret, tehdit gibi. Hakaret suç olmalı mı olmamalı mı onlar tartışılır, bence olmamalı ama sonuçta suç. Hakareti suç olmaktan çıkaramıyoruz şu anda ve bunun aksi de pek mümkün görünmüyor. Sonuçta bundan ekmek yiyen devlet büyüklerimiz var. Bir ara benden de yiyecekti biri, yedirmedik, neyse… Sonuçta hoşgörü ve bilgelikle donatılmış müstesna coğrafyamızda “bir hakaretle bir kişi, diğerinin yedi ceddini öldürebiliyor” diye abuk bir yorum yapalım, geçelim.

Bununla birlikte hele ki ülkeyi ve gergin ortamımızı düşündüğümüzde, bireylerin en azından “bi s… g…” deme hakkı olmalı. Bireye o hak tanınmalı, Anayasaya da öyle bir madde eklenmeli.

Biliyorsunuz şanlı mevzuatımızda “…/A” şeklinde çok madde var. Söz gelimi CMK’da m.110/A var, adli kontrol altında geçecek süreyi düzenliyor, yetmemiş kanun, adli kontrolü düzenleyen CMK m.109, m.110, m.111, m.112 az gelmiş; çatada, araya 110/A. Yargıtay’da Başsavcı itirazı CMK m.308’de varken, “ya biz onu istinafta niye düşünmedik, bak ayıp oldu” denmiş, çatada CMK m.308/A ile BAM savcılığının itiraz yetkisi eklenmiş (stadı bilmeyenler için söylüyorum; BAM, bölge adliye mahkemesinin tatlı dilli, güler yüzlü ve ceylan gözlü kısaltması). E daha yeni, kişinin huzur ve sükununu bozma suçunu düzenleyen TCK m.123’ün yanına ısrarlı takip suçu, TCK m.123/A olarak eklendi. Şimdi de, şanlı Anayasamız şu hakkı, bu hakkı, o hakkıdan geçilmezken, mesela düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetini düzenleyen Anayasa m.26’nın hemen yanına m.26/A olarak “bi s… g…” deme hakkını koyalım, bireyimiz o cümleyi ilgili kişiye kursun, rahatlasın ve huzur bulsun. Sonuçta Anayasa m.56/1’e göre herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahip. Allah aşkına, Anayasamızda “kıyılardan yararlanma” diye madde var; “bi s… g…” deme hakkı mı olmayacak?

Bu arada; bu yazı halkı suç işlemeye teşvik ve tahrik gibi değerlendirilmesin. Bilakis burada madde önerisinde bulunuyor, maddeyi koyun ki cümleyi kurabilelim diyoruz, yoksa kurmayacak, içimizde biriktirmeye devam edeceğiz. Ama sonuçta lastik gibi kanun, lastik gibi uygulayıcılar… Şuradan darbeye teşebbüs bile çıkarabilir sayın savcılarımız. Yine de yılmayacağız, halkın “bi s… g…” deme hakkını sonuna kadar savunacağız.

Açalım…

İsmailağa Cemaati liderinin vefatından sonra “o da bizim insanımız, kardeşlik için onun görüşlerini de dikkate almalıyız” türü açıklama yapan bir şahsa “yaa bi s… g… Allasen” deme hakkımız olmamalı mı?

Boris Johnson’un istifasını, parlamenter sistemde yürütmenin başkanlık sistemine oranla istikrarsız olduğunun göstergesi olarak yorumlayan Atilla Yayla’ya, sırf bu tweet’i nedeniyle de değil, mesela aldığı oksijenin gereğinden fazla olmasına “bi s… g…” diyemeyecek miyiz?

Diyanetin zamları Allah’ın yaptığına yönelik açıklaması bize o cümleyi kurdurtmayacak mı, içimize mi atalım bazı şeyleri? Ne demiş Settar Tanrıöğen: “içine atıyon, bu hiç iyi bir şey değil, içine atma, dünyadaki bütün büyük hastalıkların ana sebebi bu, içine atmak” (Vavien)

Ali Koç’un suratı bile artık “yaa hacı bi s… g…, sal bizi” dedirtmiyor mu?

Altılı yuvarlak masayı elimizle devirip “altınız da ayrı ayrı …” demek hiç mi gelmiyor içinizden?

Malum şahsın herhangi bir söylemi veya örnek verelim, “dişinizi sıkın şu ayda rahata kavuşacağız, yine seçin halledeceğiz” türü açıklamalarına karşı “ya reis …” olmuyor mu sizde de?

Bahçeli’nin… (Neyse ona girmeyelim, Çakıcı Makıcı salınmasın üstümüze)

Derdimi anlattım sanıyorum.

İnsan haklarıcılar ne der bilemem, ama bence Anayasamıza “bi s… g…” deme hakkı eklenmeli. Muhtemelen insan haklarıcılar “buna gerek yok, zaten o, Anayasa ve İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nde güvence altında” filan diyecekler, yemezler. Deyin bakalım birine “bi s… g…”, ne oluyor. Ben o maddeyi görmek istiyorum hem, vatandaş değil miyim?

İyi yazlar…

29 Haziran 2022 Çarşamba

21:15'te Kısa Özet

Esasında yazacak çok konu var ama, sinirimizi bozmayalım. İmla hataları yazılarıma bir yenisini ekleyeyim ben.

Önceki yazılar “Sirkü Evrakları”, “Bir Tık Keyfiyet” ve “Keyfekeder Bir Tabiyet” başlıklıydı; bu da dördüncü yazımız, “21:15’te Kısa Özet”.

1. Saatte iki nokta üst üste (:) kullanmaya değinelim önce. Casio’nun veya başka markaların dijital hayatımıza kattığı, saat ile dakika arasına iki nokta koyulması “yanlış kuralı”, mutlaka bizim yazılarımızda, dilekçelerimizde veya başka yerlerde bu şekilde kullanımda bulunmamızı gerektirmiyor tabii ki. Saat 21.15 olur, saat 21:15 olmaz. Casio’ya saygılar (bu arada, “burası kasıyo, MSN var mı” ne geyikti be).

Sayılardan girmişken, ilkokulda “sıfır tam, onda bir” diye öğretilen sayı “0,1” şeklinde yazılır, araya nokta koyulmaz. Üç buçuk, “3.5” olmaz yani. Onu da ekleyeyim.

2. Dilekçelerde bayıldığım bir husus, dilekçe içeriğinde soyadların büyük harflerle yazılması. Hadi onu dilekçenin başına yaz, kim adına yazıyorsun veya kimsin. Ama “tanık Ahmet YILMAZ o sırada olay yerinde değildir” derken Yılmaz’ı bu kadar büyütmenin bir âlemi yok, hem Yılmaz soyadı herkeste var.

3. Belirtisiz isim tamlamalarında tamlanan olan kelimenin özel isim olması durumunda kesme işareti kullanımları gözüme çok çarpıyor. Burada çok hata görüyor, üzülüyorum. “2011 Türkiye’sinin”, “1982 Anayasa’sının” gibi kullanımlara rastlıyorum. Hâlbuki tamlamaya bakıldığında esasa alacağımız tabir 2011 Türkiyesi, 1982 Anayasası olmalı, kesme işareti buralardan sonra gelmeli.

4. Ülkemin bir makus talihi de şu, “ne … ne …” kalıbını doğru düzgün kullanan neredeyse yok. Bazen cümlenin gidişatından veya uzamasından ben de o hataya düşüyorum maalesef. Ama en azından yazarken dikkat edilmeli. “Kendisi bugün ne okula ne dershaneye gitti” dersin, süper. “Ne okula ne dershaneye gitmedi” dersen olmaz.

Örneğin “Ne kendisiyle ne başkasıyla bugüne kadar hiç münasebetim olmamıştır” derken cümlenin gidişatının doğru olamayacağını tahmin ediyorsun, vurgu biraz seni oraya götürüyor. Hâlbuki “ne kendisiyle ne başkasıyla bugüne kadar münasebetim oldu” demen ve yazman lazım. Burada “başkasıyla” kelimesinin vurgusu çok önemli. Bak bunu yazarken fark ettim. Yani “başkasıyla” kelimesini normal söyleyenin doğru kullanıma dönüşü imkânsız gibi bir şey, oradan dönülemeyebilir.

Bu arada bir dilekçemde bu kalıbı kullandım. “Yalnız avukat bey orada (atıyorum) ‘olur’ değil, ‘olmaz’ olacak” dedi müvekkil. Anlatmaya çalıştım, anlamadı. Kalıbı kaldırdım kalıbını seveyim.

(Yazı yayımlandıktan sonra akla gelen örnek: “Bu dünya ne sana ne de bana kalmaz” hatası. Tabii o zaman “hiçbir kitap yazmaz” cümlesi ile devam edemeyecekti. Yine de Aysel Gürel’i severiz, ilk cümlenin alternatif söylemi için Karl Marx’a saygılarımızı sunarız.)

5. Bir soru: “Kısa özet” olur mu, yani doğru kullanım mıdır?

Bunun anlatım bozukluğu olduğu, özetin zaten kısa olacağı söyleniyor. Zerre katılmıyorum. Futboldan örnek vereyim, bir maçın 3 dakikalık özetini de verebilirsiniz, 15 dakikalık özetini de. Bu durumda 3 dakikalık özet, kısa özettir.

876 sayfalık bir romanın mesela, 15 sayfalık özeti kısa özettir; 230 sayfalık özeti geniş özettir, uzun özettir, her ne derseniz.

6. Bir notum da şu, “küme düşmek”. Şimdi efendim küme, lig demek. Yani küme düşmek deyince, “bir lig düşmek” demek istersen olabilir. Ama “X takım küme düştü” bana mantıklı gelmiyor. “Alt kümeye düştü” veya “kümeye düştü” de, tamam. İlla ek kullanmayacaksan “güme gitti” de, daha uygun.

Bak şimdi aklıma Kümbet ve Gümbet geldi. Sanki Gümbet, Kümbet’in Anadolu ağzıyla söylenir hâliymiş gibi… Hâlbuki Kümbet bir yayla, Gümbet Bodrum’da (Bodrum’da bu yaz lahmacun kaç lira bu arada).

Hadi bonus olsun, gamboç var ya hani bildiğimiz. O da sanki kamboçmuş da, gamboç denmiş gibi durmuyor mu? Takım elbise, ceket filan takılınca kamboç diyordum yalan yok; ama gamboçmuş işte doğrusu. Gerçi TDK Amca, gamboç diye kelime barındırmıyor bünyesinde. Biz yine de gamboç diyelim.

Giresunluların kullandığı (belki civar illerde de kullanılan) “ağzığın gıtırmağını yiyim” kalıbında ise kelime gıtırmak değil, kıtırmak; orada yanlış olmasın. Farklı anlamlara sahip olmakla birlikte, “kıkırdak” anlamında kullanılıyor burada sanıyorum kıtırmak.

Bu arada yeri gelmişken; önceki üç yazımda da, bunda da hatalarım olmuş olabilir. Önceki yazıda da biraz değindim, “atıp tutuyorsun, sen de şunu şunu yaptın” demeyin (veya deyin, ben de bakayım). Sonuçta kritik gördüğüm hatalara değiniyorum. Olacak o kadar!

İyi tatiller…

28 Mayıs 2022 Cumartesi

Minnettarım, Minnettarız

Rıza Bey ve Sebahattin Bey.

Biri 9 Nisan’da gitti, biri 21 Mayıs’ta. Arada 42 gün, yani tam 6 hafta.

Denize nazır evleri yürüme mesafesindeydi, balkonları uzaktan gözükürdü. Şimdi ise mezarları itibariyle komşular, yine denize nazır. Sebahattin Bey toprağa kavuştuğunda, Rıza Bey “hoş geldin” der gibiydi sanki dünürüne.

Hayatlarında hep efendiydiler, vefatlarında bile; çekmediler, çektirmediler. Yaşadıkları gibi efendi göçtüler. O kadar ki; ikisi de cumartesi gitti, pazar günü toprağa verildi. Vedalarını bile hafta sonuna denk getirdiler.

Cenazelerde zaten kötü konuşulmaz da, gelenler de ayrı bir sevgi ve saygı sundu onlara. Ne kadar farklı bir güzelliğe ve özelliğe sahip olduklarını orada da gördük.

Rıza Bey cumhuriyetten 6 yaş, Sebahattin Bey 4 yaş küçüktü. Cumhuriyeti ve Atatürk’ü çok sevdiler. O sevgiyi aşıladılar. İlericiydiler, emekçiydiler.

Cumhuriyetle doğdular, güzel evlatlar yetiştirdiler. Evlatları da evlatlar yetiştirdi, gördüler. O evlatların evlat yetiştirmelerini de görebildiler.

Buna mukabil pandemi denen şeyi de gördüler, eve hapsoldular. Moralleri bozuldu; gazetelere, bulmacalara, TRT Müzik’e tutundular son günlerinde. Haberlere baktılar sürekli, üzüntülü ama umutluydular. Cumhuriyet çocuğu umutsuz olur mu?

Şimdi, istedikleri ülkenin müjdesini evlatlarının evlatlarının evlatları, olmadı onların evlatları verecek büyük dedelerine. Yapacaklar, yapacağız…

Her şey için teşekkürler; minnettarım, minnettarız…

27 Nisan 2022 Çarşamba

Haklı Olmak

“Hâkimler ve mahkemeler kimseden emir ve talimat almazlar, kimsenin tavsiye veya telkinine göre de karar vermezler. Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun vicdani kanaatlerine göre karar verirler.

Beklentiye göre karar verdiği zaman ‘Ankara’da hâkimler ve mahkemeler var’ demek, beklentiye göre karar verilmediğinde ‘hâkimleri ve mahkemeleri suçlamak’, kararları, beklentiye uygunluğa ya da siyasi taraftarlığa göre değerlendirmek, hukuk devleti ile bağdaşmaz.

Türkiye bir hukuk devletidir. Hiç kimse kendini mahkeme veya hâkim yerine koymamalıdır. İstediği gibi karar çıkmadığında mahkemeleri ‘kurgulanmış mahkeme’, verilen kararları da ‘talimatla verilmiş kararlar’ olarak nitelemek, hâkimlere ve yargıya açık bir hakarettir.

Görülmekte olan bir dava üzerinden yargıyı, hâkim ve savcıları hedef alanları, hakaret ve tehdit edenleri kınıyorum.” buyurdu bakanımız. Ufak imla düzeltmeleri yaptım tweet’inde, hoş görsün bu kulunu.

Kesinleşmeyecek, kesinleşse bile olağanüstü kanun yolları ile iade-i itibarla son bulacak bir yargılamada hukuk ayan beyan katledildi. Gezi’nin özelliğine ve bu kararın intikam niteliğine değinmiyorum bile. Gezi’yi bir önceki yazıda da andık zaten.

Beraat ve tahliye edilen suçtan mahkumiyet verildi; yeniden açılan/uydurulan suçtan beraat verildi vs… Tünel sistemi uygulandı, çok net bir şekilde. Tıpkı malum dönemin hâkim ve savcıları gibi uygulandı hukuk.

Tüm bu açık hukuksuzluğa rağmen, hâkimler bu karara imza atarken “bizden önceki militanların başına ne sıkıntılar geldi, bize de gelir” diye düşünmedi, an’ı yaşadı; “carpe diem” bir nevi.

Tablo bu şekilde iken bakan; yine ileride hicap duyacağı sözler söyledi/tweetler attı (gerçi hicap niye duysun, “carpe diem” dedik ya). İleride hatırlatılır kendisine, tıpkı hocaefendisi için söylediği sözler gibi; o da “dün dündür, bugün bugündür” der; ileride tarihin tozlu, kötü kokan sayfalarına adı karışmaya devam eder.

Zaten niye o geldi ki adaletimizin başına, adaletimiz o kadar adaletsiz mi? Öyle demek ki.

Başkalarını bilmem, ben ülkem için çıktım dışarıya; Kavala’yı tanımam, çok iyi Kavala kurabiyesi yapan yer bilirim Dedeağaç’ta, isteyene öneririm. Gezi onurumuzdur, onu da bilirim, orada olduğum için de onur duyarım.

Gerisi, mesela şu ağır ceza heyetinin kararı “yok”tur benim için; ama yatanlara, ailelerine üzülürüm. Şimdinin büyük büyük insanlarının külliye duvarına işediklerini de bilirim.

Haklıydık çünkü; haklı olmanın huzuru var üzerimizde. Yapıcı’da da, Atalay’da da, diğerlerinde de var tabii. Haklı olmak başka bir şey; onlar ise hiç olmadılar.





Not: Yazıyı siteye koyduktan sonra fark ettim. Bu, sitenin 100. yazısıymış. Yazılarım çok da okunmuyor ama, önemli olan iç dökmek sonuçta. İçimi döktüklerime ve destekleyenlere teşekkürler...

29 Mart 2022 Salı

Çağdaş Tarih Kitabımız ve Parkımız

Mücella Yapıcı Twitter’dan paylaşmış; Ortaöğretim Çağdaş Türk ve Dünya Tarihi Ders Kitabında -ki Milli Eğitim Bakanlığı tarafından okutuluyor bu eşsiz eser- Gezi Parkı olayları bir başlık altında anlatılmış. Baktım yeni bir şey de değilmiş bu herhâlde, evveliyatı varmış yani.

Kitaba göre Gezi Parkı olaylarında polisin müdahalesi sonrasında gelişen olaylar hükümeti zor durumda bırakırken kamuoyunda eylemcilere dair mağduriyet algısı oluşmuş, sosyal medyada çok sayıda takipçisi bulunan bazı gazeteci ve sanatçıların mesajlarıyla parktaki kalabalık hızla artmış, eylemciler şehrin belirli bölgelerinde toplanarak kamu binalarına, bankalara ve dükkanlara zarar vermiş, gösterilerin Gezi Parkı’nın korunmasından ziyade çok sayıda projeye (3. havalimanı gibi), ülkenin birlik ve bütünlüğüne karşı yapıldığı ortaya çıkmış, olayların başlamasında her ne kadar vatandaşların çevre duyarlılığı etkili olduysa da sonradan hükümetin ekonomik alanda ve demokratikleşme alanında attığı adımlardan hoşnut olmayan kesimlerin yönlendirmesiyle olaylar farklı boyut kazanmış, bu olaylar Türk finans sistemine de etki etmiş, dolar fırlamış.

Hükümet sevici ve hükümetin zor durumda kalması ağırına gidici kitabımıza derin şükranlarımızı sunalım da; eylemcilerin yasal ve dahi anayasal haklarını kullanırken öldürülmelerinin bir mağduriyet “algısı” oluşturmasından mı bahsetmiş Sayın MEB onaylı paralel tarihli, bir o kadar Fetullah benzeri beyin yıkamasyonlu ders kitabımız, yanlış mı anladım?

Parktaki kalabalık hızla artmış, bazı gazeteci ve sanatçılar insanları parka davet etmiş, bu nasıl bir kalkışmaymış öyle, değil mi sayın kutsal kitap, hem de onaylı, sağ altında QR kodlu?

Eylemcilerin de amacı ortalığı yakıp yıkmakmış değil mi, protestoların nedeninin havalimanından “salarım üstünüze”, “yüzde 50’yi zor tutuyorum”, “çatlasanız da patlasanız da”larla hiçbir ilgisi yokmuş.

Hah şimdi oldu, ülkenin birlik ve beraberliği. Olmasaydın eksik kalırdık sayın ülkenin birlik ve beraberliği, neredeydin sen? Hadi tüm ülkece birlik ve beraberlik içinde 3. havalimanına yürüyelim, yolun onda birinde birlik ve beraberlik bozulmazsa AKP’ye oy isterim.

Bir de hükümet, hani şu AKP olan, ekonomik alanda ve demokratikleşme alanında adımlar atmış, eylemciler ondan hoşnut olmamış, ondanmış bu tantana. Gezinin amacı bizatihi antidemokratikleşme olmasın adı çağdaş kendi naçağdaş tarih kitabımız?

En sevdiğim kısma geldim, evet ekonomi. Dolar o dönem 1,85 TL iken 1,91 TL olmuştu hani; şimdi… Neyse burayı geçelim siz o sırada döviz.com’a filan bakın. Padişahın ağzından çıkan bir kelimeyle doların naradaaaan narayaa naradaaan narayaa geldiğine bakın veya.

3. havalimanı demiştik. AKP’lisi dahil herkes o yolda padişaha sövüyor. Sadece yolda da değil, içinde de. Uçak iniyor mesela, körüğe yanaşana kadar Sabiha Gökçen-İzmir uçuşu tamamlanıyor o derece. 3. havalimanı yolu ve içi padişahın kulaklarının en çok çınladığı güzergâh olabilir. Adı “3. havalimanı” değil bu arada, “İstanbul Havalimanı”. Ama bu liman İstanbul’da değil; olsun, Bahçeşehir Üniversitesi de Bahçeşehir’de değil. Haa bu arada, padişah da oraya inmiyor; Atatürk’e iniyor. “Beni o limana çıkaramazsın” diyor herhalde padişah.

Osuruktan projelerle ülkenin ne hâle geldiğini padişah da kabul ediyor, “İstanbul’a ihanet ettik” diyen kendisi. Ancak “siz İstanbul’a ihanet ediyorsunuz” diyenler, gelişime ve demokratikleşmeye karşı çıkan bozguncu fışkılar, öyle mi çağdaş Türkiyemin işkembe-i kübra kitabı?

Ayan beyan yalan söylüyorlar ve bu yalanları tarihe not düşüyorlar. Olsun, yakında tarih olacaklar.

Mor ve Ötesi ağabeylerimizin Sirenler albümünde yer alan Park şarkısı ile bitirelim:

“Dün neler mi kaybettin? / Belki zamanın yok şimdi / Gidenler geri gelmez ama / Boş yere yorulmadı kalbin

Adını bilmesem de kardeşsin / Biz neye söz vermiştik? / Yüzümü gördüğünde gül artık / Biz bir kâbusu yendik

Yok, yaralara dokunmak yok / Gök de bir bize, ağaç da bir / Sabrın tükendi ama, aman / Onlara asla benzemedin

Adını bilmesem de kardeşsin / Biz neye söz vermiştik? / Yüzümü gördüğünde gül artık / Biz bir kâbusu yendik

Adını bilmesem de kardeşsin / Biz neye söz vermiştik? / Yüzümü gördüğünde gül artık / Biz bir kâbusu yendik

Adını bilmesem de kardeştik / Biz neye söz vermiştik? / Parka gittiğinde gül artık / Biz bir kâbusu yendik, yendik, yendik

Adını bilmesem de... / Biliyorum, söz vermiştik / Parka gittiğinde... / Biz bir kâbusu yendik”

Haa bu arada şunu da ekleyeyim: “El pueblo unido jamás será vencido”…

28 Şubat 2022 Pazartesi

Finito

 


Dört senelik iktidarında dört farklı takım şampiyon olmuş olacak. Ocak ayından bu tarafa Trabzon “Şampi” bile değil, “Şampiy” de değil, “Şampiyo” da. Şampiyon ulan adamlar işte.

İktidarında önce Galatasaray şampiyon oldu, sonra yerli ve milli Başakşehir tarihinde ilk kez şampiyon oldu, sonra Sergenli Beşiktaş, en son da neredeyse kırk yıl sonra Trabzon. Çok sağlam başarı. Herkes tattı şampiyonluğu. Ortalık rengarenk oldu.

Takımı ise bu süreçte, bırakalım şampiyonluk adaylığını, kümede kalma mücadelesi bile verdi.

Yine Kadıköy’de derbi serileri sona erdi. Galatasaray, Beşiktaş, Trabzonspor; güle oynaya yendi Kadıköy’de Fenerbahçe’yi.

UEFA Avrupa Ligi statüsü olduğundan beri ilk kez gruptan çıkamadı takım. Dandik bir Konferans Ligi çıkardılar, onda da ilk maçta elendi: Aynı tarifeyle, 3’er 3’er yiyerek…

Takıma olan sevgi, destek, kredi vs. vs. hepsi bitti. Zorla izliyordu taraftar, takımını; şimdi hiç izlemiyor. Herkesin zamanı kıymetli.

Halbuki ne sağlam destekle gelmişlerdi (ben dahil). “Haziran güneşi” demiştik, daha ne diyelim?

Bir sürü hoca, oyuncu geldi gitti. Birçoğu da o eleştirilen eksbaşkanın daha önce getirdikleri idi. Vizyon mizyon dendi. V’sini göremedik.

Bu akşamki Kasımpaşa osuruktan galibiyeti düşüncemizi değiştirecek değil, hasbelkader 2. olursa takım, o da bir başarı değil.

Dünyanın en güzel takımı dediğimiz basketbol takımı bile batırılabildi, dağıtılabildi.

Hiçbir şey başarılamadı ve her tercih yanlıştı. Şimdi bir tercih şansı var, bu fırsat kolay kolay geçmez, o isabetli tek tercih olacak. Ne olduğunu hepimiz biliyoruz.

Finito Sayın Koç, Finito!

30 Ocak 2022 Pazar

Panel Notları

24-31 Ocak Adalet ve Demokrasi Haftası kapsamında Uğur Mumcu Araştırmacı Gazeteci Vakfı, Taşdelen ve Çankaya Belediyeleri tarafından sekiz gün boyunca tertiplenen paneller arasında, Yargıçlar Sendikası’nın düzenlediği 29 Ocak 2022 tarihli “Hukuk olmadan devlet olur mu, olursa adı ne olur?” konulu panel de vardı, panelde ben de Avukatlar Sendikası’nı temsilen konuşmacı olarak yer alacak, ağırlıklı olarak cumhurbaşkanına hakaret suçu ile ilgili sunum yapacaktım. Ancak sağlık nedenlerinden dolayı bu panel gerçekleşemedi. Ben de panel için aldığım notlara burada, içeriğini biraz da değiştirerek yer vereyim, bu notları sizlerle paylaşayım dedim. İyi okumalar… 


Panel için davet gelince (bırakınız konuşmayı, daveti bile onur verici, Yargıçlar Sendikası Başkanı Ayşe Sarısu Pehlivan’a, konuları istişare ettiğimiz Yargıçlar Sendikası Genel Sekreteri Enver Kumbasar’a ve konuşmacı olarak benim yer almamı isteyen Avukatlar Sendikası Başkanı Selin Aksoy’a şükranlarımı sunuyorum), cumhurbaşkanına hakaret suçu ile ilgili emsal Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay kararları üzerine çalışmalar yaptım. O dönemde henüz Sedef Kabaş tutuklanmamış, gözaltına da alınmamıştı. Ön çalışmamda da, cumhurbaşkanına hakaret suçunda tutuklama ve adli kontrol tedbirlerinin uygulanmasına odaklanmıştım. Burada da bu konuya yer vereceğim tabii ki. Zaten son gelişmeler, araştırdığım AİHM ve AYM kararlarının ne kadar önemli olduğunu da göstermiş oldu (aynı zamanda ne kadar önemsiz olduklarını da tabii).

Öncelikle bu gelişmelerin, yani cumhurbaşkanına hakaret ve benzeri suçların uygulamada bu şekilde soruşturulup kovuşturulduğunun insicam, yani tutarlık konusunda sıkıntı oluşturduğu, hukuk uygulamalarının ciddiyetsizliğine yol açtığı söylenebilir. Son dönemde de, bu ciddiyetsizliğin ve hukuka aykırılığın daha da ileriye gittiğini görüyoruz.

Örneğin bir yandan paketlerle, reform söylemleriyle, “yargı reformu strateji belgesi” gibi ağdalı isimli düzenlemelerle İnfaz Kanununda değişiklikler yapıyor, hükümlülerin cezaevinden çıkmalarının önünü açıyor ve 6 yıl hapis cezası alan şahısların hiç cezaevine girmeyeceği değişiklikler yapıyoruz veya 8 yıl hapis cezası alan bir şahsı 1 yıl yatırıp tahliye ediyoruz, hatta pandemi dolayısıyla onları da çıkarıyoruz; bir yandan ise 3, 4 yıllık hapis cezası gerektiren suçlarda şahısları, haklarında henüz dava açılmadan veya mahkumiyet kararı verilmeden tutukluyoruz.

Ancak tutuklamaların bu şekilde icra edilmesini doğrudan çelişki veya hata olarak görmek de bizatihi hata olur. Bu bir hata değil, bilakis tercih. Yoksa hâkimler ve savcılar cumhurbaşkanına hakaret suçundan bir kişinin tutuklanmaması gerektiğini, aksinin hukukumuza uygun olmadığını bilecek kapasitede insanlar. Biliyorlar, ama “hukukumuza uygun” dedim. “O hukuka” gayet de uygun; uygun ki, tutuklama gerekçesini Sedef Kabaş kararındaki gibi kurabiliyorlar: “Atılı suçun vasıf ve mahiyeti ile eylemin nitelikli hâl olarak düzenlenmiş olması karşısında kanunda öngörülen cezasının alt ve üst sınırı nedeniyle kaçma ve saklanma ihtimalinin yüksek olduğu”… Suçun alt sınırı 1 yıl, üst sınırı 4 yıl; nitelikli hâlde de, en az 2 ay, en fazla 8 ay artırım söz konusu, düşünün durumu.

Kişiyi hürriyetinden yoksun kılmak, Türk Ceza Kanunu’na göre suç. Ancak kişiyi bir adli kontrol veya tutuklama kararı ile hürriyetinden yoksun kılarsanız hukuka uygunluk nedeni var ve fiil suç değil, tamam. Ama bu kararlar keyfi ve kastiyse ve de hukuka aykırıysa, suç olmuyor mu? Oluyor. Bu karar suç değil mi, suç. O kadar.

O hukuka göre; tutuklama yasağı yoksa, yani suçun üst sınırı iki yıldan fazlaysa “demek ki tutuklanabilir” diye tutuklayabiliyor sulh ceza hâkimleri. Ölçülülüğe, tutuklamanın şartlarına, hangi hâllerde tutuklamanın olabileceğine, hatta o durumlarda bile tutuklamanın zorunlu olmadığına bakmıyor, “bu konuda AİHM ne diyor” diye de önemsemiyor hâkimlerimiz.

Sulh ceza hâkimleri dedim, o merciin getirilişi zaten ayrı bir konu ve o hukuka uygun. Sulh ceza hâkimliklerinin hangi dönem getirildiği de malum. 17-25 Aralık döneminden sonra böyle bir ihtiyaç hasıl oldu ve sulh ceza hâkimlikleri kuruldu. Tutuklamalar, salıvermeler, telefon dinlemeleri, telefon dinlememeleri, teknik araçlarla izlemeler, teknik araçlarla izlememeler, erişimin engellenmesi kararları, erişimin engellenmemesi kararları, takipsizliğe itirazlar hep bu makam tarafından inceleniyor. Bu da o hukukun bir tercihi.

Kişiye ve konjonktüre göre kanun hükümleri uygulanabiliyor. Cumhurbaşkanına hakarete tutuklama/adli kontrol; muhalefet liderine yumruklu saldırı, ortada bir şey yok.

Bu arada, Ceza Muhakemesi Kanunu’nun, Türk Ceza Kanunu’nun esasında özgürlükçü olmadığı veya yetersiz olduğu da söylenemez. Hatta özellikle CMK gayet net, özgürlüklerin önünü açan, şüpheli ve sanık haklarını koruyan, hukuka aykırılığa müsamaha göstermeyen ilkeleri barındıran bir kanun. Anayasa m.38 yine şüpheli ve sanık hakları açısından önemli. Ancak uygulamada bunları göremiyoruz, en son Sedef Kabaş kararı bunun net göstergesi.

Öngörülemezlik var, “gücü gücü yetene” hukuku. Belki bu, “hukuk olmadan devlet olur mu, olursa adı ne olur?” sorusuna bir cevap olabilir.

Az önce bahsettiklerimden de anlaşılmıştır, “kanunlar iyi, uygulayıcılar kötü” demek mümkün değil. Zaten bir hâkim/savcı güvencesi de yok. Kararına inanmayan, kararı ile aynı düşünmeyen, ama o şekilde karar vermesi gereken veya beklenen hâkimler/savcılar var.

Siyasi davalarda tahliye kararı verenler, cezalara, tutukluluğun devamı kararlarına muhalefet şerhi koyanlar, dava açmayanlar veya açanlar yerlerinde kalabiliyor mu, bir baskı var mı? Bu soruların cevaplarını hepimiz biliyoruz. Bu nedenle, güvencesi olmayan, büyük bir çoğunluğunu kendisini bağımsız hissedemeyen hâkim ve savcıların oluşturduğu meslektaşlarımıza kabahat bulmak, işin gerçeğini görmezden gelmek anlamına gelir.

Önceden, özellikle 2007 ila 2013 yıllarında bir gücün tahakkümü altında hâkim ve savcılar çoğunlukta idi; şimdi başka bir gücün tahakkümü altında hâkim ve savcılar çoğunlukta. “Gücü gücü yetene hukuku” tanımıma da uyuyor bu sanırım. Ayrıca tüm bunlara düşman ceza hukuku demek de mümkün.

Anayasa Mahkemesi için “saygı duymuyorum”lar, yine şahıslar için “öyle bırakmam onu”lar, “papazı bırakmayız”lar, “dilini koparırız”lar -ki minik serçeye değilmiş o, hangi serçeye bilmiyoruz- varsa; orada hukuk devleti olmaz zaten. Sedef Kabaş örneğinde Adalet Bakanının tweet’i mesela. Bir adalet bakanı böyle bir tweet atma gereğini neden bulur? Bu tweet’ten haberi olan bir hâkim ve savcı, inandığı gibi karar verebilir mi? (Bu arada Adalet Bakanımız da hakkın rahmetine kavuştu, Cumhurbaşkanımız taksiratını affetsin)

Ülke olarak cumhurbaşkanına hakaret suçlarında ne durumdayız, bakalım. Yargıtay’ın bir kararında (16. Ceza Dairesi), “paylaşımların genel kapsamı ve paylaşım zamanı nazara alındığında düşünceyi açıklama ve anlatma özgürlüğüyle ilgisinin bulunmadığı, paylaşımların içeriği itibariyle Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ve Hükümetinin şeref ve saygınlığını zedeleyici niteliğinin bulunduğu, bu anlamda bu ifadelerin düşünce özgürlüğü bağlamında hukuki koruma görmesinin mümkün olmadığı” geçiyor.

- Paylaşım zamanı ne demek? Sabah olunca suç, akşam olunca değil mi? Aç karnına/tok karnına paylaşım yapınca değişiyor mu?

- Devletin ve hükümetin şeref ve saygınlığını zedeleyici nitelik ne demek? Devlet ve hükümetin şeref ve saygınlığı zedelenir mi? Zedelenirse bir sosyal medya paylaşımı ile zedelenecek kadar narin midir bu şeref ve saygınlık? Zedeleyici niteliğin zedeleyeciliğini kim belirliyor?

- Zedeleyici nitelik olunca düşünce özgürlüğü sayılmıyor mu? Düşünce özgürlüğünde zedelememe kıstası varsa neden düşünce özgürlüğü var?

Davaya konu edilen söz de şu, “ülkenin ırzına geçmekle” itham edilmiş devlet büyükleri.

Yine cumhurbaşkanının kadın kılığında, Obama’nın sevgilisi gibi çizildiği olayda Yargıtay; paylaşımın cumhurbaşkanını küçük düşürücü, onur, şeref ve haysiyetini zedeleyecek nitelikte olduğu yorumunu yapmış.

Hırsızlık ve sevişme örneklerinin gösterildiği bir sosyal medya paylaşımında “hırsızlığın sevişmeden daha onurlu sayıldığı bir ülkede sevişin lan” cümlesi de Yargıtay’a göre hakaret.

“… On bir yıldır hep çaldım yine çalarım”, “rüşvetimi alır yaşarım”, “evde istiflemişim birkaç milyar dolar, onları sıfırlayacak Bilal gibi bir oğlum var”, “ulusun korkma Pensilvanya’daki canavar, çalsa da bir bildiği vardır diyen seçmenim var” yine Yargıtay’a göre hakaret.

Dosyaların Yargıtay’a taşınma usulü de birçok kararda, ilginçtir, kanun yararına bozma ile olmuş. Yani sanıkların cumhurbaşkanına hakaret suçundan aldıkları beraat kararları başta temyiz edilmemiş ve kesinleşmiş, sonra olağanüstü bir kanun yolu olarak Adalet Bakanlığı bu kararın kanun yararına bozulmasını Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan talep etmiş. Yargıtay da almış, bozmuş kararı.

Peki Anayasa’da, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nde güvence altına alınan temel hak ve özgürlüklerin, bireyler hakkında hapis cezası verilmesi dolayısıyla ihlali bizatihi o bireyi küçük düşürücü değil mi? Burada bir, ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapma durumu yok mu?

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından verilen 19 Ekim 2021 tarihli Vedat Şörli - Türkiye kararı cumhurbaşkanına hakaret suçu açısından önemli. Sedef Kabaş’tan sonra da meşhur oldu zaten karar.

Vedat Şörli’nin paylaşımlarından dolayı 2 ay 2 gün tutuklu kaldığı ve hakkında 11 ay 20 gün hapis cezası verilip hükmün açıklanmasının geri bırakıldığı görülüyor. AİHM burada şu açıklamada bulunuyor: “Mahkeme (AİHM), mevcut davada hiçbir koşulun, başvurucunun polis tarafından gözaltına alınmasını ve hakkında verilen tutukluluk kararını veya hükmün açıklanmasının geri bırakılması ile sonuçlanan ceza infazının uygulanmasını haklı kılacak nitelikte olmadığı kanaatindedir. Doğası gereği böyle bir yaptırım, özellikle cezanın etkileri dikkate alındığında, ilgili kişinin kamu yararına ilişkin konularda kendini ifade etme istekliliği üzerinde kaçınılmaz olarak caydırıcı bir etkiye sahip olacaktır. (…) Sonuç olarak Mahkeme; suç teşkil eden konularda cumhurbaşkanına daha fazla koruma sağlayan özel bir hüküm kapsamında başvurucuya cezai bir yaptırım uygulanmasının Sözleşmenin ruhuyla bağdaşmayacağını ifade etmektedir. Bu nedenle Mahkeme, şikayete konu olan tedbirin meşru amaçlarla orantılı olmadığı ve Sözleşmenin 10. maddesi anlamında demokratik bir toplumda gerekli olma şartını karşılamadığı kanaatindedir”.

Bu konuda son dönem, Anayasa Mahkemesi (AYM) kararları da var. 26.05.2021 tarihli Şaban Sevinç, 08.06.2021 tarihli Yaşar Gökoğlu kararları örneğin. Şaban Sevinç kararında şahıs 1 Kasım 2015 seçimi öncesi bir TV programında, “yani yolsuzluk tapeleri olan, ses kayıtları olan, oğluyla rüşvet konuşması olan, Cumhurbaşkanlığına aday bile olamaz diye düşünülmüş” diyor; Yaşar Gökoğlu kararında şahıs, 10.10.2015 olaylarından sonra 12.10.2015 tarihinde “kaçak saraydaki, iktidarını devam ettirmeye çalışmaktadır” diyor. Sevinç hakkında 11 ay 20 günlük, Gökoğlu hakkında 10 aylık hapis hükümlerinin açıklanmasının geri bırakılmasına karar veriliyor. AYM ise şahısların ifade özgürlüklerinin ihlal edildiğine karar veriyor.

Yine Şörli kararında olduğu gibi isabetli açıklama ve tespitler var kararlarda, olması gereken eleştiriler var.

Derken… Cumhuriyet’te bir haber çıktı, 14 Ocak 2022’de, Yargıtay Ceza Genel Kurulu bir cumhurbaşkanına hakaret dosyasında, “Demokratik bir toplumda siyasetçilere; diğer siyasetçileri, hükümet mensuplarını ve kamu görevlilerini eleştirme hakkı tanınmış olduğu, seçmenlerini temsil eden, onların taleplerini, endişelerini ve düşüncelerini politik alana aktaran ve çıkarlarını savunan seçilmiş kimseler için ifade özgürlüğünün özellikle değerli olduğu, bu sebeple müdahale eğer bir siyasetçinin ifade özgürlüğüne yönelik ise başvuruların çok daha sıkı bir denetimden geçirilmesi gerektiği” gerekçesi ile sanık hakkında verilen beraat kararını onadı. Karar güzel, karardaki sözler de, az önce söylediklerimden daha yumuşak değil, CHP Kayseri İl Başkanının “git ayakkabı kutularındaki parayı say”, “hangi projesin sen” cümleleri var. Esasında hiç tartışmamamız lazım bu sözleri; ama dosya Yargıtay Ceza Genel Kurulu’na gitmiş. Tabii o da önemli. Mahkeme beraat veriyor, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tebliğnamesinde, yani Daire kararı öncesi kararın bozulmasını talep ediyor, Daire onuyor, karara karşı bu kez bir başka olağanüstü kanun yolu olan Başsavcı itirazı yoluna gidiliyor. Dosya ondan dolayı Yargıtay Ceza Genel Kurulu’na gidiyor. Masrafa ve zamana yazık. Ancak “milletin adamına kimse bu sözleri söyleyemez, uğraştıralım vatandaşı” deniyor herhâlde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ve Başsavcısı tarafından. Kesin kararlar yeniden diriltilmeye çalışılıyor.

Bu karar tabii ki önemli; ancak Yargıtay Ceza Genel Kurulu gibi ciddi bir merciin böyle bir kararının pek bir anlam ifade etmediğini görmek açısından da önemli.

Bu arada; 2014 ila 2019 yıllarında 128 bin 872 kişi hakkında cumhurbaşkanına hakaret suçlarından soruşturma açılmış. Baktım, nüfusu 128 bin 872’den az olan kaç ülke var dünyada? 50’den fazla ülke var. Andorra, Faroe Adaları, Lihtenştayn nüfusundan daha fazla insan cumhurbaşkanına hakaret suçundan soruşturma geçirmiş.

Tabii şunu da eklemek lazım. Makamında oturup tonton bir şekilde görevini icra eden bir cumhurbaşkanımız yok. Bir kesime terörist diyen, tehditler savuran bir siyasi figüre karşı “sensin o” demek niye hakaret olsun? “Karşılıklı hakaret” diye bir düzenleme var kanunumuzda sonuçta. İki tarafa da ceza verilmeyebiliyor bir karşılıklı hakaret durumunda veya ikisi de hakaret suçunu işliyor ve ikisine de indirim uygulanıyor. Bana bir devlet büyüğü “teröristle iş birliği yapıyorsun” dediğinde “hayır asıl siz yapıyorsunuz” dediğimde veya “sen önce rüşvetin hesabını ver” dediğimde veya başka bir isnatta bulunduğumda sadece ben niye ceza alıyorum?

Bu aşamada Anayasa m.101-102’yi de belirtmek durumundayım. Cumhurbaşkanına hakaret suçu yürürlükte iken Anayasa m.101’de cumhurbaşkanı tarafsızdı, cumhurbaşkanı seçilenin de varsa partisi ile ilişiği kesilirdi. 2017’de bu madde değişti, o ibare kalktı, maddenin başlığı da değişti. Anayasa m.101’in başlığı “(Cumhurbaşkanının) Nitelikleri ve tarafsızlığı” idi, 2017’de “Adaylık ve seçimi” oldu. Ama “Türk işi kanun yapıcılığı” uyarınca, Anayasanın bir başkası maddesi olan 103. maddedeki yemin metninde geçen “görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için” ibaresi kalıyor.

Bunları niye söylüyorum. Artık cumhurbaşkanı tarafsız değil, partili olabilir, ki partili zaten. Bir siyasi parti lideri cumhurbaşkanımız. Bir başka siyasi parti lideri için ise böyle ayrıcalıklı bir hüküm yok, bu da bir adaletsizlik değil mi?

Esasında ifade özgürlüğünü koruma amaçlı düzenlemelerimizde ve paketlerimizde gerekçeler son derece güzel ve özellikli. O kadar güzel ki, ağlarsınız gerekçeleri okuduğunuzda, gerçekten. Ceza miktarına bakılmaksızın bazı suçlarda istinaf aşamasından sonra temyiz kanun yolları açıldı mesela. Gerekçe olarak da ifade özgürlüğü gösterildi, yani ifade özgürlüğünün tam olarak korunması için dosyaların temyiz aşamalarında da incelenmesi uygun görüldü. Ancak Yargıtay kararları da malum. Ne diyelim, “dostlar Yargıtay’da görsün”.

Neyse; Türk işi yargı der, milletimiz, devletimiz der, geçeriz. Büyük oyun deriz, beka deriz, bir şekilde sıyrılırız. Ancak bunun devamlılığı olmadığını da biliriz. Hukuk devletinin gerçekten tüm unsurları ile yürürlükte olduğu, güzel günlerde görüşebilmek ümidiyle. Bu ümidi taşımamız için çok gerekçemiz var; yurtsever hâkimlerimiz, savcılarımız, avukatlarımız, akademisyenlerimiz var. Bu şahıslar hukuk devletini ayakta tutacak; zira Uğur Mumculara, Doğan Özlere borcumuz var.