5 Aralık 2020 Cumartesi

Amarıga mı Burası

CMK m.201’de düzenlenen “doğrudan soru yöneltme” müessesesi, maddi hakikate ulaşabilmek adına son derece önemli. Maddenin 1. fıkrasına göre; “Cumhuriyet savcısı, müdafi veya vekil sıfatıyla duruşmaya katılan avukat; sanığa, katılana, tanıklara, bilirkişilere ve duruşmaya çağrılmış diğer kişilere, duruşma disiplinine uygun olarak doğrudan soru yöneltebilirler. Sanık ve katılan da mahkeme başkanı veya hâkim aracılığı ile soru yöneltebilir. Yöneltilen soruya itiraz edildiğinde sorunun yöneltilmesinin gerekip gerekmediğine, mahkeme başkanı karar verir. Gerektiğinde ilgililer yeniden soru sorabilir”. Nasıl, mis gibi hüküm değil mi?

Katılan vekili olarak yer aldığım, bir otobüs insandan müteşekkil örgüt dosyasında (“örgüt dosyası dediğin zaten kalabalık olur” demeyin, otobüste arka beşliyi dolduramayacak örgütlerimiz de mevcut), sanıklara peş peşe sorular sorduğum celse sonrası zaptı beklerken mahkeme başkanı, “Avgat Bey ne o kadar soru soryon, Amarıga mı burası” diye veryansın etmişti.

Celselerin celseleri kovaladığı, sanık ifadelerinin bir türlü tamamlanamadığı kalabalık dosyada bir sanığın müdafii, üç celse üst üste müvekkilinin “iş göremezlik” raporunu sununca maddi hakikat dediğimiz şey geç ortaya çıkıyor tabii. Çünkü üç celse dediğiniz, en az beş mevsim geçişine tekabül. Sanığımızın uzun süredir iş görememesinden dolayı son derece müteessiriz, ancak sorularımız da var, nasıl yapalım?

Esasında duruşmaya insan gelmemesi mahkemenin de işine geliyor. Çünkü az insan az ifade, az ifade az yaz kızım, az yaz kızım az zaman, az zaman çok boş zaman. Bense sanıklar her geldiğinde yaklaşık bir yıl önce hazırladığım soruları CMK m.201’in bana bahşettiği yetki uyarınca sanıklara tevcih ediyorum. 4-5 kişinin dinlendiği bir celsede peş peşe sorularım sanıklardan ziyade mahkeme başkanını rahatsız ediyor, o da “Amarıga mı burası?” diyor.

Sorular sorulsa ne olacak; sorular zapta geçmiyor, sadece cevaplar var, tanıkların veya tarafların sorulara cevap verip veremedikleri, verirlerse o sorunun ne kadarını yanıtlayabildikleri anlaşılamıyor. Tanıklar/taraflar belki de, “sınava çok çalışmış ancak hocasının sorusunun yanıtını bilmeyen, yazdıkça yazan, hatta ek kâğıt isteyen” öğrenci; otur, sıfır! Ancak bu durum sınav kâğıdından anlaşıyor; duruşma zaptından anlaşılamıyor. “Tanık ne kadar güzel konuşmuş” denebiliyor ancak.

Tanıkların çatır çatır yalan söyleyebilmeleri ayrı tabii. Yalan tanıklıktan hiç davam olmadı, rastlamadım. Kararı sonrası yalan beyanını tespit ettiği tanık hakkında suç duyurusunda bulunan hâkime de rastlamadım (bu da başka bir “Amarıga mı burası” hâli olabilir).

Ecnebi memleketlerde ise tanıkların ekseri doğru söylediklerini, en azından yüzlerinin kızardığını vs. görüyor, duyuyoruz. Bizde ise yalan söylemekten imtina etmiyorlar. Onlarda İncil veya kutsal sayılan şeyler üzerine yemin etme var; bizde ise sadece “namus ve vicdan üzerine” yemin var, ondan mı acaba? “Lan zaten namus ve vicdan diyor, çok şaapmıyor yani, at yalanı” mı?

“Paran varsa kefil ol, işin yoksa şahit ol” bizi anlatan atasözlerinden. Yine bu atasözünün son kısmı, “paran yoksa şahit ol” olarak da değiştirilebilir. Zamanının ataları daha iyi niyetliymiş veya o dönem tanıklık müessesesine ve tanıklara daha itibar edilebilirmiş herhalde. “Kaçın şahit yazarlar” da yeni atalarımızın sözü gibi duruyor.

Soru sormak haktır, soru sorulmalıdır ancak; soru sormaya çalışınca da başkan, “Amarıga mı burası” diyebiliyor. O hâkim aylardır dosyanın kapağını da açmıyor. “Amarıga mı burası, ne okuyaceük?”

Hatta büyük yüreklilikle, sanki eski usulle hâkimden havale alıyormuş gibi, “efendim dilekçe hazırladık, okur musunuz” diye yanına gittiğimizde hâkim hemen, “ön bürodan sunun avukat bey” diye sanki rüşvet vermek için gelmişim gibi, İlyas Salmanvari bir devlet memuru edasıyla kovabiliyor odadan. Tabii ki haklı, niye yüz göz olunuyor ki, duruşmada şaabarız. Ancak sorun şu; duruşmada ne biz şaababiliyoruz ne de hâkim şaaptırıyor. Şaapamadığımızla kalıyoruz.

De facto bir “yazılı ceza yargılamamız” zaten var. “Dilekçeyi duruşma öncesi sunalım ki, okusun öyle girsinler duruşmaya” diyoruz. Duruşma geliyor, mahkemeye dilekçe hatırlatılıyor; “hee sunmuş muydunuz, hee” diyor başkan. Beklendiği üzere bihaber. “Hee başkanım, Amarıga mı burası?”

Size “Türk işi” yargınızda başarılar hakimler/savcılar. En yakın zamanda dosyalarınızın değil, mesleğinizin maddi hakikatine ulaşmanız temennisiyle…

28 Kasım 2020 Cumartesi

Dolandırılma Korkusu

Ön Bilgi: Bu yazı da; tıpkı 14 Aralık 2019 tarihli “Alınamayan Laptop” gibi ne ülke ile ilgili, ne sanatla, ne sporla, ne de hukukla. O nedenle bu da etiketsiz bir yazı oldu. Belki bundan sonra üst başlıklara “Sevgili Günlük” gibi bir şey eklemek mümkün olabilir. Bu yazı da “Alınamayan Laptop” benzeri, bir “sevgili günlük” yazısı…

 

Belki de meslekten kaynaklı olarak var bu dolandırılma korkusu bende. “Dolandırılmış lan, bir de avukat olacak” derler diye herhalde. Halbuki hocaların hocası Erdener Yurtcan dolandırıldı, yakın zamanda da hukukçu değil ama yine hocaların hocası Seyfettin Gürsel dolandırılmış. Dolandırılır insanlar, olur yani. Ama dolandırılma korkusu bende baki; fâni değil. Örneklendirelim.

* * *

Sonradan dâhil olduğum, on yıllardır futbol oynayan bir halı saha ekibinde yıllardır uygulama, bir takımın Dortmund, bir takımın Arsenal forması giymesi yönünde. Amaç ulvi; yelek giymemize gerek kalmayacak. Maç öncesi kimin hangi takımda oynayacağı belirlenecek, herkes ona göre o formayla gelecek maça. Ekipte benden başka neredeyse herkesin bir sarı Dortmund, bir de kırmızı Arsenal forması var. Neden Dortmund’la Arsenal? Sanıyorum Puma formaları daha ucuz diye. O dönem iki formayı birden Puma yapıyor. Herkeste de o forma var. Daha sonra alanlar formaların güncel hallerini alıyor tabii, ama formaların genel ve baskın renkleri belli. Daha sonraları sarı Fenerbahçe forması veya kırmızı Liverpool, Galatasaray formaları, hatta Arsenal’in sarı formaları da giyildi; ama genelde sistem belli. Dortmund’la Arsenal formaları olacak. Bir takım sarı ağırlıklı, bir takım kırmızı ağırlıklı giyecek. Kadrolar açıklanırken zaten Dortmund, Arsenal diye açıklanmıyor; sarı takım, kırmızı takım diye açıklanıyor.

Ben de o formaları almak istiyorum; malum, ekibe ayak uyduralım. Ancak son derece pahalılar. Outlet’lere bakıyorum, güncel olması şart değil çünkü formaların, ancak orada da pahalı. Bir site buluyorum, belli ki formaların orijinal hâlleri değil, ancak işçilik iyi gözüküyor. Formaların çakmasını giymeyi sevmem, ancak sonuçta Dortmund’la Arsenal formaları. Arsenal’i zaten pek sevmem (Bergkamplı, Henryli dönem hariç tabii), Dortmund’a sempatim var, ama “gerçeğini alayım Şanlı Dortmund para kazansın” derdinde değilim. Emine Erdoğanvari bir hareketle veriyorum iki çakma forma siparişini. En geç 4-5 güne gelir herhalde diyorum. 10 gün oluyor gelmiyor, sitede yer alan ve Whatsapp’ı olan numarayla yazışıyorum. “Bu hafta gelmez mümkün değil” diyor adam. O hafta geçiyor, “bu hafta da gelmez, bir sonraki haftaya kalır” diyor. Neden haftalık konuşuyor bilmiyorum, herhalde dolandırıcı diyorum. Arkadaşlarıma soruyorum, “dolandırıldın sen” diyorlar. “Vay be bu bana yapılır mı” diyorum, ama adamla yazışmaya da devam ediyorum ileride soruşturma dosyasına sunarım diye. O sonraki hafta dolandırıcı adama soruyorum, “herhalde bu haftaya yetişir, kargoya verilir bakayım” diyor. “Kargoya verildi mi” diye soruyorum sonra, “evet verildi” diyor. İkna olmuyorum, kargo bilgilerini istiyorum adamdan.

Gün gün, saat saat kargomun yolculuğunu takip etmek ayrıca keyif verir bu arada şahsıma. Hatta UPS’ten gelecek kargoma sokak sokak bakmışlığım bile vardır: “Hayda, niye Nuhkuyusu’na geçti ki bu, Oymacı Sokak’tan dönseydi Kuşbakışı’na, ne oluyor lan?”

Sipariş üzerinden bir ay geçiyor, bu arada başkalarının Arsenal veya Dortmund formalarını giyiyorum. Neyse kargo numarasını göndersinler, anlaşılır durum diyorum. Kargo numarası geliyor, bakıyorum formanın gönderildiği yer yurt dışı. Formalar Tayland’dan geliyormuş, ondan adam bilgileri haftalık veriyormuş. Haftalık toplu gönderiliyormuş formalar. 1,5 ay sonra kavuşuyorum formalarıma, dolandırılmamış, ucuza formaları almış oluyorum. Formalar da fena değil; ancak Arsenal’in malum kırmızısı takımdaşlarımdan farklı olarak bordoya yakın, onlar kırmızı ben bordo, çıkıyorum sahaya Elazığspor gibi. Olsun, yemişim Arsenal’i, dolandırılmıyorum.

* * *

Birkaç ay önce telefon operatörümden arıyor bir çalışan, “sizin taahhüdünüz bu ayın bilmem kaçıncı gününde bitiyor, şu paketlerimiz var şöyle şöyle, daha da avantajlı oluyor” diyor. Ben operatörle anlaştığım ayı hatırlıyorum, hiç de “güz” bir havası yoktu. “Ben öyle hatırlamıyorum” diyorum, “yanlış hatırlıyorsunuz” diyor görevli han’fendi. “Lan şimdi niye bana sert bir üslup takındı ki bu” diyorum içimden, kesin dolandırıcıdır diye düşünüyorum. “Tamam yenileyin kabul ediyorum” diyorum. Peşine kredi kartı bilgilerimi vs. sormalarını bekliyorum veya en azından “telefonunuza şifre gelecek onu söyleyin” diyecek, ben de küfredip “yemiyorum ulan numaralarınızı” diyeceğim, savcılığa şikâyet edeceğim. 10 saniyede aklımdan geçenler bunlar.

Sonra “tamam efendim paketinizi yeniledik, iyi günlerde kullanın” diyor han’fendi, sonra peş peşe 10 mesaj geliyor telefonuma. Biliyorsunuz bir paket yenilenince en az 10 farklı mesajla kutlanır bu mevzu. Acaba başka paketlere baksa mıydım diyorum; sonra diyorum ki, yemişim başka paketleri, dolandırılmıyorum.

* * *

Her fâni gibi bir Covid-19’luya temas ediyorum. Çok az temas ediyorum ama, aradan zaman da geçiyor hatta, yine de “Hayat Eve Sığar” diyor ki, sizi yakaladık, on dört gün evdesiniz, karantinadasınız. “Keşke Hayat Eve Sığar, sadece beni değil, diğer temaslıları da sığdırsa” diyorum, on dört günün tamamlanmasını bekliyorum.

Bu on dört günü beklerken test yaptırmam mümkün değil, zira test yaptırmam için evden çıkmam ve hastaneye gitmem lazım. Eve yakın hastaneye soruyorum, “evden çıkamazsınız, biz de evlere gelmiyoruz” diyor görevli abla. İnternetten uzun uzadıya araştırıyor ve bir yeri buluyoruz, kapıda test yapıyorlar. Önce telefonda konuşarak, sonra Whatsapp üzerinden yazışarak randevulaşıyoruz. Bir yandan da güvenilirliklerini sorguluyorum. Sağlık Bakanlığı’nın sitesinde yazılı test yapan yerler arasında yoklar. Soruyorum bu durumu ilgili adama, “Bilmemne Laboratuvarı olarak gözüküyoruz” diyor. Bakıyorum, o laboratuvar ismi de yok, bununla birlikte Sağlık Bakanlığı sitesindeki güvenilir liste güncel değil. Herhalde güncellenmedi diyorum. Bunalmışım tabii, “On dört gün çıkamazsın ama pozitif misin negatif misin bilemezsin” gibi bir durum olduğu için, “bir test yaptırayım da, yemişim Bakanlığı, zaten çıkamayacağım” diyorum kendime. Kendimi ikna ediyorum. Belirttikleri saatten de önce, “evde misiniz” diye arayarak geliyor bir çalışan. Evdeyiz, bakkala gidemiyoruz Sayın Testçi.

Çalışan geliyor kapıya, sandalyeye oturuyorum evin girişinde. Yapıyor testi, TC Kimlik numaramı alıyor, gidiyor. Ödeme? “Bilmemkim Bey’le halledersiniz” diyor. Soruyorum Bilmemkim Bey’e, IBAN veriyor. Gönderiyorum parayı, “e-nabızda çıkmadı yalnız testim” diyorum, “daha laboratuvara gitmedi” diyor, “tamam” diyorum.

Bir yandan evden çalışırken (kamu spotu: evde de olsanız çalışın), yarım saatte bir de e-nabzıma bakıyorum işlediler mi acaba diye, işlemiyorlar. Nabzım atıyor, e-nabzım atmıyor. “Bunların laboratuvarı nerede ki benim evimden laboratuvara götürüp kayda geçiremediler bir türlü” diye düşünüyorum (orada da hafiften takip ediyorum testçi ağabeyi).

Gece oluyor, yatmadan önce yine bakıyorum, yine e-nabızda tık yok. Sabaha karşı uyanıyorum, kısa uyanma hâli. Bakıyorum e-nabza, işlemişler. Huzur içinde uyuyorum. Test sonucu belli değil, ama en azından test yaptırdığım belli.

Ertesi gün geliyor, sonuca bakmaya devam. Yine de içimde bir dolandırılma telaşı, çünkü Bilmemkim Bey’in bana söylediği laboratuvar ismi ile e-nabızda geçen laboratuvar ismi farklı. Sebat ediyor, yine yarım saatte bir kontrol ediyorum. Bir yerden duyuyoruz ki, gece 10.30 gibi yüklerlermiş sisteme. O nedenle akşam yemeğinden gece 10.30’a kadar bakmıyorum. Saat 10.30 oluyor, bakıyorum: test sonucum negatif!

Sonra Bakanlığın güncel test listesine ulaşıyorum, e-nabızda geçen laboratuvar ismi orada varmış zaten.

Hem negatifim hem dolandırılmıyorum.

* * *

Esasında ilk dolandırılma korkum, sanal âlemin hayatıma girdiği 1998, 1999 yılında filan oluyor sanırım. O zaman gireceğimiz site sayısı kısıtlı. “Number One” diye o dönemin meşhur bir dergisi var, onun web sitesine nedense abone olmak istiyorum. Oluyorum abone. Daha sonra “ben ne yaptım arkadaş” diye düşünerek onlara hayatımın ilk e-posta adresi olan fenerlierto@dostmail.com'dan (adres ismine gülmeyin) e-posta döşüyorum. Oradan yazıyorum Number One dergisinin iletişimindeki e-postaya, uzun uzun. Benim param yok da, öğrenciyim de, yanlışlıkla abone oldum da, derginizi ben zaten bulur okurum da… Sonra bir haber gelmiyor tabii.

Ama zaten nasıl para kaybedebilirim, ona kafa yoracak bilgi ve birikimde değilim. Sanal âlem bu, yeni hayatımıza girmiş. Ne kredi kartı bilgisi verdim, ne başka bir şey yaptım. Herhalde fatura yüklü gelecek, Number One’ın parasını bizim internet faturasından kesecekler, diye bir kafadayım. Olsun, hiç alakam yok ama, yine dolandırılmamışım işte.

* * *

Ülkemiz şartlarında dolandırılmadığımız gün yok gibi bir şey ama olsun, en azından Türk Ceza Kanunu’na göre dolandırılmıyorum, buna da şükür.

Evde kalın, valla…

24 Ekim 2020 Cumartesi

Hatipoğlu, Erbaş ve Öbür Dünya



Yazıya, Nihat Hatipoğlu’nun 23.10.2020 tarihli habere konu açıklamalarından iki paragrafa aynen yer vererek başlıyorum: “Bir ilimizdeki bir sokaktan hayretler içinde geçtim. Meğer o sokak genç kız ve erkeklerin daha yoğun geldikleri bir yermiş ve dışarıda, içeride doğrusu Avrupa’nın herhangi bir merkezindeki görüntüyü aksettiriyordu. Dışarıda dört genç kızımız bira içiyorlardı. Yüzümüzde maske vardı. Beni tanıdılar ve dördü birden biralarını sakladılar.

Mahcup bir gülümseme ile ‘Hocamız geçiyor çocuklar’ dediklerini işittim. Daha var. Edep, saygı elbet var. Ama oradakiler de bu ülkenin evlatları, çocukları. Onları yok saymak yerine var kabul edip, öyle hareket etmek lazım. Ve o gençlerimizi asli karakterine yönlendirecek bir yol takip etmeliyiz. Yoksa gelecekte köprü altlarında vücuduna zehir enjekte eden genç bedenlere şahit oluruz”.

Hatipoğlu’nun konuşmasında takıldığım hususlar;

- Kızlar için “edep, saygı elbet var” demesi,

- Kızlar için “oradakiler de bu ülkenin evlatları, çocukları” demesi,

- Kızlar için “onları yok saymak yerine var kabul etmek lazım” demesi,

- Kızlar için “o gençlerimizi asli karakterine yönlendirecek bir yol takip etmeliyiz” demesi,

- Kızlar için “yoksa gelecekte vücuduna zehir enjekte eden genç bedenlere şahit oluruz” demesi,

Değil. Zira bunların hepsi, Nihat Hatipoğlu’nun karakterine, düşünce yapısına, iç dünyasına uygun, burada problem yok.

Benim takıldığım, o dört kızın (doğruysa) biralarını saklaması. Ne saklıyorsunuz arkadaşlar, Nihat Hatipoğlu kim? İçtiğiniz şey bira, “şerefine hocam” deyin, dalganızı geçin, biranızı için, afiyet olsun.

Üzücü Not: Yukarıda cümleleri alt alta maddeler halinde ve sinir bozucu şekilde yazınca, kendimi bir an Ahmet Hakan’a benzettim. N’olur siz benzetmeyin ve bloğumu takip etmeye devam edin.

Mikrofonlarımı şimdi de Diyanetçi Erbaş’a çeviriyorum ve şahsın cümlelerini yine 23.10.2020 tarihli açıklamasından aynen iletiyorum: “Ahirete inancı olmayan insandan her türlü kötülük beklenir. Onu engelleyecek ne var ki başka? Bu dünyada yaptığı bir şeyin hesabını ahirette vereceğine inanmayan birisi hangi kötülüğü yapmaz ki bu dünyada?”

Erbaş’ın bu açıklamalarında veya buna benzer başka “ulvi” açıklamalarda, hukukçu diliyle bir “tevilli ikrar” var gibi geliyor bana. Yani esasında bu tür sözlerin sahipleri, kendi karakterlerini dolanarak kabul ediyor gibi: “Biz ahirete inandığımız için kötülük yapmıyoruz, yani bizi ahirete olan inancımız engelliyor, yoksa var ya, ortalığın …” düşüncesi.

Yazıyı Ferhan Şensoy’un “tseee tseee tseee” tepkisi ile bitirecektim ki, aklıma kendisinin Spotify’daki “Soru Cevap” başlıklı söyleşisinde din ve ahiretle ilgili verdiği cevap geldi. Esasında “tseee tseee tseee” bunlara verilecek en iyi cevap; ancak Ferhan Şensoy’un açıklamaları da okunası, dinlenesi.

Buradan söyleşiyi dinleyebilirsiniz. Hatta diğer bölümleri de dinlemenizi, hatta ve hatta Ferhan Şensoy’un yazdıklarını, özellikle otobiyografik “Kalemimin Sapını Gülle Donattım” ve “Başkaldıran Kurşunkalem” kitaplarını okumanızı tavsiye ederim.

Bu önemli tavsiyelerden sonra konumuza dönelim. Soru Cevap 7’de şunları diyor “Feranağbi”: “Öteki dünya konuları ilgi alanıma girmiyor. Cennet var mı, cehennem var mı, pek merak etmiyorum. ‘Din güzel bir şiirdir’ diye yazdım 2019 oyunumda. İnsanları iyiye, doğruya yönelten bir kavrama karşı durmak anlamsız. Ancak geldiğimiz noktada din kavramının iktidarların elinde oyuncak olduğunu görmemek de imkansız. Sahtekar Trump bile elinde İncil’le dolaşıyorsa, söyleyecek fazla bir şey yok. Sorun yine bu masallara inanan halklarda. Ben inançlı biri değilim. Dünyayı yönetenlerin iman sahibi olmadıklarından da eminim. Bakara makara sallıyorlar işte, hepsi kendi rantının peşinde. Dünyayı cehenneme çevirenlerin cennet peşinde koşması bana her daim gülünç gelmiştir. Bir cehennem varsa, eminim benden önce onlar gidecek oraya”.

Şimdi hangisine itibar edelim, Hatipoğlu’na mı, Erbaş’a mı, Feranağbi’ye mi?

Benim cevabım belli; size piyango günler!

28 Eylül 2020 Pazartesi

Tutuk

İlk Not: Yazıyı okuyacak avukatlar, “e bunları zaten biliyoruz, hepimizin başına geliyor” diyebilir, bu yazı onlara Amerika’nın yeniden keşfi gibi gelebilir. Olsun, dökelim biraz içimizi. Avukat olmayanlar da öğrensin az buçuk, “hâl-i pürmelalimizi”…

Ömrühayatımda ve “meslekihayatımda” tutuklama ve tutuklamanın devamı gerekçelerinin tarafları tatmin ettiği duygusunu hiç yaşamadım, o duyguyu çok merak ediyorum. Gerekçelerden “kopyala-yapıştır” olmayan yok. Hatta öyle bir kopyala-yapıştır yapılıyor ki imla hatalarına dahi sadık mahkemeler. Geçen meslektaşım paylaştı, kopyalarken önceki kararın tarihini de almışlar. Kararın sonunda iki tarih yazıyor, ilki eski kararın tarihi, ikincisi o kararın tarihi. Yani “Tutukluluğun devamına oybirliği ile karar verildi. 17.08.2020 27.09.2020”…

Yine tutuklama gerekçeleri öyle kopyala-yapıştır ki, Mahkeme “atılı suçun CMK m.100/3’te sayılan katalogda yer alması” diyor (hukukçu olmayanlara bilgi: ilgili suç katalogda yer alınca tutuklama nedeninin “var sayılabildiğine” yönelik abuk bir hükmümüz var); ancak suç, katalogda yer alan bir suç değil. Bu konu meslektaş tarafından ifade ediliyor, yine de aynı gerekçe koyuluyor: “atılı suçun CMK m.100/3’te yer alması”. Mahkeme de haklı; o kısmı çıkarsa, bundan sonraki tüm dosyalarda da onu kullanacağı için, katalogda olanlara da o suç katalogda yokmuş gibi muamele yapacak, kopyala-yapıştır eksik kalacak. Hâlbuki “vatandaşa cart curt yok”, herkese aynı gerekçe!

İşin bir diğer boyutu; tutuklu olanlar üzerlerine atılı suçlardan ceza alsalar ve bu cezalar kesinleşse bile yatmayacaklar; zira o kadar güzel “paketlerimiz” var ki, “ceza veriyor ama yatırmıyorlar”. Mesela Halil Sezai, cezası kesinleşse cezaevine girmeyecek; ancak “biz bir alalım bunu”. Halil Bey “isyan” demesin de kim desin.

Duruşma bitmiş bir dosyada, tutukluluğun devamına karar verilmiş. Hâliyle itiraz edilecek, celse zaptını alalım diyoruz; “zaptı yazarız bir ara” diyorlar. Yani neden tutukluluğun devamına karar veriliyor, belli değil; “onu bir ara yazarız, siz itiraz edin de, şaabarız yani, sonuçta tutukluluk devam, devam değil mi, adam dışarıda mı, hayır, içeride, ee edin bir itiraz, biz yazarız zaptı, amma uzattınız avukat bey”.

Bir soruşturma dosyasında tutuklama kararına itirazımı sulh cezaya götürmemişti savcılık. Haftalar geçti götürmedi, şikâyet ettik vs. Ancak öyle. Öyle yani…

Bu satırları yazarken aklıma gelen kelime “perva” oldu. Pervasız derler ya, neymiş perva? “Çekinme, sakınma, korku” imiş. Evet tam da öyle, Müslümanların “Be Allah’tan korkmaz, kuldan utanmaz” diye tabir ettikleri o hâl işte pervasızlık. “Ne olacak lan, hâkimiz işte. Kalacaksınız cezaevinde, yormayın bizi, yok gerekçeymiş, yok tutuklamanın şartlarıymış”…

Zaten dikkat edin (meslektaşlar dikkat etsin), yukarıda bahsedilenleri hâkime anlatınca hâkimin yüzü bi’ ekşiyor, sanki o sırada mübaşir limon sıkıyor hâkimin “özgürlükçü” diline: “Dillerimi hâkim bey”…

Yukarıda bahsedilenler, yargının sadece bir sorunu. Suavi’nin ak sakalından bir kıl yani. Dikkat ettiyseniz siyasi davalara, tutuklamanın esas amacına girmedim. Yazıya konu husus alelade; Manav Hüseyin’in, Doktor Ahmet’in, Terzi Naciye’nin başına gelebilecek hadiseler. Öyle yapıyor mahkemeler, bilin istedim.

Mahkemeler her türlü tutuk, okuyun istedim.

Son Not: Bu virüs yazın duruyordu ya bir ara, ne oldu ona?

 

6 Ağustos 2020 Perşembe

Benim Fenerbahçe'm



(…)

2 ay sonra

Herhangi bir gazete haberi:

“Fenerbahçe’nin A takımı ile yaptığı maçın 62. dakikasında kenardan Hakem B’ye sinkaflı sözler söyleyen Emre Belözoğlu’ya B, kırmızı kart gösterdi. Bunun üzerine Volkan Demirel, tribünden B’ye tükürdü. Caner Erkin’in ilk yarıda oyundan atılmasının da etkisiyle Fenerbahçe, 10. dakikasında 1-0 öne geçtiği maçı 3-1 kaybetti.”

(…)

3 ay sonra

Herhangi bir gazete haberi:

“Maçın 73. dakikasında skor 1-1 iken, Erol Bulut’un hamlesi ile kulübeye gelen orta saha oyuncusu C, Erol Bulut’a el hareketleri ile tepki gösterdi. Oldukça sinirli olduğu görülen C’yi, Sportif Direktör Emre Belözoğlu teselli etti. Emre Belözoğlu’nun transferinde büyük pay sahibi olduğu C’nin, imza attığı ilk günden beri Erol Bulut’la yıldızı barışmıyor.”

(…)

6 ay sonra

Herhangi bir gazete haberi:

“(...) alınan kötü sonuçların da etkisiyle, takım içerisinde gruplaşmaların giderek arttığı, futbolcuların ‘Emreci’, ‘Erolcu’ olarak ikiye ayrıldığı, Volkan Demirel’in de Erol Bulut ile Emre Belözoğlu arasındaki tartışmalarda Emre Belözoğlu’ndan yana taraf tuttuğu, Erol Bulut’un getirdiği ekipteki antrenörlerin ise Erol Bulut’u destekledikleri, yeni transfer/eski oyuncular Gökhan Gönül ile Caner Erkin’in Erol Bulut’u değil, Emre Belözoğlu’yu dinledikleri, yönetimde de bir kısım üyelerin ‘Erol Bulut hocamızdır, onun sözü geçer’ şeklinde düşüncelerini belirttikleri, bir bölümün ise ‘Emre Belözoğlu bu takımın simgesidir, bir Emre’dir Fenerbahçe’ düşüncesinde olduğu (…)”

(…)

8 ay sonra

Herhangi bir gazete haberi:

“B takımına karşı alınan şok mağlubiyetin ardından Y tribününden ‘Kalmadı Bizde Umut, İstifa Et Erol Bulut’ şeklinde tezahüratlar yapıldı. Z tribününden ise Erol Bulut’a destek verilirken, maç sonunda bu tribünden bir grup ile Emre Belözoğlu’nun tartıştığı gözlemlendi. Emre Belözoğlu bu tribüne doğru kafa kesme işareti yaptı.”

(…)

Gözlerimi şöyle bir kapatıp takımı düşündüğümde, bu haberleri görmeden veya kafamda yaşamadan duramıyorum. İleride bu tür haberlerin rüyalarıma girmesi de muhtemel. Ancak bunlar rüya değil, gerçek olacakmış gibi bir hissiyat var içimde. En azından kimse, yukarıda yazanları “hadi be or’dan, olur mu hiç öyle?” diyerek karşılayamaz.

Aldığı aşağı yukarı her kararında bizleri biraz daha hayal kırıklığına uğratan yönetimimiz, Emre gibi birini sportif direktör, Volkan gibi birini de antrenör yaparak, bir de onlar yetmiyormuş gibi Caner’i takıma geri çağırarak gerçek vizyonunu daha da netleştirmiş oldu. Yani takımı değil, bir bütün olarak futbolu ve sporu bırakması gerekenler takıma döndüğü gibi, daha ciddi pozisyonlarda görev almaya başladılar ve/veya taraftarlara muştulandılar. Ne yapacaklarını, ne yapmayacaklarını CV’leri az çok belli ediyor bunların. Ama para yok, ne yapalım: “ruh geri gelsin!”

Taraftarlar için oyunculuğu efsane olmasa bile, sırf 95-96 sezonundaki o sihirli asist için bile özel bir yeri olan Erol Bulut, bir yangın yerinin ortasına düştü. Kendisine o yangın yerinde başarılar. Erol’un üzülmesini istemeyiz (en azından ben istemem). Kötü skorlar da bizi mutlu edecek değil, tabii ki başarı isteriz. Ama bu yolun yol olmadığını da söylemesem olmaz.

Ha benim düşüncem hiçbir yerde karşılık bulmaz, kimsenin umurunda da olmaz, ben şimdi “benim için büyük, Fenerbahçe için küçük” bir adım olarak, “taraftarlığımı askıya alıyorum” desem “kimsin ulan sen” der insanlar haklı olarak, ancak takıma emek verdiğini, en azından takım için kendi önemsiz iç dünyasında kafa patlattığını düşünen ve bunu keyifle yapan bir insan olarak, takımın bu yeni “omurgasının” bilakis omurgasızlık olduğunu belirtmem boynumun borcu.

Umarım takım başarılı olur, yukarıdaki haberler de bir paranoyağın serzenişi olarak kalır. Ancak bu Fenerbahçe, benim Fenerbahçe'm değil.

Maç öncesi köfte iyi gider, yiyin afiyetle; yeni formalar güzel olmuş, giyin afiyetle…


28 Temmuz 2020 Salı

Yürüyedur Kılıçdaroğlu!


“Son dakika bilgisine göre, Kemal Kılıçdaroğlu, tek aday olarak girdiği seçimde 1251 oy alarak genel başkanlığa seçildi. Teşekkür konuşması yapan Kılıçdaroğlu ‘Herkesi kucaklayacağız. Oy verdiniz sağ olun, teşekkür ederim. Verdiğiniz her oya layık olmaya çalışacağım. Hiçbiriniz unutmasın, yeri gelir 24 saat çalışırım. Bu ülkeyi huzura kavuşturmak için hiç kimseyi ötekileştirmeden 24 saat çalışacağım’ dedi...

Kılıçdaroğlu, ‘Bu ülkeyi huzura kavuşturmak için hiç kimseyi ötekileştirmeden 24 saat çalışacağım. Bu taahhütlerimizi dostlarımızla birlikte yerine getireceğimizi söyledik. Birlikte yapacağız.’ dedi. ‘Kavga zamanı değil, ayrışma zamanı değil, beraber olma zamanıdır.’ diyen Kılıçdaroğlu, her düşünceye saygı göstermenin görevleri olduğunu dile getirdi.

Farklı düşüncelerin dinlenmesi gerektiğini dile getiren Kılıçdaroğlu, hoşgörüyü toplumun her tabakasına ulaştırmanın şart olduğunu söyledi.

Kılıçdaroğlu, ‘Bu toprakların mayasında bereket, kardeşlik, sevgi, hoşgörü var. Ayrışma yok. Ayrıştırmak isteyenler kendi koltuklarını korumak isteyenlerdir, bölmek isteyenler kendi koltuklarını korumak isteyenlerdir. Biz bunlardan olmayacağız, bizim siyaset anlayışımız böyle olmayacaktır. Yeni bir siyaset anlayışını başlattık. Yeni siyaset anlayışıyla yola çıkacağız.’ şeklinde konuştu” (Cumhuriyet).

Bu haber, Kılıçdaroğlu’nun CHP’de ilk kez genel başkan seçildiği 22 Mayıs 2010 tarihine ait.

(miydi?)

(sanki)

(bir saniye)

(kontrol edeyim)

(arşiv tara)

(arşiv tara)

(arşiv tara)

Kılıçdaroğlu’nun bu konuşması 25 Temmuz 2020’a aitmiş. Yani ilk söylediğim tarihten 10 yıl 2 ay 3 gün sonra. Tam gün sayısı vereyim: 3.717 gün sonra. 12.000 günü aşkın ömrühayatımda böyle bir basiretsizliği çok az gördüm.

Son 18 yılda yaşananları bir tarafa bırakayım. En son havadisin, yani devlet katından Atatürk’e lanet okunmasının (Ahmet Hakan’ın diyanet işlerinin konuya ilişkin açıklamasını köşesinde yayınlaması ve açıklamaları temize çekmeye çalışması ile o lanetlemenin doğruluğu da tescillendi) üzerine coşkuyla, bol çalışma vaatli, “kucaklamalı” kurultay ve ardından diğer adaylara, söz gelimi İlhan Cihaner’e 68 (yazıyla “altmış sekiz”) imza verilmemesi, CHP’nin (neyse o kelimeyi kullanmayayım, daha kibar konuşayım) “durumunu” ortaya koydu.

Fikret Kızılok’un “Demirbaş” (Süleyman Hep Başbakan) şarkısında bir bölümdür: “Ecevit hep umuttu, Erdal (İnönü) bizi uyuttu”. Kılıçdaroğlu neydi ve ne yapmış oldu peki?

Neyse, açıklamanda yer verdiğin “yeni bir siyaset anlayışınla” başarılar Kılıçdaroğlu, hadi durma kutla bu zafer senin (Kızılok’tan Yalın’a düştük düşünün, Kılıçdaroğlu burada bile farkını belli ediyor).

Yürüyedur CHP, yürüyedur Kılıçdaroğlu…

28 Haziran 2020 Pazar

Çoklu Baro Üzerine: Sez Vekilim!

Diyelim ki avukata işiniz düştü. Dava açacaksınız veya hakkınızda dava açıldı. Ne yaparsınız? İşiniz çok da mühim değilse ucuz avukat bulmaya çalışırsınız herhalde, zaten yapılabilecek ekstra bir şey yoktur. Ama sizin için hayati bir işse gerçekten alanında iyi bir avukata ihtiyacınız vardır. Bu nedenle işi, tabii ki ehline vermek ister, herhangi bir yerden alışveriş yapıyor gibi fiyat/performans araştırmasına girişirsiniz.

Yani “işimi şu avukata verirsem ne kadara mal olur” ve daha da önemlisi “bu avukat işimi çözebilir mi?” Eğer avukatla müvekkil yüksek bir ücrette anlaşırsa ve o avukat işi halledemezse, sonunda “keşke başkasına işi verseydim, o da çözemezdi belki ama en azından şu kadar param ‘boşa’ gitmezdi” düşüncesi… Bir nevi, “parayı Güiza’ya değil de bizim Ahmet’e vereyim, o da en fazla Güiza kadar gol kaçırır zaten” mantığı…

Şöyle düşünen potansiyel müvekkiller de vardır: “Ben işi ehline vereyim, kafam rahat etsin. Artık o da çözemezse, yapılacak bir şey hakikaten yoktur. En azından kafamı duvarlara vurmam, ‘başka avukata verseydim işi’ demem” (bunlar genelde zengin olurlar).

Potansiyel müvekkil adaylarının kafalarındaki bir kısım sorular bunlardır ve bu sorular pek tabii ki kendi içlerinde makuldür.

Şimdi bu soruların yanına biri daha eklenecek. Alanında uzman, hukuki sorunun üstesinden gelmesi kuvvetle muhtemel bir avukatla anlaşacaksınız. Ancak o avukat, İstanbul’daki C Barosu’na kayıtlı. “Hayda! Ne güzel anlaşıyorduk, konuya da vakıftı. E hâkimi de öğrendik, badem bıyık. Hatta geçen Twitter’da, ‘heybetini gizli tut Reis, duruşun çakalları korkutuyor’ paylaşımını beğenmiş; 2 Mayısta da ‘Vatanına göz dikeni ez oğlum! Dostun kim düşmanın kim sez oğlum’ tweetini de retweet etmiş. Nasıl olacak? Bizimkine kıl kapmasın mı? İyisi mi ben A Barosu’ndan bir avukat bulayım”.

Bunların hepsi olur, her şey olur. Sadece bu değil, daha neler olur? Neden böyle bir düzenlemeye başvurma gerekliliği varsa, o gereklilik bu barolar ve mensubu avukatların aleyhine sirayet edecek her şeye gebe olur. Anayasa m.135/6’ya göre bir kısım baroların sorumlu organlarının görevine “amaçları dışında faaliyet gösterdikleri için” son da verilir. Önemli olan “bekaysa”, “milletse”, “vatansa”, demokratik bir seçimle gelen barolar da parçalanır, onların içinde bazı barolar da ayıklanır, bir kısım “hukukçular”, kendi mahallesindeki örnekleri hiçe sayarak ve o örnekleri demokrasiyle bağdaştırarak, baro seçimleri için “ne yani şu kadar oyla şu kadarlık avukatlara hükmetmek demokratik mi” de der. Olur yani bunlar. Nasıl olsa biz hukuku rafa kaldırmaya teşneyiz.

Belli bir avukatı bu barolardan birine üye olmaya “hukuken” zorlamak de işin ayrı bir baskı unsuru. İşinin görülmesi, parasını kazanması, “yolunu bulması” için kendisini “Hak Yol Barosuna”, ne bileyim “Pelikan Barosuna” kaydolmak zorunda hisseden avukatları da düşünelim. Şiddet mutlaka vurmayla, kırmayla olmaz; böyle de olur. Olacak da…

Bu teklifi düşünelim; avukatı, hâkimi, savcısı, vatandaşı, iktidarı, muhalefeti, Reisçisi, (d)evletçisi, laiki, İslamcısı, hep birlikte düşünelim. Kritik bir dönemeç bu. Herkesin avukata ihtiyacı olur. Onların da…

23 Mayıs 2020 Cumartesi

Süs

“Ceza ve ceza muhakemesi hukukunda insana değer veren düşüncenin etkinlik kazanmasıyla birlikte sadece hapis cezası vererek bunu infaz etmenin her zaman iyi sonuçlar vermediği, hükümlünün toplumla bütünleşmesini gerçekleştirmede yeterli etkiyi yapmadığı, infaz rejimlerinde hükümlünün iyileştirilmesi ve topluma yeniden kazandırılmasına imkân sağlayacak değişiklikler yapılması gerektiği yönündeki görüşler, 19 uncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren tartışılmaya başlanmıştır. Cezanın amacı ve nitelikleri konusundaki bu görüşler, güvenlik tedbirleri, özel infaz usulleri ve denetimli serbestlik gibi yeni yöntem ve kurumların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Yapılan kriminolojik araştırmalar da, failin kişiliğine bilimsel yöntemlerle yaklaşılması ve klasik ceza ve infaz uygulamalarında değişiklikler yapılması gerektiği düşüncelerini doğrulayıp, desteklemiştir.

(…)

Ceza adalet sistemini tamamlayan ve bütünün bir parçası olarak kabul edilen penoloji biliminin niteliği gereği, infaz makam ve mercilerince yapılacak işlem ve faaliyetlerin ayrıntılı olarak düzenlenmesi gerekmektedir. Maddî ceza hukuku anlamında işlenen bir suç karşılığı uygulanacak yaptırımın ne şekilde yerine getirileceği, infazla görevli makam ve mercilerce bilinecek ve dikkate alınacaktır. Ancak, belirtmek gerekir ki infaz yetkisi ve görevi, sadece kesinleşmiş hükümlerle sınırlı değildir. Örneğin, ceza muhakemesinde soruşturma veya kovuşturma evrelerinde şüpheli veya sanığın özgürlüğünü kısıtlayan nitelikteki koruma tedbirleri bakımından da aynı esaslar uygulanacaktır”.

Okuduğunuz bu satırlar; bilimsel bir makaleden veya bir hukuk filozofunun kaleminden çıkan cümlelerden müteşekkil değil. Bu satırlar, 7242 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un genel gerekçesinden bazı cümleler. Kulağa, göze ne kadar hoş geliyorlar değil mi?

Camiden çalan “Çav Bella”yı sadece paylaştığı için tutuklanan insan var bu ülkede. Tabii bu yazdığım “sadece paylaştığı” ibaresi için hicap duyuyorum; sanki bu paylaşımın ardından “helal sana bu şarkıyı çalan insan” dese, hatta bizzat camiden bu şarkıyı yayınlasa tutuklanması doğru imiş gibi.

Tutuklama kararının gerekçesinin bir kısmı şu: “(…) ezan yerine yabancı bir şarkının çalınması anını sosyal medya hesabı üzerinden 4 kez paylaştığı, bu anlamda kastının yoğunluğu, paylaşımların kutsal değerlere dönük olması nedeniyle toplum/kamuoyu nezdinde önemli ölçüde tepkilere neden olduğu (dosya içeriğinden bunun anlaşıldığı) bu durumun ise kamu güvenliği ve kamu düzeni açısından yakın bir tehlike oluşturduğu, tüm bu hususlar dikkate alındığında şüpheli …’nın üzerine atılı halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etme suçunu işlediğine dair kuvvetli şüphe sebeplerinin var olduğu, yine atılı suçun niteliği ile yukarıda açıklanan nedenlerle kamu düzeni ve kamu güvenliğinin korunması, yeni bir suç işlenmesinin önüne geçilmesi için tutuklama tedbirinin şu aşamada gereklilik arz ettiği ve adli kontrol tedbirlerinin yetersiz kalacağı”...

Sadece paylaşım suç olarak kabul edilse bile bunun tutuklamayı gerektirmediğini söylemeye gerek yok. Paylaşımda bulunan kişinin halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etme suçunu işlemediğini anlatmak ise ayrı bir hicap nedeni.

Ancak şunu söylemek zorundayım: 7242 sayılı Kanuna göre 6 yıl ceza alan şahıs cezaevine girdi-çıktı yaparken, camiden çalan Çav Bella’yı paylaşan ve suç işlemeyen ve suç işlese bile ceza miktarı en fazla 3 yıl olacak kişinin tutuklanması “kişiyi hürriyetinden yoksun bırakma/hürriyeti tahdit” suçudur. Kararın gerekçesi de suçun tevilli ikrarıdır, hatta gerekçede geçen “yeni bir suç işlenmesinin önüne geçilmesi için tutuklama tedbirinin şu aşamada gereklilik arz ettiği” açıklaması hâkimin hukuk fakültesi diplomasının yırtılma sebebidir.

Halbuki ne güzel başlamıştık değil mi, “hükümlünün iyileştirilmesi ve topluma yeniden kazandırılması”, “şüpheli veya sanığın özgürlükleri”, “penoloji”, “bilimsel yöntemler” filan… Niye böyle oldu ki?

Neyse, sokağa çıkma yasağı var, evde okuyacağınız bir sürü kitap, izleyeceğiniz bir sürü dizi/film sizi bekliyor; kendi lakırdılarımla sizi daha fazla yormayayım. Ancak şunu söylemek zorundayım: Biz bu kadar kanunsuzluğu gözümüze sokula sokula yaşamaya mecbur değiliz. Ya farklı bir dilin mensuplarıyız ve hiçbir şey anlamıyoruz ya da bize göre yürürlükte olan kanun/kitap farklı.

Hâkimlerimiz “Biz başka kanuna/kitaba inanıyoruz” diyorsa, o inandıkları kanunda da şu yazıyormuş mesela:

“Bugün (hiçbir şey) size fayda vermez. Çünkü zulmettiniz. Hiç kuşkusuz, azapta da ortaksınız (Zuhruf Suresi 39. Ayet)”.

Zuhruf “süs” demekmiş, kararlara “hukuk süsü” verilmesinin anlatıldığı bu yazıda hoş bir rastlantı olmuş.

“DÇLV- Bayrama Özel Muhafazakâr Yazı” ile sizlerle birlikte olduk. İyi bayramlar Sayın Hâkim; inandığınız tanrı, günahlarınızı bağışlasın.


7 Nisan 2020 Salı

İnfaz Sisteminde Yapılan Değişiklikler Üzerine Değerlendirmeler


Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi; adı üzerinde, başta 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun (kısaca İnfaz Kanunu) ile birlikte başkaca kanunlarda değişiklik yapmayı öngörüyor. Bu değişikliklerden en önemlileri, infaz hakimliği müessesesini genişletmesi ve koşullu salıverme ve denetimli serbestlik yönünde hükümlü lehine düzenlemeler içermesi olarak gözüküyor. Burada koşullu salıverme ve denetimli serbestlik konularında yapılan ve yapılmayan değişiklikler son derece önem arz ediyor.
Bilindiği üzere; Nisan 2012’de yürürlüğe giren 6291 sayılı Kanunla, hükümlülerin koşullu salıverilmelerine bir yıl kala denetimli serbestlik tedbiri ile salıverilmeleri İnfaz Kanunu m.105/A’da düzenlenmiş, en son 15 Temmuz sonrası 671 sayılı Olağanüstü Hâl Kanun Hükmünde Kararnamesi ile İnfaz Kanunu’na geçici 6. madde eklenerek, 01.07.2016 tarihine kadar işlenen suçlar yönünden, bir kısım suçlar istisna bırakılmak suretiyle koşullu salıverilme oranı 2/3’ten 1/2'ye, denetimli serbestlik süresi de 1 yıldan 2 yıla çıkarılmıştı. Yeni düzenleme ise, hem geçici hem kalıcı infaz değişikliği öngörüyor.
Kalıcı düzenlemeye göre, İnfaz Kanunu m.107’de hapis cezasının 2/3’si olarak belirlenen koşullu salıverilme oranı 1/2 olarak değiştiriliyor; kasten öldürme suçlarından (madde 81, 82 ve 83) süreli hapis cezasına mahkûm olanlar, işkence suçundan (madde 94 ve 95) ve eziyet suçundan (madde 96) süreli hapis cezasına mahkûm olanlar, cinsel saldırı (madde 102, ikinci fıkra hariç), reşit olmayanla cinsel ilişki (madde 104, ikinci ve üçüncü fıkra hariç) ve cinsel taciz (madde 105) suçlarından süreli hapis cezasına mahkûm olanlar, cinsel dokunulmazlığa karşı işlenen suçlardan (madde 102, 103, 104 ve 105) hapis cezasına mahkûm olan çocuklar, uyuşturucu veya uyarıcı madde imal ve ticareti suçundan (madde 188) hapis cezasına mahkûm olan çocuklar ve devlet sırlarına karşı suçlar ve casusluk suçlarından (madde 326 ila 339) süreli hapis cezasına mahkûm olanlar açısından ise koşullu salıverilme oranı 2/3 olarak belirleniyor. Ayrıca suç örgütü kurmak veya yönetmek ya da örgütün faaliyeti çerçevesinde işlenen suçlar ile Terörle Mücadele Kanunu kapsamına giren suçlardan mahkum olan çocuklar hakkında koşullu salıverilme oranının 2/3 olacağı belirtiliyor.
Yine İnfaz Kanunu m.108/1’e göre tekerrür hâlinde işlenen suçlar ile İnfaz Kanunu m.107/4’e göre suç işlemek için örgüt kurmak veya yönetmek ya da örgütün faaliyeti çerçevesinde işlenen suçtan dolayı, önceden 3/4 olarak belirlenen koşullu salıverilme oranı 2/3’ye çekiliyor. Terör örgütleri açısından oran, Terörle Mücadele Kanunu m.17’ye getirilen düzenleme ile 3/4 olarak kalıyor.
İnfaz Kanunu m.108/9’a göre TCK m.102/2’de tanımlanan cinsel saldırı suçundan, TCK m.103’te tanımlanan çocukların cinsel istismarı suçundan, TCK m.104/2-3’te tanımlanan reşit olmayanla cinsel ilişki suçundan ve TCK m.188’de tanımlanan uyuşturucu veya uyarıcı madde imal ve ticareti suçundan dolayı hapis cezasına mahkûm olanlar hakkında ise oran 3/4 olarak kalıyor. Bunlar koşullu salıverilmeye yönelik kalıcı düzenlemeler.
Denetimli serbestlik açısından getirilen kalıcı düzenlemeye göre ise; İnfaz Kanunu m.105/A uyarınca daha önce bir yıl olarak belirlenen süre, “koşullu salıverilme için ceza infaz kurumlarında geçirilmesi gereken sürenin beşte dördü” olarak değiştiriliyor. Koşullu salıverilme süresinin beşte dördünün, üç yıldan fazla olamayacağı, bu durumda koşullu salıverilmesine en fazla üç yıl kalan hükümlünün denetimli serbestlik tedbirinden faydalanabileceği belirtiliyor.
İnfaz Kanunu’na getirilmesi beklenen bu kalıcı düzenlemenin dışında, 671 sayılı OHAL KHK’si ile getirilen geçici madde 6’da da değişiklik yapılmasının teklif edildiği anlaşılıyor. Yani geçici maddede değişiklik yapılıyor. Buna göre; 30.03.2020 tarihine kadar işlenen suçlar yönünden (kasten öldürme suçları, üstsoya, altsoya, eşe veya kardeşe ya da beden veya ruh bakımından kendisini savunamayacak durumda bulunan kişiye karşı işlenen kasten yaralama ve neticesi sebebiyle ağırlaşmış yaralama suçları, neticesi sebebiyle ağırlaşmış yaralama suçu [madde 87, fıkra iki, bent d], işkence suçu [madde 94 ve 95], eziyet suçu [madde 96], cinsel dokunulmazlığa karşı işlenen suçlar [madde 102, 103, 104 ve 105], özel hayata ve hayatın gizli alanına karşı suçlar [madde 132, 133, 134, 135, 136, 137 ve 138], uyuşturucu veya uyarıcı madde imal ve ticareti suçu [madde 188] ve İkinci Kitap Dördüncü Kısım Dördüncü, Beşinci, Altıncı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlar ile 12/4/1991 tarihli ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu kapsamına giren suçlar hariç olmak üzere) denetimli serbestlik süresinin 3 yıl olarak uygulanacağı öngörülüyor. Örneğin yağma suçunu işlemek üzere oluşturulmuş bir suç örgütünden hapis cezası alan hükümlülerin 3 yıllık denetimli serbestlik tedbiri ile salıverilmesi mümkün hâle geliyor.
Burada cinsel dokunulmazlığa karşı işlenen suçlarla uyuşturucu veya uyarıcı madde imal ve ticareti suçunun kapsam dışı bırakıldığı görülmekle birlikte, İnfaz Kanunu’na getirilmesi teklif edilen geçici madde 9’un 4. fıkrasına göre; TCK m.102, 103, 104, 105 ve 188’de düzenlenen suçlardan 6545 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği 28.06.2014 tarihinden önce işlenmiş olanlar için verilen süreli hapis cezaları bakımından koşullu salıverilme oranının 2/3 olarak uygulanacağı görülüyor. Bu da, 28.06.2014 tarihinden önce işlenen cinsel suçlar ile uyuşturucu madde imal ve ticareti suçu yönünden verilen sözgelimi 6 yıllık cezada 6 aylık indirim demek.
Bunun yanında teklifle, Türk Ceza Kanunu’nda bazı suçların cezalarında da artırıma gidildiği anlaşılıyor. Örneğin suç işlemek amacıyla örgüt kurma cezasının alt ve üst sınırı iki ila altı yıl yerine dört ila sekiz yıl olarak; örgüte üye olmanın cezası ise bir ila iki yıl yerine, iki ila dört yıl olarak belirleniyor. Ancak terörle ilişkisi olmayan suç örgütleri yönünden getirilen infaz iyileştirmeleri yanında, bu ceza miktarı artırımının bir önemi de bulunmuyor. Yani TCK m.220 anlamında bir suç örgütünün cezası artırılırken, infazı iyileştiriliyor.
Covid-19 salgınından sonra çalışmaları daha da hızlandırılan bu pakete göre özetle, hükümlü açısından geçici ve kalıcı “iyileştirmeler” yer buluyor. Birçok suç yönünden (sade vatandaş tabiriyle) “yatar hesabı”, hapis cezasının yarısından üç yıl çıkartılarak, bazıları yönünden de hapis cezasının üçte ikisinden üç yıl çıkartılarak yapılıyor ki, bu durumda yeni ve geçici düzenleme de dikkate alınarak hükümlülerin derhâl tahliyeleri, hüküm bekleyen sanıkların ise cezaları kesinleştiğinde cezaevine hiç girmeden veya girdi-çıktı yaparak derhâl tahliyeleri mümkün oluyor. Söz gelimi devlete karşı suçlar ile Terörle Mücadele Kanunu kapsamında giren suçlar yönünden ise hapis cezasının dörtte üçünden bir yıl çıkarılması suretiyle yatar hesabı yapılıyor.
Burada esas soru; İnfaz Kanunu dışında “bazı” kanunları da değiştirdiği anlaşılan bu paketle, henüz haklarında mahkûmiyet kararı verilmeyen tutuklular lehine bir düzenleme yapılıp yapılmadığıdır ki, bu sorunun yanıtı olumsuzdur.
Keyfi şekilde tutuklananların, tutuklu veya hükümlü olup da yaptıkları haber, üstlendikleri avukatlık faaliyeti dolayısıyla terör örgütleri ile ilişkilendirilen gazetecilerin ve avukatların bu ayrıntılı pakette yer bulmadığı, hükümlülerin tutuklulardan üstün tutulduğu, yine hükümlüler arasında da eşitsizliklerin yer aldığı rahatlıkla görülmektedir. Teklifte yer verilen geçici madde 9’un 5. fıkrasında da bu husus net bir şekilde anlaşılmaktadır. Düzenlemeye göre; Covid-19 salgın hastalığı nedeniyle, açık ceza infaz kurumlarında bulunanlar, kapalı ceza infaz kurumunda bulunup da açık ceza infaz kurumlarına ayrılmaya hak kazananlar ile 105/A maddesi kapsamında denetimli serbestlik tedbiri uygulanarak cezasının infazına karar verilen ve 106. madde veya diğer kanunlar uyarınca denetimli serbestlik tedbirinden yararlanan hükümlülerin 31.5.2020 tarihine kadar izinli sayıldığı, bu haktan tutukluların yararlandırılmadığı anlaşılmakla, bir bütün hâlinde yeni düzenlemenin, sırf “cezaevlerini bazı hükümlüler lehine boşaltalım, ancak bazı suçlar yönünden ‘mücadelemiz’ devam etsin, tutuklular da ceza infaz kurumlarında kalmaya devam etsin” anlamını taşıdığı bir gerçektir.
Tabii yazıya konu edilen “iyileştirmeler” sadece İnfaz Kanunu ile sınırlı olmayıp Açık Ceza İnfaz Kurumuna Ayrılma Yönetmeliği’nde yapılması beklenen değişikliğe göre; toplam cezası on yılın altında olanların bir ayını, on yıl ve daha fazla olanların üç ayını kapalı kurumda geçirmesi hâlinde hükümlünün açık ceza infaz kurumuna geçmesi bekleniyor ki, burada koşullu salıverilme tarihine yedi yıldan az kalma şartı da aranmıyor. Bu düzenleme ile hükümlülerin kapalı ceza infaz kurumlarında geçirecekleri sürenin bir hayli azalacağı söylenebilir.
Öte yandan tutukluların tahliye edilinceye veya haklarında hüküm verilmişse bu hüküm kesinleşinceye kadar kapalı ceza infaz kurumlarında kalacaklarını, açık ceza infaz kurumlarına geçme haklarının olmadığını belirtmek gerekiyor. Yani bu sistemde şahıs bir anlamda, “tutuklu değil hükümlü olayım da, yani mahkumiyet kararım bir an evvel kesinleşsin de açığa geçeyim” düşüncesinde oluyor. Bu husus da tutukluyu kanun yoluna başvurmama, yani hak arama hürriyetini kullanmama tercihine kadar götürebiliyor. Bireyleri bu düşünceye iten sistemin sakat olduğu bir gerçek.
Bunun yanında salgınla mücadelenin sırf hükümlü sayısını azaltma yöntemi ile eşitlik ilkesine uygun olmayacağı, suçla tam manasıyla mücadele edilmesinin ve suçun önüne geçecek tedbirlerin alınmasının elzem olduğu, salgınla da topyekûn mücadele ederek tutuklu/hükümlü arasında ayrımda bulunulmaması, eğer ayrımda bulunulacaksa da bu düzenlemenin tutuklu lehine yapılması gerektiği bir gerçek olup, bunlardan ayrı şekilde sırf af benzeri düzenlemelerle, yani kolaya kaçılmak suretiyle cezaevlerinin boşalmayacağı gerçektir. Bireyleri cezaevlerinden yasa değişiklikleri ile çıkartan değil, cezaevlerine “son çare” olarak yerleştiren bir düzendir olması gereken.
İfade özgürlüğünü güvence altına alamadığınız, keyfi tutuklulukların önüne geçemediğiniz, hatta tutuklamayı bazı suçlar yönünden bir kural gibi kabul ettiğiniz anda, bugün İnfaz Kanunu’nda başka paket açıklarsınız, yarın başka paket açıklarsınız; aynı sorunlar artarak devam eder.
Olması gerekenler ise; “yaşam hakkı” gözetilerek tutukluları kapsayacak şekilde düzenleme yapılması, keyfi tutuklulukların önüne geçilmesi, af benzeri bir iyileştirme yapılacaksa da bunun eşitlik ilkesine uygun düşecek şekilde hazırlanması, bu konuda tarafsız hukukçulardan da destek alınması ve tüm sonuçlar düşünülerek bir metin ortaya koyulmasıdır.
Cezaevi doluluğunu önlemek, keyfi tutuklama/mahkûmiyet kararlarının önüne geçmek ve ifade özgürlüğünü sağlamakla; salgınla mücadele ise, salgın riski bulunan tüm tutuklu ve hükümlüler yönünde bir düzenleme ile mümkündür.

24 Mart 2020 Salı

Herkesin "O" Hâli


“Herkes kendi OHAL’ini ilan etsin”, biz OHAL ilan etmeyelim. Maliyetli çünkü.
İtalya örneği açıkken İtalyanlar gibi hareket edelim. Hem biz Türk’üz, cumhuriyetin, göğsümüz, tunç ve siperi…
Umreye gidenler dini vecibelerini yerine getirsin, döndüklerinde bir bakar, daha sonra onların OHAL’lerini duruma göre uygularız. Bu arada camiye gelenlere kalabalıklardan uzak durmalarını öğütlemeyi unutmayalım.
Herkes kendi OHAL’ini ilan etsin!
Eğitimi evden verelim. Bu arada genç ve çocuk dimağlara güzel “mesajlar” iletmeyi unutmayalım. TRT’de idam görüntüleri ile beyin yıkayalım. Okula gelemedikleri için ekran başında yıkansın beyinler, pirüpak olsun. Adnan Menderes de demokrasi şehidi olsun. Hatta virüsten ölenler de şehit olsun. Bu şehitler de esasında ölmemiş, yer değiştirmiş olsunlar. Belki gittikleri yer daha iyidir, neden ölüm gibi olumsuz anlama gelebilecek ifade kullanılıyor ki? Keşke biz de yer değiştirebilsek ve şehitlik mertebesine erişebilsek.
Herkes kendi OHAL’ini ilan etsin!
Sağlık emekçilerini bizlerle birlikte saat 21.00’de camlarından, balkonlarından alkışlasın “devlet büyükleri”. Ancak onlara gerekli malzemeler ve azami çalışma şartları sağlanmasın. Sağlıkçıların birçoğu virüs kapsın. Devletimiz onlara alkışlarla moral versin, “helal olsun onlara”.
Herkes kendi OHAL’ini ilan etsin!
Gençlere gülücüklü tivitler atılsın, heşteglerle “hayat eve sığar” filan yazılsın. Onlarla anlayacakları dilden, esprili iletişim kurulsun. Sempatik bakan da süreci bu şekilde iyi yönetmiş olsun. Öte yandan o esprili tivit atılan genç işe gitmek zorunda olsun. Onun OHAL’i, patronunun iki kalın dudağının arasına bağlı olsun. O patron da milli bayramlarda verdiği 2-3 dakikalık şahane “cumhuriyet”, “gençlik”, “Atatürk” vurgulu reklamlarla gönülleri fethetsin. Buna mukabil gençleri ya işe gelmeye zorunlu bıraksın ya işten çıkartsın ya da ücretsiz izne ayırsın.
Evinden çalışabilme imkanına sahip yüz binler sadece acil ihtiyaçlar için dışarı çıkabilirken, onda da Ninja Kaplumbağalar’daki Shredder gibi kuşanırken, eve girer girmez duş alırken; cühela sahilde halay çeksin, asker uğurlamasına gitsin (tabii o sırada asker alımları da yapılmaya devam etsin). Hatta bazı gençler sanki kendileri de değil de, sadece yaşlıların çıkmaması gerekiyormuşçasına kendileri gibi salak paylaşımlar yapsın. Virüsü sadece yaşlılar yayıyormuş gibi olsun.
Herkes kendi OHAL’ini ilan etsin!
Herkes evden çalışsın, avukatlar da evden çalışsın, duruşmalar olmasın, ama avukatların ofislerine tebligat yağsın. Tebligatlara cevap veremesinler, süre kaçırsınlar, temsil ettikleri vatandaş zarara uğrasın.
Ayrıca ücretsiz izne ayrılan vatandaş faturalarını zamanında ödesin, aksatmasın. Devlet de borçları ötelemesin, “evde kalın, ödemelerinizi internet üzerinden yapın” diyerek “kolaylık” sağlasın vatandaşına.
İnşaatlar durmasın, tabii inşaat işçileri de. Çok yakın çalışmasınlar ama, maske takarlarsa sorun olmaz. Onların OHAL’leri bu şekilde olsun.
Herkes kendi OHAL’ini ilan etsin!
Şampiyonluğa yürüyen zengin kulüp başkanı cühela “maçların oynanmasında sakınca yok, abartmayın” desin, hatta bazısı bu açıklamayı maske ile yapsın. Öte yandan kulüp yöneticileri ve oyuncularında virüse rastlansın. Maçları iptal etmeyenler ve ettirmeyenler aynı şekilde hayatlarına ve görevlerine devam etsin. Onların şirketlerinde de çalışanlar ücretsiz izne çıkarılsın.
Evet evet bunlar olsun, hiç sorun değil; reisimizin dirayeti, milletimizin feraseti ile bugünleri de aşarız.

6 Mart 2020 Cuma

7188 Sayılı Kanunun Ceza Muhakemesi Kanunu’na Getirdikleri - II



(Yazı, “Hukuk Defterleri” dergisinin 2020 Ocak-Şubat sayısında yayımlanmıştır)

Giriş
Hukuk Defterleri’nin Kasım-Aralık 2019 sayısında, 7188 sayılı Kanunun tutuklama tedbirinde yaptığı değişiklikler ile bazı suçlar yönünden temyiz kanun yolunun yeniden açılması hususlarına değinmiştik. Bu yazıda ise Kanunun getirdiği ve 01.01.2020 tarihinden itibaren uygulanmaya başlayan seri muhakeme usulü ve basit yargılama usulünden ve diğer CMK hükümlerinde yapılan değişikliklerden bahsedilmiş, bu değişikler Yargı Reformu Strateji Belgesinde yer verilen amaç, hedef ve faaliyetler çerçevesinde yorumlanmaya çalışılmıştır.
Seri Muhakeme Usulü
CMK m.250’de düzenlenen seri muhakemesi usulü ile; CMK m.250/1’de sayılan suçlarla sınırlı olarak soruşturma evresinde, kamu davasının açılması ertelenmediği durumda şüphelinin müdafii huzurunda muvafakati ile cumhuriyet savcısının ilgili suçun yaptırımını indirimli şekilde belirlediği, mahkemenin de belirlenen yaptırım üzerine hüküm kurduğu yeni bir sistem getirilmiştir.
Buna göre CMK m.250/4 uyarınca cumhuriyet savcısı yaptırımı belirleyecek[1], CMK m.250/9 uyarınca mahkeme, şüpheliyi müdafii huzurunda dinledikten sonra dosyanın seri muhakeme usulüne uyduğu kanaatine varırsa, cumhuriyet savcısının belirlediği yaptırım doğrultusunda hüküm kuracak, aksi takdirde soruşturmanın genel hükümlere göre sonuçlandırılması için dosyayı ilgili cumhuriyet başsavcılığına gönderecektir.
İfade etmek gerekir ki Anayasa m.9’nin lafzına göre yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız ve tarafsız mahkemelerce kullanılır. Her ne kadar hüküm kuran merci mahkeme olarak gözükse de, yaptırımı belirleyen süje cumhuriyet savcısı olup, bu konuda mahkemenin takdir yetkisi, sadece seri muhakeme usulüne uyup uymama ile sınırlıdır. Yani mahkemeler, seri muhakeme usulüne uyduktan sonra cumhuriyet savcısının belirlediği yaptırımdan başka bir karar veremez. Bunun dışında cumhuriyet savcısı, TCK m.50, 51 ve CMK m.231 uyarınca doğrudan doğruya karar da verebilir[2]. Burada şüphesiz, kamu davasının mecburiliğinden takdiriliğine doğru sapmanın da ötesinde[3], Anayasa m.9’a aykırılık ve CMK m.160 uyarınca cumhuriyet savcısının görev tanımının aşılması söz konusu olacaktır.
Yukarıda yer verdiğimiz hususlar dışında; seri muhakeme usulü ile soruşturmaların etkin ve çabuk bir şekilde yürütülmesi amaçlanmışsa da, çok sınırlı, uygulamada pek rastlanmayan suçlarla sınırlı olarak bu usule yer verildiğini hatırlatmak gerekir. Yani ortada, “artık soruşturmalar kısa sürecek, failler de daha az ceza alacak” yorumunu doğuracak bir durum da bulunmamaktadır.
Kaldı ki düzenlemenin temeline ve amacına bakıldığında; gerek Anayasa m.9’a, gerekse CMK m.160’a aykırılık taşıyan ve yargı sistemimizde insicamı bertaraf eden bu usulün, bırakalım bir reform olup olmadığı tartışmasını, bizatihi hukuka aykırı olduğunu ve iptalinin gerektiğini kabul etmek gerekir.
Basit Yargılama Usulü
CMK m.251’de düzenlenen basit yargılama usulünün de, tıpkı seri muhakeme usulünde olduğu gibi kısıtlı suçlarda uygulama alanı bulduğu[4], bu usul uyarınca iddianamenin taraflara tebliğ edileceği ve beyan ve savunmalarını on beş gün içinde yazılı olarak bildirmelerinin isteneceği, süre dolduktan sonra mahkemece duruşma yapılmaksızın ve cumhuriyet savcısının da görüşü alınmaksızın hüküm verileceği, mahkumiyet kararı verildiği takdirde cezanın 1/4 oranında indirileceği anlaşılmaktadır.
Öncelikle, kararların dosya üzerinde verilmesi ile ilgili uygulamadaki sıkıntıların aşikâr olduğunu belirtmek isteriz. İlk yazıda da bahsettiğimiz üzere, kanun yolu aşamasında kararların dosya üzerinden verilmesi sonucu etkin inceleme yapılmadığından şikâyet edilirken, bu usulle yazılı sisteme geçilmesinin isabetli olmadığı kanaatindeyiz.
Basit yargılama usulü ile ceza yargılamalarındaki sözlü yargılama usulü terk edildiğinden, maddi hakikate ulaşılabilmesi için son derece önemli olan ve CMK m.201’de düzenlenen doğrudan soru yöneltme hakkı taraflara tanınmamakta, dolayısıyla “yüz yüzelik” ilkesine aykırı hareket edilmektedir. Tehdit, kasten yaralama ve taksirle yaralama suçlarını içeren birçok dosyada, suçların nitelikli hallerinin alt ve üst sınırlarına göre basit yargılama usulünün uygulanabileceği, bu konuda şüphelinin muvafakatinin aranmadığı düşünüldüğünde, yargılamaların etkin bir şekilde yürütülememesi sonucunu doğurabilecek bu usulün isabetli olmadığını belirtmek isteriz.
Şüphesiz ceza yargılamalarının çabuk sonlandırılması elzemdir. Bununla birlikte, etkin yargılamanın da tesisi şarttır. Özetle; geç gelen adaletin adalet olmadığı bir gerçektir, ancak adaletin geç gelmesi, erken verilen adaletsiz karardan yeğdir.
Savunma Hakkının Etkin Kullanılması Sorunu ve İddianamenin İadesi Açısından Değişiklikler
Yargı Reformu Strateji Belgesi ile belirtilen amaç ve hedefler dokuz başlıkta toplanmış[5], bunların içinde de yüzlerce faaliyete yer verilmiştir. Buna göre söz gelimi adalete erişimin kolaylaştırılması ve adalet hizmetlerinden memnuniyetin artırılması 6. amaç olarak belirtilmiş; savunma hakkının etkin kullanımının sağlanması da 5. amaçta yer bulmuştur.
Bu amaçlardan bahsedildiği bir yerde, savunma hakkının tesisi için önem arz eden yeni düzenlemelerin yapılması beklenir. Nitekim Yargı Reformu Strateji Belgesinin 5.2-a maddesinde bir “faaliyet” olarak geçen açıklamaya göre: “Avukatların bilgi ve belge temin etmelerine ilişkin yasal yetkilerinin genişletilmesi sağlanacaktır”.
Bu noktada yazarın aklına gelen ilk husus, müdafiin dosya inceleme hakkının genişletilmesi, yani kısıtlama kararına işaret eden CMK m.153/2 ve dolaylı olarak o hükümden etkilenen 3 ve 4. fıkraların yürürlükten kaldırılmasıdır. Ancak 7188 sayılı Kanunla bu amaçların arkasının getirilmediği, içinin doldurulamadığı görülmektedir[6].
CMK m.174’te düzenlenen iddianamenin iadesi müessesesi de yukarıda bahsettiğimiz husus açısından düzenleme gereken bir müessese olup, 7188 sayılı Kanunda bu konuda da düzenleme yapılmamıştır.
CMK m.174’e getirilen düzenleme, 5 ve 6. amaçlara hizmet etmemiş; CMK m.174/1-b’de daha önce “Suçun sübutuna etki edeceği mutlak sayılan mevcut bir delil toplanmadan düzenlenen” hüküm, “Suçun sübutuna doğrudan etki edecek mevcut bir delil toplanmadan düzenlenen” olarak değiştirilmiş, yani “etki edeceği mutlak sayılan”, “doğrudan etki edecek” olmuş, CMK m.174/1-c’ye de sadece “seri muhakeme usulü” ibareleri eklenmiş, ayrıca fıkraya “Soruşturma veya kovuşturma yapılması izne veya talebe bağlı olan suçlarda izin alınmaksızın veya talep olmaksızın düzenlenen” şeklinde (d) bendi eklenmiştir.
Bu düzenlemelerin de esaslı bir yenilik getirmediği tartışmasızdır. Kanaatimizce burada olması gereken, avukatların iddianamenin iadesi prosedürüne katılabilmesi, bu şekilde avukatın iddianameye itiraz edebilme hakkının sağlanabilmesi, bu cihetle 5 ve 6. amaca hizmet edilebilmesidir.
Uygulamada bilindiği üzere iddianame taraflara onaylanınca, yani iddianame mahkemece kabul edildiğinde verilmekte ve iddianame onaylanmadan taraflara tebliğ edilmemektedir. Yani iddianamenin iadesi sebeplerinin olup olmadığını avukatlar ve taraflar bilememekte, sadece mahkemeler iddianame konusunda bilgi sahibi olabilmektedir.
Kanaatimizce, Yargı Reformu Strateji Belgesinde söylenen “savunmanın etkin katılımı” amacı uyarınca, taraflara ve avukatlara onaylanmayan iddianameyi görme imkanının tanınması, iade şartlarının olup olmadığının taraflar ve avukatlarca da görülmesi isabetli olacaktır. Çünkü iddianame soruşturmadan kovuşturmaya geçilmesini sağlayan, CMK m.225 uyarınca da mahkemelerin fiil ve faili ile bağlı olduğu bir belge özelliğini barındırmakla, avukatların bu önemli belgenin niteliği üzerinde etkili olmaması düşünülemez. Hem iddianamenin iadesi prosedüründen hem de savunma hakkının geliştirilmesi amacından bahsedilen bir yerde, bu konuda bir çalışma yapılmamasını eksiklik olarak görmekteyiz.
Kamu Davasının Açılmasının Ertelenmesi
CMK m.171/2’de yapılan değişiklikle, kamu davasının açılmasının ertelenmesi müessesesinin kapsamı genişletilmiş, üst sınırı bir yıl yerine üç yıl ve daha az süreli hapis cezasını gerektiren suçlar açısından bu müessesenin tatbikinin önü açılmış, hükme eklenen 6. fıkra ile bir kısım suçlar kapsam dışında bırakılmıştır[7].
Bu şekilde soruşturma dosyalarının kamu davasına dönüşmeden sonlandırılması hedeflenmiş, ancak hassasiyet duyulan bazı suçlarla mücadele adına bazı suçlar, bu müesseseye dâhil edilmemiştir.
Mağdur ve Şikayetçinin Dinlenmesi
7188 sayılı Kanunun 22. maddesi ile CMK m.236/3’ün son cümlesi yürürlükten kaldırılmış ve maddeye beş fıkra eklenmiştir. Eklenen fıkralarla; cumhuriyet savcısı veya hakim tarafından ifade ve beyanın özel ortamda alınması gerektiği ya da şüpheli veya sanıkla yüz yüze gelmesinde sakınca bulunduğu değerlendirilen çocuk veya mağdurların ifade ve beyanlarının özel ortamda uzmanlar aracılığıyla alınacağı, çocukların nitelikli cinsel istismarı suçunda mağdur olan çocukların soruşturma beyanlarının da, bunlara yönelik hizmet veren merkezlerde cumhuriyet savcısı nezaretinde uzmanlar aracılığıyla alınacağı, kovuşturmada ise ancak maddi gerçeğin ortaya çıkarılması açısından mağdur çocuğun beyanının alınması veya başkaca bir işlem yapılmasında zorunluluk bulunması halinde bu işlemin mahkeme veya naip hakim tarafından bu merkezlerde uzmanlar aracılığıyla yerine getirileceği, TCK m.102/2 uyarınca nitelikli cinsel saldırı suçundan mağdur olanların soruşturma beyanları bakımından da bu usulün izleneceği, ancak beyan ve görüntülerin kayda alınmasında mağdur rızasının arandığı, beyan ve görüntülerin dava dosyasında saklanacağı, kimseye verilmeyeceği ve gizliliği için gerekli tedbirlerin alınacağı, bu beyan ve görüntü kayıtlarının yazılı tutanağa dönüştürüleceği, bu tutanağın talepte bulunan şüpheli, sanık, müdafi, mağdur, vekil veya kanuni temsilciye verileceği, beyan ve görüntü kayıtlarının bu kişilere soruşturma ve kovuşturma makamlarının gözetiminde gizlilik korunmak suretiyle izletilebileceği düzenlenmiştir.
7188 sayılı Kanunun 31. maddesi ile Ceza Muhakemesi Kanunu’na eklenen geçici madde uyarınca, CMK m.236 düzenlemesinde yer verilen merkezlerin en geç 01.09.2020 tarihine kadar faaliyete geçirileceği belirtilmiş, bu tarihe kadar mevcut uygulamaya devam olunacağı hükme bağlanmıştır.
Yukarıda ve ilk yazıda yer verdiğimiz düzenlemeler dışında 7188 sayılı Kanunla CMK’ya getirilen değişikliklerin, basit kelime ve cümle düzeltmelerinden ibaret olduğunu ve yine reform niteliğinde kabul edilemeyeceğini, gerçek anlamda bir reformdan söz edebilmek için şüpheli ve sanık haklarının samimi bir şekilde ele alınmasına ihtiyaç olduğunu son olarak ifade etmek isteriz.
Not: Geçen sayıdaki yazımın son kısmında; asliye ceza mahkemelerine duruşma savcısının geri dönmesinin bir reform olmadığını, 5320 sayılı Kanunun geçici 9. maddesine göre hiçbir düzenleme yapılmadan asliye ceza mahkemelerinde duruşma savcılarının 2020 itibariyle göreve başlayacağını, kanun koyucunun öksürmesine dahi gerek olmadığını yazmıştım. Ancak kanun koyucu 21.12.2019 tarihinde, 7201 sayılı Kamulaştırma Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 10. maddesi ile duruşma savcılarının asliye ceza mahkemelerinde olmayacağına dair süreyi 01.09.2020 tarihine uzattı, bu düzenleme 24.12.2019 tarihinde yürürlüğe girdi. Yani kanun koyucu öksürmese belki reformun gereği yerine gelecekti; öksürdü, aynı uygulama devam ediyor. Eylül ayında yeni bir geçici madde koyulacak mı, göreceğiz.



[1] CMK m.250/4’e göre cumhuriyet savcısı, “suçun kanuni tanımında öngörülen cezanın alt ve üst sınırı arasında tespit edeceği temel cezadan yarı oranında indirim uygulamak suretiyle” yaptırımı kendisi belirleyecektir. Yani cumhuriyet savcısı, iddianamede olduğunun aksine, sadece sevk maddelerini belirtmekle yetinmeyecek, suçun alt ve üst sınırları arasında ceza tayin eden ve indirim yaparak yaptırımı belirleyen süje konumunda olacaktır.
[2] CMK m.250/5-6’ya göre cumhuriyet savcısı tarafından, 4. fıkra uyarınca sonuç olarak belirlenen hapis cezası, TCK m.50’ye göre kısa süreli hapis cezasına seçenek yaptırımlara çevrilebilir, TCK m.51’e göre ertelenebilir ve kıyasen CMK m.231 uyarınca cumhuriyet savcısı, hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verebilir.
[3] Kaldı ki kanun koyucu da, kamu davası açılmasının ertelenmesi için getirilen yeni düzenleme gerekçesinde bu hususa işaret etmiş ve kamu davasının mecburiliği ilkesini takdirilik ilkesi ile yumuşatma amacı güdüldüğünü belirtmiştir.
[4] Bununla birlikte basit yargılama usulünde, seri muhakeme usulünden farklı olarak kapsama dâhil edilen suçlar tek tek sayılmamış, adli para cezasını gerektiren ve/veya üst sınırı iki veya daha az hapis cezasını gerektiren suçlarla ilgili bu usulün uygulanacağı hüküm altına alınmıştır.
[5] 1) Hak ve özgürlüklerin korunması ve geliştirilmesi, 2) Yargı bağımsızlığı, tarafsızlığı ve şeffaflığın geliştirilmesi, 3) İnsan kaynaklarının nitelik ve niceliğinin artırılması, 4) Performans ve verimliliğin artırılması, 5) Savunma hakkının etkin kullanımının sağlanması, 6) Adalete erişimin kolaylaştırılması ve adalet hizmetlerinden memnuniyetin artırılması, 7) Ceza adaleti sisteminin etkinliğinin artırılması, 8) Hukuk yargılaması ile idari yargılamanın sadeleştirilmesi ve etkinliğinin artırılması, 9) Alternatif uyuşmazlık çözüm yöntemlerinin yaygınlaştırılması.
[6] Kısıtlılık kararının bir dönem neden kaldırıldığı, o dönemin hangi döneme denk geldiği, daha sonra “o dönem geçince” neden gizlilik kararının yeniden getirildiği hususları bir soru olarak burada kalsın.
[7] CMK m.171/6: “Bu madde hükümleri; a) Suç işlemek için örgüt kurmak, yönetmek veya örgüte üye olmak suçları ile örgüt faaliyeti çerçevesinde işlenen suçlar, b) Kamu görevlisi tarafından görevi sebebiyle veya kamu görevlisine karşı görevinden dolayı işlenen suçlar ile asker kişiler tarafından işlenen askerî suçlar, c) Cinsel dokunulmazlığa karşı işlenen suçlar hakkında uygulanmaz”.