30 Ocak 2022 Pazar

Panel Notları

24-31 Ocak Adalet ve Demokrasi Haftası kapsamında Uğur Mumcu Araştırmacı Gazeteci Vakfı, Taşdelen ve Çankaya Belediyeleri tarafından sekiz gün boyunca tertiplenen paneller arasında, Yargıçlar Sendikası’nın düzenlediği 29 Ocak 2022 tarihli “Hukuk olmadan devlet olur mu, olursa adı ne olur?” konulu panel de vardı, panelde ben de Avukatlar Sendikası’nı temsilen konuşmacı olarak yer alacak, ağırlıklı olarak cumhurbaşkanına hakaret suçu ile ilgili sunum yapacaktım. Ancak sağlık nedenlerinden dolayı bu panel gerçekleşemedi. Ben de panel için aldığım notlara burada, içeriğini biraz da değiştirerek yer vereyim, bu notları sizlerle paylaşayım dedim. İyi okumalar… 


Panel için davet gelince (bırakınız konuşmayı, daveti bile onur verici, Yargıçlar Sendikası Başkanı Ayşe Sarısu Pehlivan’a, konuları istişare ettiğimiz Yargıçlar Sendikası Genel Sekreteri Enver Kumbasar’a ve konuşmacı olarak benim yer almamı isteyen Avukatlar Sendikası Başkanı Selin Aksoy’a şükranlarımı sunuyorum), cumhurbaşkanına hakaret suçu ile ilgili emsal Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay kararları üzerine çalışmalar yaptım. O dönemde henüz Sedef Kabaş tutuklanmamış, gözaltına da alınmamıştı. Ön çalışmamda da, cumhurbaşkanına hakaret suçunda tutuklama ve adli kontrol tedbirlerinin uygulanmasına odaklanmıştım. Burada da bu konuya yer vereceğim tabii ki. Zaten son gelişmeler, araştırdığım AİHM ve AYM kararlarının ne kadar önemli olduğunu da göstermiş oldu (aynı zamanda ne kadar önemsiz olduklarını da tabii).

Öncelikle bu gelişmelerin, yani cumhurbaşkanına hakaret ve benzeri suçların uygulamada bu şekilde soruşturulup kovuşturulduğunun insicam, yani tutarlık konusunda sıkıntı oluşturduğu, hukuk uygulamalarının ciddiyetsizliğine yol açtığı söylenebilir. Son dönemde de, bu ciddiyetsizliğin ve hukuka aykırılığın daha da ileriye gittiğini görüyoruz.

Örneğin bir yandan paketlerle, reform söylemleriyle, “yargı reformu strateji belgesi” gibi ağdalı isimli düzenlemelerle İnfaz Kanununda değişiklikler yapıyor, hükümlülerin cezaevinden çıkmalarının önünü açıyor ve 6 yıl hapis cezası alan şahısların hiç cezaevine girmeyeceği değişiklikler yapıyoruz veya 8 yıl hapis cezası alan bir şahsı 1 yıl yatırıp tahliye ediyoruz, hatta pandemi dolayısıyla onları da çıkarıyoruz; bir yandan ise 3, 4 yıllık hapis cezası gerektiren suçlarda şahısları, haklarında henüz dava açılmadan veya mahkumiyet kararı verilmeden tutukluyoruz.

Ancak tutuklamaların bu şekilde icra edilmesini doğrudan çelişki veya hata olarak görmek de bizatihi hata olur. Bu bir hata değil, bilakis tercih. Yoksa hâkimler ve savcılar cumhurbaşkanına hakaret suçundan bir kişinin tutuklanmaması gerektiğini, aksinin hukukumuza uygun olmadığını bilecek kapasitede insanlar. Biliyorlar, ama “hukukumuza uygun” dedim. “O hukuka” gayet de uygun; uygun ki, tutuklama gerekçesini Sedef Kabaş kararındaki gibi kurabiliyorlar: “Atılı suçun vasıf ve mahiyeti ile eylemin nitelikli hâl olarak düzenlenmiş olması karşısında kanunda öngörülen cezasının alt ve üst sınırı nedeniyle kaçma ve saklanma ihtimalinin yüksek olduğu”… Suçun alt sınırı 1 yıl, üst sınırı 4 yıl; nitelikli hâlde de, en az 2 ay, en fazla 8 ay artırım söz konusu, düşünün durumu.

Kişiyi hürriyetinden yoksun kılmak, Türk Ceza Kanunu’na göre suç. Ancak kişiyi bir adli kontrol veya tutuklama kararı ile hürriyetinden yoksun kılarsanız hukuka uygunluk nedeni var ve fiil suç değil, tamam. Ama bu kararlar keyfi ve kastiyse ve de hukuka aykırıysa, suç olmuyor mu? Oluyor. Bu karar suç değil mi, suç. O kadar.

O hukuka göre; tutuklama yasağı yoksa, yani suçun üst sınırı iki yıldan fazlaysa “demek ki tutuklanabilir” diye tutuklayabiliyor sulh ceza hâkimleri. Ölçülülüğe, tutuklamanın şartlarına, hangi hâllerde tutuklamanın olabileceğine, hatta o durumlarda bile tutuklamanın zorunlu olmadığına bakmıyor, “bu konuda AİHM ne diyor” diye de önemsemiyor hâkimlerimiz.

Sulh ceza hâkimleri dedim, o merciin getirilişi zaten ayrı bir konu ve o hukuka uygun. Sulh ceza hâkimliklerinin hangi dönem getirildiği de malum. 17-25 Aralık döneminden sonra böyle bir ihtiyaç hasıl oldu ve sulh ceza hâkimlikleri kuruldu. Tutuklamalar, salıvermeler, telefon dinlemeleri, telefon dinlememeleri, teknik araçlarla izlemeler, teknik araçlarla izlememeler, erişimin engellenmesi kararları, erişimin engellenmemesi kararları, takipsizliğe itirazlar hep bu makam tarafından inceleniyor. Bu da o hukukun bir tercihi.

Kişiye ve konjonktüre göre kanun hükümleri uygulanabiliyor. Cumhurbaşkanına hakarete tutuklama/adli kontrol; muhalefet liderine yumruklu saldırı, ortada bir şey yok.

Bu arada, Ceza Muhakemesi Kanunu’nun, Türk Ceza Kanunu’nun esasında özgürlükçü olmadığı veya yetersiz olduğu da söylenemez. Hatta özellikle CMK gayet net, özgürlüklerin önünü açan, şüpheli ve sanık haklarını koruyan, hukuka aykırılığa müsamaha göstermeyen ilkeleri barındıran bir kanun. Anayasa m.38 yine şüpheli ve sanık hakları açısından önemli. Ancak uygulamada bunları göremiyoruz, en son Sedef Kabaş kararı bunun net göstergesi.

Öngörülemezlik var, “gücü gücü yetene” hukuku. Belki bu, “hukuk olmadan devlet olur mu, olursa adı ne olur?” sorusuna bir cevap olabilir.

Az önce bahsettiklerimden de anlaşılmıştır, “kanunlar iyi, uygulayıcılar kötü” demek mümkün değil. Zaten bir hâkim/savcı güvencesi de yok. Kararına inanmayan, kararı ile aynı düşünmeyen, ama o şekilde karar vermesi gereken veya beklenen hâkimler/savcılar var.

Siyasi davalarda tahliye kararı verenler, cezalara, tutukluluğun devamı kararlarına muhalefet şerhi koyanlar, dava açmayanlar veya açanlar yerlerinde kalabiliyor mu, bir baskı var mı? Bu soruların cevaplarını hepimiz biliyoruz. Bu nedenle, güvencesi olmayan, büyük bir çoğunluğunu kendisini bağımsız hissedemeyen hâkim ve savcıların oluşturduğu meslektaşlarımıza kabahat bulmak, işin gerçeğini görmezden gelmek anlamına gelir.

Önceden, özellikle 2007 ila 2013 yıllarında bir gücün tahakkümü altında hâkim ve savcılar çoğunlukta idi; şimdi başka bir gücün tahakkümü altında hâkim ve savcılar çoğunlukta. “Gücü gücü yetene hukuku” tanımıma da uyuyor bu sanırım. Ayrıca tüm bunlara düşman ceza hukuku demek de mümkün.

Anayasa Mahkemesi için “saygı duymuyorum”lar, yine şahıslar için “öyle bırakmam onu”lar, “papazı bırakmayız”lar, “dilini koparırız”lar -ki minik serçeye değilmiş o, hangi serçeye bilmiyoruz- varsa; orada hukuk devleti olmaz zaten. Sedef Kabaş örneğinde Adalet Bakanının tweet’i mesela. Bir adalet bakanı böyle bir tweet atma gereğini neden bulur? Bu tweet’ten haberi olan bir hâkim ve savcı, inandığı gibi karar verebilir mi? (Bu arada Adalet Bakanımız da hakkın rahmetine kavuştu, Cumhurbaşkanımız taksiratını affetsin)

Ülke olarak cumhurbaşkanına hakaret suçlarında ne durumdayız, bakalım. Yargıtay’ın bir kararında (16. Ceza Dairesi), “paylaşımların genel kapsamı ve paylaşım zamanı nazara alındığında düşünceyi açıklama ve anlatma özgürlüğüyle ilgisinin bulunmadığı, paylaşımların içeriği itibariyle Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ve Hükümetinin şeref ve saygınlığını zedeleyici niteliğinin bulunduğu, bu anlamda bu ifadelerin düşünce özgürlüğü bağlamında hukuki koruma görmesinin mümkün olmadığı” geçiyor.

- Paylaşım zamanı ne demek? Sabah olunca suç, akşam olunca değil mi? Aç karnına/tok karnına paylaşım yapınca değişiyor mu?

- Devletin ve hükümetin şeref ve saygınlığını zedeleyici nitelik ne demek? Devlet ve hükümetin şeref ve saygınlığı zedelenir mi? Zedelenirse bir sosyal medya paylaşımı ile zedelenecek kadar narin midir bu şeref ve saygınlık? Zedeleyici niteliğin zedeleyeciliğini kim belirliyor?

- Zedeleyici nitelik olunca düşünce özgürlüğü sayılmıyor mu? Düşünce özgürlüğünde zedelememe kıstası varsa neden düşünce özgürlüğü var?

Davaya konu edilen söz de şu, “ülkenin ırzına geçmekle” itham edilmiş devlet büyükleri.

Yine cumhurbaşkanının kadın kılığında, Obama’nın sevgilisi gibi çizildiği olayda Yargıtay; paylaşımın cumhurbaşkanını küçük düşürücü, onur, şeref ve haysiyetini zedeleyecek nitelikte olduğu yorumunu yapmış.

Hırsızlık ve sevişme örneklerinin gösterildiği bir sosyal medya paylaşımında “hırsızlığın sevişmeden daha onurlu sayıldığı bir ülkede sevişin lan” cümlesi de Yargıtay’a göre hakaret.

“… On bir yıldır hep çaldım yine çalarım”, “rüşvetimi alır yaşarım”, “evde istiflemişim birkaç milyar dolar, onları sıfırlayacak Bilal gibi bir oğlum var”, “ulusun korkma Pensilvanya’daki canavar, çalsa da bir bildiği vardır diyen seçmenim var” yine Yargıtay’a göre hakaret.

Dosyaların Yargıtay’a taşınma usulü de birçok kararda, ilginçtir, kanun yararına bozma ile olmuş. Yani sanıkların cumhurbaşkanına hakaret suçundan aldıkları beraat kararları başta temyiz edilmemiş ve kesinleşmiş, sonra olağanüstü bir kanun yolu olarak Adalet Bakanlığı bu kararın kanun yararına bozulmasını Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan talep etmiş. Yargıtay da almış, bozmuş kararı.

Peki Anayasa’da, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nde güvence altına alınan temel hak ve özgürlüklerin, bireyler hakkında hapis cezası verilmesi dolayısıyla ihlali bizatihi o bireyi küçük düşürücü değil mi? Burada bir, ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapma durumu yok mu?

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından verilen 19 Ekim 2021 tarihli Vedat Şörli - Türkiye kararı cumhurbaşkanına hakaret suçu açısından önemli. Sedef Kabaş’tan sonra da meşhur oldu zaten karar.

Vedat Şörli’nin paylaşımlarından dolayı 2 ay 2 gün tutuklu kaldığı ve hakkında 11 ay 20 gün hapis cezası verilip hükmün açıklanmasının geri bırakıldığı görülüyor. AİHM burada şu açıklamada bulunuyor: “Mahkeme (AİHM), mevcut davada hiçbir koşulun, başvurucunun polis tarafından gözaltına alınmasını ve hakkında verilen tutukluluk kararını veya hükmün açıklanmasının geri bırakılması ile sonuçlanan ceza infazının uygulanmasını haklı kılacak nitelikte olmadığı kanaatindedir. Doğası gereği böyle bir yaptırım, özellikle cezanın etkileri dikkate alındığında, ilgili kişinin kamu yararına ilişkin konularda kendini ifade etme istekliliği üzerinde kaçınılmaz olarak caydırıcı bir etkiye sahip olacaktır. (…) Sonuç olarak Mahkeme; suç teşkil eden konularda cumhurbaşkanına daha fazla koruma sağlayan özel bir hüküm kapsamında başvurucuya cezai bir yaptırım uygulanmasının Sözleşmenin ruhuyla bağdaşmayacağını ifade etmektedir. Bu nedenle Mahkeme, şikayete konu olan tedbirin meşru amaçlarla orantılı olmadığı ve Sözleşmenin 10. maddesi anlamında demokratik bir toplumda gerekli olma şartını karşılamadığı kanaatindedir”.

Bu konuda son dönem, Anayasa Mahkemesi (AYM) kararları da var. 26.05.2021 tarihli Şaban Sevinç, 08.06.2021 tarihli Yaşar Gökoğlu kararları örneğin. Şaban Sevinç kararında şahıs 1 Kasım 2015 seçimi öncesi bir TV programında, “yani yolsuzluk tapeleri olan, ses kayıtları olan, oğluyla rüşvet konuşması olan, Cumhurbaşkanlığına aday bile olamaz diye düşünülmüş” diyor; Yaşar Gökoğlu kararında şahıs, 10.10.2015 olaylarından sonra 12.10.2015 tarihinde “kaçak saraydaki, iktidarını devam ettirmeye çalışmaktadır” diyor. Sevinç hakkında 11 ay 20 günlük, Gökoğlu hakkında 10 aylık hapis hükümlerinin açıklanmasının geri bırakılmasına karar veriliyor. AYM ise şahısların ifade özgürlüklerinin ihlal edildiğine karar veriyor.

Yine Şörli kararında olduğu gibi isabetli açıklama ve tespitler var kararlarda, olması gereken eleştiriler var.

Derken… Cumhuriyet’te bir haber çıktı, 14 Ocak 2022’de, Yargıtay Ceza Genel Kurulu bir cumhurbaşkanına hakaret dosyasında, “Demokratik bir toplumda siyasetçilere; diğer siyasetçileri, hükümet mensuplarını ve kamu görevlilerini eleştirme hakkı tanınmış olduğu, seçmenlerini temsil eden, onların taleplerini, endişelerini ve düşüncelerini politik alana aktaran ve çıkarlarını savunan seçilmiş kimseler için ifade özgürlüğünün özellikle değerli olduğu, bu sebeple müdahale eğer bir siyasetçinin ifade özgürlüğüne yönelik ise başvuruların çok daha sıkı bir denetimden geçirilmesi gerektiği” gerekçesi ile sanık hakkında verilen beraat kararını onadı. Karar güzel, karardaki sözler de, az önce söylediklerimden daha yumuşak değil, CHP Kayseri İl Başkanının “git ayakkabı kutularındaki parayı say”, “hangi projesin sen” cümleleri var. Esasında hiç tartışmamamız lazım bu sözleri; ama dosya Yargıtay Ceza Genel Kurulu’na gitmiş. Tabii o da önemli. Mahkeme beraat veriyor, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tebliğnamesinde, yani Daire kararı öncesi kararın bozulmasını talep ediyor, Daire onuyor, karara karşı bu kez bir başka olağanüstü kanun yolu olan Başsavcı itirazı yoluna gidiliyor. Dosya ondan dolayı Yargıtay Ceza Genel Kurulu’na gidiyor. Masrafa ve zamana yazık. Ancak “milletin adamına kimse bu sözleri söyleyemez, uğraştıralım vatandaşı” deniyor herhâlde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ve Başsavcısı tarafından. Kesin kararlar yeniden diriltilmeye çalışılıyor.

Bu karar tabii ki önemli; ancak Yargıtay Ceza Genel Kurulu gibi ciddi bir merciin böyle bir kararının pek bir anlam ifade etmediğini görmek açısından da önemli.

Bu arada; 2014 ila 2019 yıllarında 128 bin 872 kişi hakkında cumhurbaşkanına hakaret suçlarından soruşturma açılmış. Baktım, nüfusu 128 bin 872’den az olan kaç ülke var dünyada? 50’den fazla ülke var. Andorra, Faroe Adaları, Lihtenştayn nüfusundan daha fazla insan cumhurbaşkanına hakaret suçundan soruşturma geçirmiş.

Tabii şunu da eklemek lazım. Makamında oturup tonton bir şekilde görevini icra eden bir cumhurbaşkanımız yok. Bir kesime terörist diyen, tehditler savuran bir siyasi figüre karşı “sensin o” demek niye hakaret olsun? “Karşılıklı hakaret” diye bir düzenleme var kanunumuzda sonuçta. İki tarafa da ceza verilmeyebiliyor bir karşılıklı hakaret durumunda veya ikisi de hakaret suçunu işliyor ve ikisine de indirim uygulanıyor. Bana bir devlet büyüğü “teröristle iş birliği yapıyorsun” dediğinde “hayır asıl siz yapıyorsunuz” dediğimde veya “sen önce rüşvetin hesabını ver” dediğimde veya başka bir isnatta bulunduğumda sadece ben niye ceza alıyorum?

Bu aşamada Anayasa m.101-102’yi de belirtmek durumundayım. Cumhurbaşkanına hakaret suçu yürürlükte iken Anayasa m.101’de cumhurbaşkanı tarafsızdı, cumhurbaşkanı seçilenin de varsa partisi ile ilişiği kesilirdi. 2017’de bu madde değişti, o ibare kalktı, maddenin başlığı da değişti. Anayasa m.101’in başlığı “(Cumhurbaşkanının) Nitelikleri ve tarafsızlığı” idi, 2017’de “Adaylık ve seçimi” oldu. Ama “Türk işi kanun yapıcılığı” uyarınca, Anayasanın bir başkası maddesi olan 103. maddedeki yemin metninde geçen “görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için” ibaresi kalıyor.

Bunları niye söylüyorum. Artık cumhurbaşkanı tarafsız değil, partili olabilir, ki partili zaten. Bir siyasi parti lideri cumhurbaşkanımız. Bir başka siyasi parti lideri için ise böyle ayrıcalıklı bir hüküm yok, bu da bir adaletsizlik değil mi?

Esasında ifade özgürlüğünü koruma amaçlı düzenlemelerimizde ve paketlerimizde gerekçeler son derece güzel ve özellikli. O kadar güzel ki, ağlarsınız gerekçeleri okuduğunuzda, gerçekten. Ceza miktarına bakılmaksızın bazı suçlarda istinaf aşamasından sonra temyiz kanun yolları açıldı mesela. Gerekçe olarak da ifade özgürlüğü gösterildi, yani ifade özgürlüğünün tam olarak korunması için dosyaların temyiz aşamalarında da incelenmesi uygun görüldü. Ancak Yargıtay kararları da malum. Ne diyelim, “dostlar Yargıtay’da görsün”.

Neyse; Türk işi yargı der, milletimiz, devletimiz der, geçeriz. Büyük oyun deriz, beka deriz, bir şekilde sıyrılırız. Ancak bunun devamlılığı olmadığını da biliriz. Hukuk devletinin gerçekten tüm unsurları ile yürürlükte olduğu, güzel günlerde görüşebilmek ümidiyle. Bu ümidi taşımamız için çok gerekçemiz var; yurtsever hâkimlerimiz, savcılarımız, avukatlarımız, akademisyenlerimiz var. Bu şahıslar hukuk devletini ayakta tutacak; zira Uğur Mumculara, Doğan Özlere borcumuz var.