24 Aralık 2018 Pazartesi

Meçhul Paşa



“Tiyatroadam’ın alıştığınız şenlikli tarzını konuşturduğu yeni oyunu Meçhulpaşa, efsanevi mizah gazetesi Markopaşa’nın masalsı günlüğünü tutan hınzır bir ortaoyunu…
‘Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz ve Mustafa Mim Uykusuz’un birlikte çıkardıkları efsanevi haftalık siyasi mizah gazetesi: Markopaşa… Mevzumuz bu…’
Markopaşa’nın 1946’da başlayıp meçhule doğru giden serüveni, ‘bir cılız kalemden dile gelen hakikat’in peşinden gitmiş. Toplam 7 isim, 8 sahip, 10 yazı işleri müdürü, 9 matbaa, 10 adres değiştirerek dönemin çetin koşullarında ‘devleri bile korkutan’ ve ‘fırsat bulabildiği zamanlarda’ her şeye rağmen çıkan 77 sayı kalmış geriye. Bu sayılar aleyhine açılan 16 dava sonucu yazarlarının yattığı toplam 8 yıl, 2,5 aylık mahpusluk da cabası…
Meçhulpaşa, işte bu serüveni anlatan hem şenlikli hem hüzünlü masalsı bir ortaoyunu… Gökten düşen üç ilham perisi elmalarını yazarlarına paylaştırmış; muratlarına ermişler mi bilinmez, kerevete çıkmadan görülmez”.
Yukarıdaki metin, Tiyatroadam’ın internet sitesinden aynen alıntı. Bundan daha güzel tanıtım yazısı yazılamayacağı için aynen yer verdim.
Son dönemde izlediğim en güzel oyunlardan Meçhul Paşa. Oyuncular Erdem Akakçe, Bülent Çolak ve Fatih Koyunoğlu; oyunun konusu da, bir döneme damga vuran Markopaşa gazetesi. Alkışlar önce o dönemi bizlere son derece güzel bir şekilde anlatan, oyunun yazarı Ahmet Sami Özbudak’a, daha sonra oyunda emeği geçen herkese.
Oyuncuların da oyunun ve gazetenin hakkını verdiğini belirtelim. Karakterden karaktere giriyorlar, Akakçe Aziz Nesin ve Mustafa Mim Uykusuz’u, Çolak Rıfat Ilgaz’ı ve Koyunoğlu Sabahattin Ali’yi canlandırıyor; ayrıca üçlü, gazetenin dizgicisini, baskıcısını, çaycısını, okurlarını da oynuyor. Karakterlerden karaktere geçişlerde oyuncuların performansı, şapka çıkartılacak cinsten. Bülent Çolak'ın bazen ne dediği anlaşılmıyor, ama az çok tahmin ediyoruz. Ayrıca oyunda, dönemin fotoğrafçıları, meyhaneleri de işleniyor.
Biraz da gazetemizden bahsedelim. Ülkece Amerika’ya iyice yöneldiğimiz ve buna “yakışır” bir şekilde “komünist avcılığına” başladığımız dönemde çıkan Markopaşa nice kapatmalar, yasaklar görüyor, yazarları tutuklanıyor, sürgüne gönderiliyor, mahkum ediliyor, gazete matbaa bulamıyor, en son, Rıfat Ilgaz’ın fikri ile gazete, Markopaşa çalışanları tarafından teksir makinesinde, nam-ı diğer “Gutenberg Matbaası’nda” basılıyor.
Yasaklar sonucu Markopaşa, birçok kez isim değiştiriyor, Merhumpaşa, Malumpaşa, Ali Baba vs. isimleri alıyor, sonra ismine “tekrar” kavuşuyor, fakat Markopaşa bu kez Orhan Erkip’in gazetenin imtiyazını sahte olarak ele geçirmesi ile “komünist avcılığı yapan gazete” haline geliyor. Hikâye uzun anlayacağınız; uzun, ama maalesef bizden.
Oyunda Markopaşa gazetesi de bolca kullanılıyor; sayfaları gerek fiili, gerekse mizahi gerekçelerle paramparça ediliyor. Aşağıdaki parça da oyun sonrası şahsımca sahneden alınmış bir “kar tanesi”; parçalar da, tıpkı kar taneleri gibi muntazam ve tertemiz.

Markopaşa’nın hikâyesini, sadece o gazete gibi mizahi bir dille anlatmak, ülkemiz gerçekleri karşısında mümkün olamıyor tabii. Hele ki son sahneyi müteakip oyuncuların seyircileri selamlamaları sırasında, o son sahneyi oyuncularla birlikte yaşıyorsunuz (edepsizlik yapmamak için son sahneyi söylemeyeceğim tabii ki, ama tahmini mümkün, tamiri değil).
Tam da oyuna gittiğim gün Birgün Pazar’da Güray Öz tarafından “Markopaşa Zamanıdır” yazısı kaleme alındı. Bu “nokta atışı” yazıda yer alan ve Markopaşa’nın 10. sayısında büyük harflerle yapılan duyuruyu paylaşayım sizlerle, o duyuru bir özettir adeta: “BU GAZETE CUMA GÜNLERİ SAAT SEKİZDE ÇIKAR. SEKİZLE DOKUZ ARASINDA FIRSAT BULURSA SATILIR. DOKUZDA TOPLATILIR. SAAT ONDA MUHARRİRLERİ SORGUYA ÇEKİLEN BASIN HÜRRİYETİNİN KURBANI FELAKETZEDE BİR GAZETEDİR”.
Gazetede daha önce “pazartesi günleri çıkar”, “cuma günleri çıkar” şeklinde ibareler varken, örneğin 12. sayıda gözümüze şu uyarı çarpıyor: “Toplatılmadığı zamanlarda çıkar siyasi mizah gazetesi”.
Sonra 16. sayıda, yukarıda büyük harflerle belirtilen duyurunun şu hali aldığını görüyoruz: “Ne gün fırsat bulursa o gün çıkar. Çıktığı gün 8 ile 9 arasında satılır. 9’da toplamaya başlarlar. Türkiye’deki demokrasinin ve basın hürriyetinin miyarı (ölçütü) olan, işte böyle bir acayip siyasi mizah gazetesidir”.
Basın hürriyetinin miyarı malum, ülkemizin ayarı malum; örneği, mağduru, şahidi çok, derdimizi anlayan yok, Markopaşa dışında!
Okuyamıyorsunuz, ama izleyiniz…

23 Kasım 2018 Cuma

Bir Trabzon - Fener Maçı Öncesi



Fenerbahçe ve Trabzonspor arasındaki rekabet malum ve bu rekabet, artık düşmanlık derecesinde. Önce, bu düşmanlığın nedenlerine kısaca değinmekte fayda var.

Trabzonspor’un Trabzonspor olduğu 1970’li ve 1980’li yıllarda, şampiyonluk yolunda mücadele ettiği takım genelde Fenerbahçe olmuş. Öyle ki; Trabzonspor’un şampiyon olduğu 6 sezonun 4’ünde Fenerbahçe ikinci olmuş, 1976 ila 1981 yıllarında Trabzonspor’un şampiyon olamadığı tek yıl olan 1978’de Fenerbahçe şampiyon olmuş. Fenerbahçe maçı için okuldan kaçan Hababam Sınıfı’nda Kemal Sunal’ın “biz zaten hayatta iki şeyden çekiyoruz; bir Mahmut Hoca, bir de Trabzonspor” repliğinden de rekabet anlaşılıyor.



Artık di’li geçmiş zamana geçebilirim. Trabzonspor 1983 yılında 6. kez şampiyon olduktan sonra, şampiyonluğa en çok 1995-1996 sezonunda yaklaştı. Şotalı, Hamili, Tolunaylı, Ünallı, Ogünlü, Abdullahlı takım ligin sondan üçüncü haftasında, 1 puan da önünde olduğu Fenerbahçe’yi sahasında ağırladı. Maçın ilk yarısında Abdullah’la 1-0 öne de geçti. Yani bu maç bu şekilde bitse, puan farkı 4’e çıkacaktı. Ligin bitmesine de iki hafta kaldığı düşünüldüğünde, Trabzonspor “Şampi” olacaktı. Ancak ikinci yarı önce Oğuz’un, sonra Aykut’un golleriyle (Aykut’un golünde asisti yapan, Yeni Malatya’nın hocası Erol’u da saygıyla selamlayalım) Fenerbahçe maçı kazandı ve o sene şampiyon oldu. O maç sonrası Trabzon’u bir düşünün. Maç sonrası kendi takım otobüslerini taşlayanlar mı dersiniz, intihar edenler mi dersiniz…

Üçüncü kırılma dönemi malum, olaylı 2010-2011 sezonu. Bu üç kritik dönem Trabzonspor ile Fenerbahçe arasındaki rekabeti düşmanlık haline getirdi. Mutlaka sair nedenler de vardır. Ancak 2011 yılından sonra, bu düşmanlığın tamirinin de mümkün olmadığı görülüyor.

İşin enteresanı, 2010-2011 sezonundan bu tarafa Trabzonspor bizi (artık biz diyelim değil mi) yenememiş, ancak son üç maçtır biz de onları yenememişiz, berabere bitmiş hep. En son galip geldiğimiz maç da 26.12.2016’da Trabzon’u Trabzon’da 3-0 yendiğimiz maç.

2011’den bu tarafa bazı maçlara baktığımızda; 2013-2014 ve 2015-2016 sezonlarında Trabzon’da oynanan maçların yarıda kaldığını, ilkinde henüz 45. dakikada Fenerbahçe 1-0 öndeyken maçın sahaya ve özellikle kalecimiz Volkan’a atılan yanardönerli maddeler nedeniyle tatil edildiğini, ikincisinde de Fenerbahçe 4-0 öndeyken ve maç bitmek üzere iken sahaya taraftarların girdiğini, bir taraftarın çizgi hakemini döverek düşürdüğünü ve sonrasında kafasını tekmelediğini ekleyelim.

Ancak bu yazıyı yazma nedenim bunlar değil; 25 Kasım Pazar akşamı Trabzon’da oynanacak Trabzonspor-Fenerbahçe maçı öncesi Trabzon İl Spor Güvenlik Kurulu’nun aldığı karar. Kurul, Fenerbahçe taraftarlarının “güvenlik nedeniyle” stada alınmayacağına karar verdi. Bir güvenlik kurulu, olası bir sıkıntı öncesi güvenliği sağlamakla yükümlüdür herhalde. Ancak “kimse gelmezse, güvenliği sağlamaya da gerek kalmaz” anlayışını benimseyen, “ben güvenliği sağlayamam, gelmesinler” diyen bir güvenlik kurulu mevzubahis. Bundan sonra, “rakip takım gelmezse maç da kaybetmeyiz” düşüncesini bekliyoruz.

Bu tedbirin kalıcı olmayacağı, ileride Fenerbahçeli taraftarların o statta maç izleyeceği kesin. Yani bundan örneğin 5 yıl sonra veya daha da erken dönemde, belki de seneye bu yasak kalkacak ve Fenerbahçe taraftarları stada alınacak. Peki bu 5 senede veya bir sonraki sene ne değişecek? Artık taraftarlar birbirlerine sıcak bakmaya, “hepimiz aynı gemideyiz” demeye mi başlayacaklar? Veya Trabzon şehrine ve ülkemize bir evliya gelip tüm kente ve ülkeye sevgi, saygı, hoşgörü ve nezaket mi aşılayacak? Veya Trabzon İl Spor Güvenlik Kurulu şimdi olmayan güvenlik anlayışında fevkalade çığır açıcı bir yeniliğe mi gidecek? Bu yazıda bahsettiklerimden de anlaşılacağı üzere, maçların olaysız geçmesi ile rakip taraftarların pek ilgisi gözükmüyor da; nasıl çözülecek bu iş? Nasıl çözülmeyeceğini anladık sonuçta.

Daha önce de Trabzon İl Spor Güvenlik Kurulu, üç büyük takım taraftarlarının stada alınmayacağını açıklamıştı. Daha sonra örneğin Nisan 2017’de Trabzonspor, Beşiktaşlılara açtı kapısını. Beşiktaş’ın hocası Şenol Güneş iken, Beşiktaşlıların Şenol Güneş Kompleksine girmesine kim karışabilirdi zaten? (Orada da ayrı bir garabet var tabii. Trabzonspor’un stadına adını veren Şenol Güneş, Beşiktaş’ın halihazırdaki hocası; “yeni büyük” takımlarımızdan Başakşehir’in stadına adını veren Fatih Terim, Galatasaray’ın halihazırdaki hocası). Trabzonspor’un Erwin Koeman Spor Kompleksi değil, bizatihi “Fenerbahçe Kompleksi” olduğuna göre, taraftarların alınmaması şartlara uygun galiba. Bu arada, Trabzonspor’un yeni sahasını görmeyen tek taraftar grubu Fenerbahçeliler. Hak etmiyoruz Şenol Güneş Kompleksini, doğaldır diyelim.

Öte yandan; Trabzon İl Spor Güvenlik Kurulu, güvenliği sağlamaktan acizliğini ve sorumluluk almama isteğini söylemeye devam etsin, bir Rize deplasmanı dönüşü Trabzon’da Fenerbahçe otobüsüne av tüfeği ile ateş edilmesinin üzerinden üç buçuk sene geçti (sadece tribünlerde olmuyormuş yani olay). Pek tabii ki, soruşturmada gelişme yok. Orada da sorumluluk alınmamış anlaşılan. Hatta o dönem, saldırının olduğu yere 50 metre mesafede görev yapan bekçinin FETÖ’den alındığı, fiilde “FETÖ izi” olduğu da söylendi. Bir yargı meselesi varsa bir FETÖ izi gelir sizi bulur.




Bu “öldürmeye teşebbüs” niteliğinde fiille ilgili sadece iki kişinin gözaltına alındığını, sonra bu şahısların adli kontrol tedbiri ile salıverildiğini, onları karşılayan ve o iki kişinin masum olduklarını iddia edenlerin “utanmayın, Trabzon sizinle gurur duyuyor” tezahüratında bulunduklarını da belirtmeden geçmeyelim (haber için https://tr.eurosport.com/futbol/super-lig/2014-2015/surmene-adliyesi-nde-gerginlik_sto4669630/story.shtml).

Bu iki şüpheli vatandaş aracı kurşunlamamışsa, neden Trabzon onlarla durduk yere gurur duyuyor, onu anlayamadım. “Masum oldukları için onlarla gurur duyuyoruz” mu demek istiyorlar? Yoksa, “onlar yaptı ama masumlar” mı demek istedikleri? Masumiyet böyle bir şey mi?

Neyse, umarım bu hafta sonu galip filan gelmeyiz de, Trabzon İl Spor Güvenlik Kurulu’na mahcup olmayız; zira daha çok maçımız var!

7 Ekim 2018 Pazar

Hürriyeti Tahdit


Kişiyi hürriyetinden yoksun kılma suçu, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 109. maddesinde düzenlenmiş; eski kanundaki adı ve avukat tabiri ile “hürriyeti tahdit” suçu bu. Yani kişinin bir yere gitmesini veya bir yerde kalmasını hukuka aykırı şekilde engellemek, bir kişiyi kilitlemek, zorla bir yere götürmeye çalışmak, kişinin seyahat hürriyetini, genel anlamda özgürlüğünü kısıtlamak bu suçun konusunu oluşturuyor.
Suçun basit halinin cezası bir ila beş yıl hapis. Suçun cebir, tehdit veya hile ile işlenmesi halinde ceza iki ila yedi yıla çıkacak; silahla, birden fazla kişi tarafından birlikte, kişinin yerine getirdiği kamu görevi nedeniyle, kamu görevinin sağladığı nüfuz kötüye kullanılmak suretiyle, üstsoy, altsoy veya eşe karşı, çocuğa ya da beden veya ruh bakımından kendini savunamayacak durumda bulunan kişiye karşı işlenmesi halinde de ceza bir kat artırılacak.
Sanırım hürriyeti tahdit suçu için bu kadar anlatım yeter; sonuçta şerh yazmıyoruz. Gelelim bu açıklamaları yapma nedenime.
İstanbul Barosu avukatlarından Ömer Kavili; Silivri’de bir mahkemede tutuklu müvekkili ile savunması öncesi görüşmek isterken mahkeme başkanı tarafından uyarıldı, bu görüşmenin bir hak olduğu Kavili tarafından hatırlatılmasına rağmen mahkeme başkanı bu hak ve görevi Kavili’ye tanımadığı gibi, kendisi yaka paça duruşma salonundan “sürüklenerek” ve “darp edilerek” çıkarıldı. Adalet Bakanlığı’ndan soruşturma izni alma usulü de izlenmeden hakkında soruşturma açıldı, savcı Kavili’nin tutuklanmasını talep etti ve sulh ceza hakimi Kavili’yi aynen şu gerekçelerle tutukladı:
“Şüpheli Ömer Kavili’nin eyleminin amacının kutsal savunma hakkı olmadığı, aksine ters psikoloji ile müvekkilini ve kendisini mağdur göstererek dosyada haklı çıkmaya çalıştığı, şüphelinin eyleminin müdafii olduğu davayı sulandırmaya çalıştığı, şüphelinin tüm bu eylemleri birlikte değerlendirildiğinde amacının halkın gözünde yargının ve mahkemelerin itibarsızlaştırılmak olduğu, adalete olan güveni sarsmayı amaçladığı, şüphelinin eylemlerinin haber niteliği taşıyarak toplumda infiale sebep olduğu, delillerin henüz toplanmamış olması, şüphelinin kaçma veya delilleri karartma ihtimalinin bulunması”.
Amaç savunma hakkı değilmiş, avukat “ters psikoloji” yapmış, sanığı ve kendisini mağdur göstermeye ve davayı sulandırmaya çalışmış, halkın gözünde yargıyı ve mahkemeleri itibarsızlaştırmaya çalışmış filan… Şüphesiz bunların hiçbiri suç değil ve suç olmadan tutuklamanın olamayacağı bir gerçek. Yine, bu gerekçeleri bir hukuk öğrencisi, hatta bir lise öğrencisi ortaya koysa sınıfını geçemeyeceği, hatta hocasından unutamayacağı fırçalar yiyeceği de bir gerçek. Ancak bu gerekçeler şanlı devletimizin bir hakimi tarafından ortaya koyuldu, bu gerekçelerle usule aykırı şekilde ve savcı ile hakimin kastı ile Kavili’nin hürriyeti tahdit edildi.
“Bana Bir Şeyhler Oluyor” oyununda Altan Erkekli’nin de dediği gibi, “bir insanı bir yere kapatmak suçtur; ama kapattığınız kişi bir suçluysa bu bir cezadır”. Peki kapattığınız kişi bir suçsuzsa ve bunu da hakimler savcılar gayet iyi biliyor, buna rağmen açık bir suç işleme kastıyla kişiyi bir yere kapatmakta ısrar ediyorlarsa? Kişinin özgürlüğü kısıtlanırken kişiye cebir uygulanıyorsa ve bu, kamu görevi nedeniyle ve kamu görevinin sağladığı nüfuz kötüye kullanılmak suretiyle yapılıyorsa? Bir savcı ile hakimin; avukatın ters psikolojiyle haklı çıkmaya çalışmasının suç olmadığını ve avukatın soruşturması için Adalet Bakanı tarafından soruşturma izni verilmesi gerektiğini bilmemesi mümkün değil. Bu durumda, bir kişinin özgürlüğünün kasten kısıtlanması neye karşılık geliyor? Ben size söyleyeyim: dört ila on dört yıl hapis cezasına.
Geceyi tutukevinde geçirdikten sonra sabah “derhal” salıverilen Kavili’ye karşı suç işlenmeye devam ediliyor; zira kendisi hakkında bu kez yurt dışına çıkış yasağı koyuldu. Kavili’yi salıveren özgürlükçü (!) hakimin mantığı şu: kişinin kaçma şüphesi yok, bu durumda salıverelim, ama yurt dışına çıkamasın. Şüphesiz bu da bir hürriyeti tahdit.
İnsanlar suç işler, ne yapalım, Allah hukukumuza zeval vermesin.

18 Eylül 2018 Salı

Lefter Sezonu Yazısı: Hastayız!



Artık her futbol sezonunun başında yazı yazıyorum, malum. Bu sene de yazmasam olmazdı, ancak şimdi mümkün olabildi.

Geçen sene “Arkadaşlar Yine mi Hazır Değilsiniz?” yazımda Kasımpaşalı Trezeguet’den bahsetmiştim, transfer döneminin önemli isimlerinden biri oldu, özellikle Galatasaray bir ara çok istedi, ama Kasımpaşa’da kaldı. İkinci olarak yazıda, en iyi transferi Yalçın Çetin’i alarak Bein Sports’un yaptığını, sırada Ercan Taner’in olduğunu söylemiştim. Bu sene Ercan Taner de transfer edildi. O konuda da çok mutluyum, anlayacağınız yine akıllı işi Bein yaptı: “Bir kafa, dışarıya”…

Neyse bu seneye dönelim.

Transfer sezonu bu sene enteresan geçti. Büyük takımların en iyi oyuncuları olarak değerlendirebileceğimiz Gomis, Giuliano ve Talisca’dan biri Çin’e ikisi Arabistan’a gitti. BJK ve GS yerlerine forvet alamadığı gibi, lig başladı BJK bu kez adamakıllı tek santrforunu kaptırdı, yeni yuva yine İslamiyetin beşiği; GS Derdiyok’la, BJK Love’la idare edecek. Öyle ki, Love’a da son gün GS yavşamıştı. Takımlar bir an Kavak Yelleri’ne bağladı. Tabii bu takımlar, yani GS ve BJK; nasıl olsa Fener’den daha kötü olamayız deyip etkili oyuncularını gözden çıkarmış da olabilir, bilemiyorum.

Bir dönem Twitter'da TT'lere baktığımızda, transferler ve transfer söylentileri nedeniyle Al Hilal, Al Ahli, Al Nasr, Al Bayrak coşup gidiyordu farkındaysanız. Ayrıca o kadar bilinmedik adamlar da alındı veya alınmaya çalışıldı ki bu süreçte, Twitter’da her yabancı ismi görüp tıkladığımızda bazen 1950'li yıllarda dünya sinemasında boy göstermiş ve yeni vefat etmiş bir kişiyi de görmüş, öğrenmiş olduk. Rest in Peace!

Arap, İslamiyet demişken, son dönemde özellikle Fenerbahçe ve Galatasaray’ın aldığı oyuncuların da o coğrafyadan olduğunu gördük. Fenerbahçe’de ne işe yaramadığı anlaşılmayan iki Faslı olduğu gibi, yeni yönetim de Cezayir’den iki oyuncu transfer etti. Öyle ki, Fenerbahçe’nin en son Konyaspor maçında ileriye dönük 4 oyuncusu da yabancı olmakla birlikte mümindi (ikisi Cezayirli, biri Faslı, biri Ganalı). Herhalde Konya’yı İslamiyet silahı ile vurmak istediler; haticede değil, neticede başardılar.

Her zaman olduğu gibi Fenerbahçe’ye ağırlık vererek devam edelim.

Öncelikle yeni Fenerbahçe yönetiminin Altınordu adımları ve transferlerini genç oyunlardan seçmesi kutlanası, onu belirtelim. Cezayirlilere laf ettik ama, Slimani bitiriciliğini geliştirirse iş yapar, Jailson ve diğer Cezayirli Benzia’nın kumaşı iyi (tabii bunları Dinamo Zagreb ve Beşiktaş maçlarında daha iyi göreceğiz), gençlerden özellikle Barış’ın çok iyi yerlere geleceğini görüyor ve umuyorum, buradan da kendisine son maçlarda dakika vermeyip Aatıf’ı tercih eden Cocu’ya teessüflerimi sunuyorum. Bunun yanında yeni Aatıf’ımız, Dirar’ımız da oldu; Ayew biz Fenerlilerin sabrını zorlayacağa benziyor. Reyes’ten hiçbir şey anlamadık. O da anlamayalım diye, Kayserispor maçında okeye dördüncü gibi oynamayı, hatta okey masasında yancılığı tercih etti.

Şimdi diğer kısımlara gelelim.

Evet yeni yönetim, yeni heyecan, karizmatik başkan; ama kopyala-yapıştır hatalarla sezona başlangıç... Şampiyonlar ligi ön elemede oynadığımız Benfica maçları santrforsuz geçildi ve hasret kalınan Şampiyonlar Ligi'ne yine katılamadık. Bir rivayete göre, “elersek forvet alacağız” demiş bir yönetici. O yöneticinin mantığına göre bence hiç kasmasınlar transfer filan, şampiyon olursak alınırlar. Lige de hazır girmiyor takım, bariz. Ligin 5. haftası ve milli maç arası da yapılmış. Ekim ayına gireceğiz; sahaya çıkan takım, halı sahada takım denkleştirilemeyince sırf o maç için çağrılan adamlardan oluşuyor gibi. Maçın ortasında sol bek, sağ açığa “isim neydi birader” diyecek halde, öyle bir takım.

Transfer politikasını ve zamanını eleştiriyoruz. Buna karşı “yaa ama transfer o kadar kolay değil, siz anlamıyorsunuz, ekonomi vs. vs.” diyebilirler. Tamam biz anlamıyoruz, zaten o nedenle yönetime talip değiliz. Ama siz talip oldunuz, büyük farkla da başa geçtiniz, e siz de anlamıyormuşsunuz demek ki, aynı hataları devam ettiriyorsanız.

İlk haftalarda her mağlubiyet sonrası bir transfer açıklandı maşallah. En son mağlubiyette de (Kayserispor) transfer sezonu bitmiş oldu artık, yapacak bir şey yok.

Geçen seneki hatalardan bir tekrar daha: Fenerbahçe’ye maddi anlamda biraz olsun destek olacak forma sponsoru da yok henüz. Koç bulamayacaksa Aksüt mü bulacak sponsoru?

Takımlarda para pul yok anlıyoruz, buna mukabil takımların iskeleti komple yenileniyor. Fenerbahçe esas yapması gereken transferin kaleci olduğunu Şampiyonlar Ligi’nden elenip ligde ilk üç maçtan ikisini kaybedince anladı. Harun Tekin formayı Volkan Ağabeyinden alabilir mi diye düşünürken, hemen ilk maçında (Kayserispor) kadroya koydu Cocu. Harun ilk yarı gayet iyiydi, ama Kayseri Fener’den daha fazla pozisyona girdiği ve kaleciyi daha fazla zorladığı için ilk gün fazla mesaiye kaldı. Her şeyin aşırısı kötü olduğu gibi, özgüvenin aşırısı da kötü olduğu için, çok saçma bir üçüncü gol yedi. Neyse ki Konyaspor maçında iyilerden biri oldu da, karizmasını kurtardı genç kaleci. “Genç kaleci” diyorum ama, yaşı 29 olmuş. Çocuk büyük takımda oynayana kadar emektar oldu tabii. Sonuçta Fenerbahçe’nin Harun Tekin’le gidecek çok yolu var; “bütün dünya izler durur” umarım.

Fenerbahçe’de yapılması gereken ikinci hareket de defansı düzeltmekti. Kayserispor maçı da bunun en net göstergesiydi belki, Aykut Kocaman’ın geçen sene “olmadık şeyler üst üste geldi” dediği şeyler aslında o defanstan kaynaklıydı, ama anlamadılar tabii. Harun Tekin’den devam edelim: “hiç anlatamadım, hiç anlamadılar”…

11 transfer yapıldı, yine Roman-Skrtel ikilisi, yine sol bekte Hasan Ali veya İsmail, sağ bekte Isla veya Şener, yine sol açıkta Aatıf. Bu işte bir garabet var.

Bir de şöyle bir sıkıntı var; Fenerbahçe yetersiz deniyor, her sene bir kamyon adam alınıyor, bir kamyon adam gidiyor, yine yetersiz. Nasıl olacak? Kayserispor maçında Eljif’i de sayarsak beş yeni oyuncu var, takımın orta sahası yok. Konyaspor maçında yine beş yeni oyuncu var, takım ilk şutunu maçın 31. dakikasında sanki topa vururken küfrediyormuş hissi veren Mehmet Topal’la çekebildi. Cocucuğum da sağ olsun her maç 11’den 4-5 oyuncu değiştiriyor, herhalde doğruyu bulana kadar sezon bitecek. Birkaç maç direkt oynatılan Barış’a bakıyorsunuz, sonradan oyuna bile girmiyor. Sonradan oyuna alınması dahi ilk başlarda tercih edilmeyen Valbuena ve Aatıf’ı, sonraki maçta 11'de görüyorsunuz.

Neymiş, takım henüz hazır olmadığı için maçları kaybetmiş. Yeni Malatya, Göztepe ve Kayserispor da kurulduğundan beri 2018-2019 Fenerbahçe maçına hazırlanıyordu zaten. Burada Konyaspor maçını da net galibiyetmiş gibi görmeyelim tabii. Yukarıda hatice-netice tabirine değinmemin nedeni oydu. Fenerbahçe’nin farkı yok sahada. Fenerbahçe’nin tüm maçları “denk takımların kardeşçe mücadelesi” şeklinde geçeceğe benziyor bu sezon. Önümüzdeki Dinamo Zagreb ve Beşiktaş maçları bu nedenle çok önemli.

Halbuki bu sezona ismini veren futbolcu Lefter Küçükandonyadis. Yazının fotoğrafında olduğu gibi futbolu, sporu seven Lefter’in takımına yakışan, sahaya çıktığında “bu Fenerbahçe” dedirtecek, en azından “diğer takımdan daha iyi” (bu bile kabulüm) dedirtecek bir takım gibi oynaması. Bekleyecek ve göreceğiz. Cocu şimdiye kadar iyi sınavlar veremese de, sonrası için güvenmek istiyoruz. Yine Harun Tekin’den alıntı yapıp Cocu'ya “Uyan” diyelim: “Canım kardeşim, bak senin ellerinde hayatımız / Uçan kuştaki güzelliği kaybettik, hastayız”.

Bu uçan kuşu, pekala “sarı kanarya” olarak düşünebiliriz.

Lefter demişken, kendisi ile Cem Karaca’nın 1993 yılında yaptığı röportajla bitireyim yazıyı. Şu videodaki güzelliğe bakar mısınız?



Haydi Fener, Lefter için!

17 Ağustos 2018 Cuma

Milli Gemi


Bahis programlarından anlık maç takip eder gibi dolar kuru takip eder olduk.

“- Merhaba nasılsın?
- İyidir dolar 6,55 olmuş sen nasılsın?
- İyi ne olsun ya, şimdi 6,40’a indi”.

Türk Lirası değer kaybedince: “gelişmemizi istemiyorlar, onların doları varsa bizim Allah’ımız var”…
Değer kazanınca: “büyük oyunu bozduk, Allah kitap peygamber”…

Her iki durumda da siyasiler nezdinde sıkıntı yok; Allah stabil.

Gerçi bu satırları yazarken 6,05 TL olan dolarımız (kim bilir siz okuyunca kaç olacak), bundan bir ay önce 4,79’muş. O dönem gelişmememizi daha az istiyorlarmış demek ki.

“Beni seçin doların eridiğini göreceksiniz” ise siyasetçi masalı. Kimse inanmamıştı zaten. Olur da biri “neden dolar coştu” diye sorarsa cevap belli: “O Amerikalı köpek yüzünden”. O kadar…

Türk Lirasının değer kaybetmesinin iş dünyasında da önemi yok. Damadın açıklamalarından sonra Güler Sabancı’nın gereksiz jest ve mimiklerini görmediniz mi? Sanırsınız Berat’ı değil, Josh Holloway’i anlatıyor. Sabancı’nın üslubu salt korkudan değil tabii ki. Onlara hiçbir şey olmaz çünkü.

“Yerli ve milli” siyasilere ise hiçbir şekilde hiçbir şey olmaz. Neden açtıkları anlaşılamayan döviz hesaplarındaki tüm dolarları 7 TL’den bozan “milliyetçi” hareket mesela. Her konuda olduğu gibi, bu konuda da kazançlılar. Türkiye’nin yoluna baş koymak, düzlüğüne yokuşuna ölmek, anonim şirket gibi hareketleri gerektirebiliyor bazen.

En güzeli de “hepimiz aynı gemideyizciler”. Ne zaman “aynı gemi” edebiyatı duyarsanız, oradan kaçın. Çünkü “hepimiz aynı gemideyizciler” iktidar yanlılarının “bakın o da muhalif ama bize destek oluyor, siz vatan hainliği yapıyorsunuz, mesele ülkemiz, birlik ve bütünlüğümüz anlamıyor musunuz” sözleri ile destek verdiği, kof vatanseverlik kuşanmış, sözde demokratlar.

Mesela; görevleri arasında, “meslek onuru ve bağımsızlığı ile ilgili işlerde kanun ve meslek kurallarının gereğini her türlü organlara karşı savunmak” bulunan, ancak kendisi seyyah olup diyar diyar gezmekle ve özçekimli videolarını paylaşmakla meşgul Barolar Birliği Başkanı meslektaşımız Metin Feyzioğlu, sert bir dille “hepimiz aynı gemideyiz” açıklamaları yapıyor, doların yükselmesine sevinenleri “vatan haini” ilan ediyor.

“Birlik olursak bizi hiç kimse yıkamaz” cümlesini de kızgın bir ifadeyle söylüyor Feyzioğlu. Peki avukatlık onuru, hukuk güvencesi, yargı bağımsızlığı? Birlik olursak onu da yıkamazlar. Yıkan onlarsa? Yıkmazlar, yıkmazlar, aynı gemideyiz niye yıksınlar?

Hem birlik mi? Biz ne zaman birliğe dahil olduk ki? Hala inanıyor musunuz böyle kof sözlere? “Neden böyle olundu?” sorusu yasak. “Hükümetimizin yanındayız, birlik ve beraberliğimizi kimse bozamaz”, o kadar.

İş Bankası’nın kelli felli Genel Müdürü de, “Bu ülkenin sadece refahını paylaşmak için mi bir araya geldik biz? Sıkıntıları birlikte göğüsleyeceğiz” diyor. Refah paylaşmak mı?

Perinçek de iki gemiden söz etmiş; birinci gemi ABD’nin gemisi, ikinci gemi de ABD karşıtı Erdoğan’ın gemisiymiş. Okyanusu yüzerek geçmek bu iki ihtimalden daha uzun ömür vadediyor sanki.

Bir de Erdoğan, 2015’ten bu yana ABD’ye karşı duruyormuş. ABD-Türkiye ilişkilerinin hiç olmadığı kadar iyi olduğundan gururla bahseden medyamızı unutmadık halbuki. Neyse, “Erdoğan hep ABD karşıtı bir antiemperyalistti, dik duruyor, gerisini karıştırmayın”.

Dış politikamız, üç gün öncenin “hain ve nankörü” Katar Emirinin, bu hainlik ve nankörlükten üç gün sonra “işte dostluğun fotoğrafı” başlığı altında Reise sarılması gibi... 15 milyar dolar gelmeseydi Reisimiz sıkı bir Katar karşıtı olacak, “Yavru Katar” Trabzon’da karışıklık filan çıkacaktı. Neyse “dolarlar” geldi ya, önemli olan o; şeyhimiz din kardeşimizdir. Ya Allah Bismillah Allahu Ekber!

Hükümetin hiçbir zaman yanında yer almayan, hiçbir şekilde iktidarın nimetlerinden nemalanmayan ve hiçbir zaman da ABD’ye sempati beslemeyen milyonlara teessüflerimle, tüm müslümanların, daha da önemlisi Katar Emirinin bayramını kutlarım. “Milli gemimiz” ona minnettardır.

24 Temmuz 2018 Salı

Alpay ve Tercihleri




Tarihimizde ilk kez Avrupa Kupası finallerine katıldığımız 1996 yılında ilk maçımız, daha sonra da defalarca maç oynayacağımız Hırvatistan takımıylaydı. Fena da oynamadığımız maçın 86. dakikasında kullandığımız kornerden dönen topta müthiş bir kontratak yakalayan Hırvatlar Vlaovic’le 1-0 öne geçti. Golden çok konuşulan husus, Vlaovic’le karşı karşıya kalan Alpay Özalan’ın ellerini kaldırarak kendisine geçit vermesi ve herhangi bir müdahalede bulunmamasıydı. Alpay topu kazanamasa bile faul yapabilirdi, kırmızı kart da görebilirdi. Dakika olmuş 86, kırmızı kart görmek çok da mantıksız görünmüyordu. Alpay tercihini “faulsüz temiz futboldan” yana kullandı ve Alpay’ı geçen Vlaovic’in attığı o golle Hırvatlara 1-0 yenildik, daha sonra Portekiz’e 1-0, Danimarka’ya 3-0 yenilerek puansız ve golsüz şekilde evimize döndük.

Alpay da, yapmadığı faulden dolayı “fair play” ödülü aldı.

Aşağıdaki ise, Alpay’ın 1996 yılındaki tercihinin videosu…





Katılamadığımız 1998 Dünya Kupasından sonra ligimizde 23.08.1998 tarihinde oynanan Beşiktaş - Gaziantepspor maçında Alpay, rakibine yaptığı müdahale sonrası Hakem Ali Uluyol tarafından kırmızı kartla oyun dışında kaldı. Burada konumuz Ali Uluyol’un maçta verdiği kararlar ve Alpay’ı oyundan atması değil, Alpay’ın hakeme karşı hareketleri. Şimdi, Alpay’ın 5.07’den başlayan hareketlerine ve koca ağzından çıkan cümlelere odaklanalım…





Fransa 98'e gidemesek de, 2000 Avrupa Kupasına katılmaya hak kazandık; İtalya, İsveç ve Belçika’dan müteşekkil rakiplerimizden 4 puan çıkararak grubu 2. bitirdik ve çeyrek finalde Figo’nun Portekiz’i ile eşleştik.

Maçın 29. dakikasında, oyun henüz sıfır sıfırken, rakip kaleye yaptığımız orta sonrasında Alpay, Portekizlilerin başarılı stoperi Fernando Couto’ya yumruk attı ve kırmızı kart gördü. Maçın üçte ikisini 10 kişi oynayan takımımız, Nuno Gomes’in golleriyle sahadan 2-0 mağlup ayrıldı ve kupaya veda etti.

Aşağıda ise, Alpay’ın 2000 yılındaki tercihinin videosu (dk 1.28)…



Alpay 1999 yılında Beşiktaş’tan Fenerbahçe’ye geçmişti, oradan da 2000 yılında Aston Villa’ya gitti, derken Köln’de futbol hayatını 2008 yılında sonlandırdı. Gurbet ellerde oynarken pek ilgilenemedik ama, 2006 Dünya Kupası öncesi baraj maçında İsviçre’ye İsviçre’de 2-0 yenildikten sonra rakibimizi kendi evimizde ağırlarken Alpay’ı “özlediğimizi” anladık. Milli maçlar öncesi okunan İstiklal Marşında Alpay zaten gerekli sinyali vermişti, ama sırf İstiklal Marşı okumasından kaynaklı olarak oyuncu değiştirme hakkını kullanmak, teknik direktörden beklenmezdi. Daha iyi anlaşılmak için, Alpay’ın maç öncesi marş okumasını ve “lardaa yüzeen al sancaağını” dikkatinize sunayım (dk 1.47).



İstiklal Marşı okunduktan birkaç dakika sonra, marşta verdiği mesajı hemen yerine getirdi Alpay: Maçta henüz 1 dakika dolmamışken penaltı yaptırdı. Geriden gelip maçı 4-2 kazanmamıza rağmen, Dünya Kupasına gidemedik.

Aşağıda Alpay’ın penaltı tercihi, videonun henüz başında…




Aslında Alpay’ın milli formayla Beckham’a ve Aston Villa formasıyla Owen’a hareketleri de var; ancak bence bu kadar anlatmak yeter. Anladınız, Alpay hayatında kritik tercihlerini hep yanlış yaptı. Ta ki 2018’e kadar…

Milli formayı en fazla giyen futbolcularımızdan olan Alpay, kendisine uygun şekilde “yerli ve milli” partimize geçerek en kârlı transferini yaptı ve 24 Haziran seçimlerinde İzmir milletvekili seçildi.

Mecliste kayıt işlemlerini yaparken Alpay aynen şunları söyledi: “Fair play alınması gerekiyorsa alırım, mücadele edilmesi gerekiyorsa, karşı koyulmak gerekiyorsa karşı da koyarım. Ben Meclise, ülkeme hizmet etmeye geldim. Böyle bir düşüncem (kavga, yumruk) yok. Ama şunu çok net söylüyorum, sayın cumhurbaşkanımıza yapılacak olan en ufak bir hakarette karşılarına benim çıkacağından da kimsenin şüphesi olmasın”.

Sözünün eri olmak böyle bir şey. Alpay’ın 23.07.2018 tarihinde Mecliste verdiği fotoğraflar, vaatlerini gerçekleştirecek denli delikanlı bir milletvekili olacağını ortaya koyuyor.

Kendisine vekillik hayatında başarılar. Ne diyorduk: “Lardaa yüzen al sancaaak…”

11 Temmuz 2018 Çarşamba

Lay Lay Lom !



Bu yazıyı okurken, yukarıdaki videoya tıklamanızı ve aşağıda sözleri yer alan şarkıyı dinlemenizi salık veririm (aboneler, e-posta ile gelen yazılarda videoyu göremiyor, onları siteye davet edeyim, yıl olmuş 2018, böyle sıkıntılarımız var).

Dedim yatsam şöyle, tok niye tok?
Dedim yazsam sorsam açlar var, niye var?
Benim halkım bu yapmaz hesap
Memnun olmam ki bunları yazıp
Hep sapıttık, örselendik
“De get lan!” deme bana endişem bu
Bana ne ki lan, bi’ bok mu var sonra
Bana ne ki lan bu manyaklardan
Dedim koyver, havalandır, at flow
Hem sevmez ahali ve bi’ de hep solo olmuyor
Dedim koyver, havalandır, at flow
Hem sevmez ahali ve bi’ de hep solo olmuyor
Bi’ akıllı ben mi? Bana n’oluyo?
Bi’ akıllı ben mi?
Lay lay lom, lay lay lom…

Birileri çıkıp yazdı korkmadan
Hep acısını çekip durdu kaçmadan
Bunu yazdılar olmadı, bunu çizdiler olmadı
Birileri gözü kapar korkudan ve payını alır bu pis pastadan
Bunu yazsak olmazdı, bunu çizsek olmaz
Dedim koyver, havalan sen at flow
Hem sevmez ahali ve bi de hep ciddi olmuyor
Dedim koyver havalan sen at flow
Hem sevmez ahali ve bi de hep solo bu olmuyor
Bir akıllı ben mi? Bana n’oluyor? Ve de harbi salla
Lay lay lom…

Dolar ve Euro kokar soluğu
İnsanlar arası uçurumlar oluşur
Herkes bir şey der, en çok o konuşur
Peşkeş çekilen emek tanker dolusu
Karakterini sıfırladın mı oğlum?
Manitalar akar her daim şahsiyete doğru
Kime göre, neye göre, iyi ya da kötü
Parayı basınca uygun yere açılır önün
Telafisi yoktur bazı hataların
Her şeye rağmen ıhı göz yummaktır
Arşa kafa tutma yanımdasın artık
Kader ağlarını örse bile onu yırtmaktır
Ayaz gibi Peyk’le çökeriz geceye
Kekeler acemi anlamsız heceye
Bu yolu sensiz yürümem sen nereye
Laylaylom gelir şimdi ya da seneye

Birileri satar yanmaz kefen
Hepsi esnaftır satsın yesin
Bu dünyada hiçsin, ötekini dener
Paraları gömer buna, yine vermez aça
Şimdi ben, bu birileri için
Şarkı yazsam ne ki yavrum kimin şeyindeki
O yüzden, at flow, harbiden
Lay lay lom

Yukarıdaki sözler Peyk’in, albümüne de adını veren “Lay Lay Lom” şarkısına ait. Lay Lay Lom’un müziği ayrı güzel; sözleri zaten yukarıda, en son “Lay Lay Lom” diyorsun işte. Tabii bu şarkıyı ararken ve “Lay Lay Lom” ifadesini kullanırken devamında “… galiba sana göre sevmeler, hopa şinanay galiba sana göre sevilmeler” çalınabilir kulağınıza, onun müsebbibi ben değilim. “Dolar ve Euro” ile başlayan bölümde Rapçi Fuat’ın devreye girdiğini belirtelim.

Fuat’la hikayesini 24 Haziran Birgün Pazar röportajında şöyle anlatmış İrfan Alış: “Fuat’la yolda karşılaştık. Sarıldık öyle. Köleler ve Kilitler’i çok sevmiş. ‘Abi elinize sağlık’ dedi gözleri buğuluydu. Öyle tanıştık. Tertemiz biri o. İlk bakışta anladım. Çocuk gibi temiz ruhlu. Müzisyen olarak da zaten Hassicktir ve Batı Berlin’den beri takip eder, severdim. Onu düşünerek son kıtayı yazdım. Ve ayrıca ona da bir bölümü bu şarkıya yazmak isteyip istemediğini sordum. O da ‘seve seve’ dedi. Sıfır kapris adam. Geldi o gün stüdyoya, elinde kartonlara yazılmış şarkı sözleri. Girdi yardırdı. Son kıtada tekrar ‘lay lay lom’a dönüyoruz. O kıtayı ona göre yazmıştım. Nasıl olacağını sordu. Ben de aynen onun ‘Batı Berlin’ şarkısında söylediği şekilde taklidini yaparak söyledim. Güldük. İçeri girdi önce yazdığı sözleri söyledi. Yardırdı adam. Ve sonra çıktı, ‘Oldu mu?’ diye sordu bize. Dedim abi ‘Şaka mı yapıyorsun? Yardın bizi.’ Dinledik ve sonra sevindik güzel bir şarkı yaptığımız için”.

Yeri gelmişken “Köleler ve Kilitler” şarkısını ve Fuat’ın Ceza ve Funky C ile “Pardon” filmi için yaptığı şarkıyı da tavsiye edelim. E hazır demişken Pardon’u izlemeyen izlesin, izleyen bir daha izlesin, Bülent Kayabaş’ı da saygıyla ansın (çok severdim).

Peyk’in yeni albümü çıktı. İlk kez denk geleniniz varsa youtube size yardımcı olur. Bu dördüncü albümleri. “Denizdeyim” şarkısı defalarca dinlenesi. Yunan Halk şarkısı “To Minore Tis Avgis”in Türkçe versiyonu olan “Uyan” şarkısı da öyle. Uyan’ı, Giresun’un Şebinkarahisar ilçesinin Balcana köyünden ataları Evasiye ve Korti için söylemiş İrfan Alış. Bu konuda ayrıntı isteyen buraya tıklayabilir.

Ülkede zaten güzel gelişmelere rastlayamıyoruz, “Lay Lay Lom” diyerek başlayın, sonra da diğer şarkılarına dalın Peyk’in, ben öyle yapıyorum.

Hem belki ben de şarkı sözleri yazıp öyle para kazanmaya bakarım, avukatlık için ruhsat gerekmeyebilir yakında, aç kalırım.

Neyse, başa dönelim, ne diyorduk: Lay Lay Lom !

13 Haziran 2018 Çarşamba

Road to World Cup



Dünya kupaları güzeldir; futbolda olduğu kadar, futbolseverlerde de bir döneme tanıklık eder.

1994 Dünya Kupası’nda Roberto Baggio’dur aklıma tek gelen. Dünya kupalarına gerçek anlamda sirayetim ise 1998 yılına denk gelir.

1998 Zidane, 2002 “bir oluruz yolunda, hadi bastır gönüller coşsun”, 2006 yine Zidane (malum kafası), 2010 Vuvuzela, 2014 Almanya’nın 7-1’lik Brezilya galibiyetidir benim için.

1998’in bir döneminde Akçaabat Karayolları Lojmanlarında ilkokul yaz tatili, final maçının yakınımızın sünnet düğününe denk gelmesi (ben baba olsam çocuğumun sünnet düğününü dört yılda bir yapılan dünya kupası finaline denk getirmem), henüz tanıştığımız bilgisayarda “Fifa 98 - Road To World Cup” oyununu oynama, Blur’un “yii huu” şarkısı (canınız çeker diye şarkıyı koyuyorum aşağıya; yazıları e-posta ile okuyan aboneler videoları göremiyor, siteye girmeleri lazım, bilgilerine),


2002’de Giresun Yoma’da futbol, köfte, fındık bahçesi üçgeni (yine Fifa’nın “Dünya Kupası Özel” oyununu ve şutlarda ateş saçan abuk topları analım),

2006’da bir üniversite öğrencisinin ilk memleket tatili, Brezilyalı gençler gibi plaj futbolu,

2010’da üniversite mezuniyeti telaş ve heyecanı,

2014’te de meslekte birkaç yılın doldurulması, elin az biraz ekmek tutması.

2018’e de “yeni medeni hal”de birkaç yılın doldurulmasını ekleyelim yeri gelmişken.

2022, 2026 ve müteakip yılların hatırı sayılı değişiklikler getireceği muhakkak. Malum, dört yıl az buz değil.

Özetle dünya kupaları, bu yukarıda saydıklarım; akılda kalan enstantane veya oyuncular ile hayatınızın bir dönemidir.

Üçüncü olarak dünya kupaları Panini’dir, çıkartmalarla Panini Dünya Kupası Albümünü tamamlamaya çalışmaktır, arkadaşına fazla çıkartmalarını vermelerindir, ondan fazla çıkartmalar beklemendir, “sende çıktı mı lan Griezmann”dır, “arkadaş ne Matuidi’ymiş her pakette çıkıyor şerefsiz”dir. Ve tabii ki, ilerleyen yaşına rağmen Panini’nden utanmamaktır (gerçi yalan yok, geçen hafta akranlarımla dolu D&R kuyruğunda bir kutu Panini çıkartmasını gizlemeye çalışmış olabilirim: “ne yani, yeğenime alamaz mıyım”).

Dördüncü olarak dünya kupaları, kupalara özel üretilmiş toplardır. Bu seneki “düşük çözünürlüklü görünümlü” Telstar 2018 epey hoşuma gitti (yazının fotoğrafında gördüğünüz top). “Telstar” da dekoder ismi değil mi bu arada?

İlk cümleme döneyim, “dünya kupaları güzeldir”. 2018 güzel maçlara sahne olsun.

Not: Tamam dünya kupaları, anılar, Panini’ler iyi de, Hollandasız İtalyasız kupa mı olur lan?

İyi seyirler…