29 Aralık 2021 Çarşamba

2022

 


2021 bitmek üzere. Diğer yıllara da hakkını vermekle birlikte, en az geçmiş yıllar gibi osuruktan biten bu yılımızla ilgili bir kısım tespitlere, yılın en iyi on albümüne/on dizisine/on filmine/on kitabına gerek yok. On’lar bilmez…

Her yıl biraz daha büyümenin (daha da önemlisi büyütmenin) verdiği haz dışında -ne demiş Doktor: “Güzellik önce gelir. Zafer onu takip eder. Asıl mühim olan ise hazdır”, o hazzı sonuna kadar yaşayacağız- ufak tefek mutlu olunabilecek anlar, değişimler yaşanmadı değil. Bakın, Feyzioğlu’nun gitmesi bile ayrı bir mutluluk kaynağı mesela. Durakoğlu’nu indiremedik, ama gidecek gitmekte olan; Feyzioğlu ise gidecekti, gitti.

Çok üzücü haberler de aldık, Ferhan Şensoy gitti, daha ne olsun?

Ali Erbaş korkusundan yeni araba alamıyor, Özkök yurt dışında gönül rahatlığıyla espresso içemiyor artık.

Bu arada bugün öğrendim; Fenerbahçe, İSKİ’ye karşı fazla fatura ile ilgili açtığı davayı kazanmış. Bir takım bu kadar “winner” olabilir mi?

Yine bu yılı da hamdolsun terörist bitirdik.

Bana göre, yeni yıl değişikliği sadece dosya numaraları için önemli sadece. Bir dava açılıyor, tak, “2021’e bilmem kaç”. Birkaç gün sonra “2022’ye bilmem kaç” olacak. Ajanda değişecek bir de, benim gibi takıntılılar için onun da pek önemi yok; zira aynı marka ve aynı renk ajanda; sadece kapağında yer alan sayının sonunda 1 değil, 2 olacak. Kalem desen aynı: “Uniball Signo UMN-207” (Reksan Reklam sunar, TRT Radyo 1). TRT demişken, elektrikte TRT katkı payı kalktı, artık cüzdanımızdan diriliş, diziliş ve çözülüş ertuğrullara mızrak alınmayacak. Herhalde konuşarak anlaşma cihetine girecek şanlı ecdadımız.

Yeni yıldan özel bir beklenti yok anlayacağınız. Hiçbir şey olmayacakken sırf dört haneli bir sayının en sağındaki rakam değişecek diye ekstra bir motivasyona gerek yok (Önemli bilgi; on yılda bir onun bir yanındaki, yüz yılda bir de onun iki yanındaki değişebiliyor, bin yılda bire girmiyorum, Sultan Süleyman mıyız?) Yeni yılın ilk pazartesisi şehir dışı duruşması zaten. Hadi beklentide bulunalım yeni yıldan: “Sayın 2022, kıymetli aylar; müdafii olduğum sanık hakkında beraat kararı verilmesini talep ediyorum”.

2022, 2023, … O kadar yani. Yaşıyor muyuz? Çok şükür.

“Masalların Masalı” şiirinin son kısmı ile bitirelim bu yazıyı madem:

“(…) Su başında durmuşuz / önce kedi gidecek / kaybolacak suda sureti / sonra ben gideceğim / kaybolacak suda suretim / sonra çınar gidecek / kaybolacak suda sureti / sonra su gidecek / güneş kalacak / sonra o da gidecek...

Su başında durmuşuz / çınar, ben, kedi, güneş, bir de ömrümüz / su serin / çınar ulu / ben şiir yazıyorum / kedi uyukluyor / güneş sıcak / çok şükür yaşıyoruz / suyun şavkı vuruyor bize / çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze...”

 

 

Resim: Sedat Girgin (Nazım Hikmet, Üç Şiir - Yaşamaya Dair, Ceviz Ağacı, Masalların Masalı, 6. Baskı, Yapı Kredi Yayınları, 2019).

28 Kasım 2021 Pazar

Bir Dolmabahçe Hikâyesi



Açıkçası bu maça özel bir yazı yazmasam olmazdı: Giresunspor’un Dolmabahçe’de aldığı 4-0’lık galibiyet, yani 27 Kasım 2021 Beşiktaş - Giresunspor maçı. Öyle ki, Atatürk’ün Giresun’u ziyaret ettiği 19 Eylül (1924) gününden sonra Giresun tarihinde en önemli gün bile kabul edilebilir 27 Kasım (espri tabii). Neyse ki “ben de oradaydım”. Gittiği yeri kurutan, tuttuğu takımı batıran, oy verdiği partiyi seçtirmeyen, oy vermediği kişiye daha hayrı dokunan bendeniz, maç öncesi kartal pozu yapıp eşe dosta gönderdiğimden olsa gerek, pek de hayırlı gelmedim Şanlı Beşiktaş’a.

Tabii çıktığından yedi sene sonra, sırf memleketimin takımı Süper Lig’e çıktığından dolayı da olsa, Passolig denen saçmalığı edindiğim için kendimi kirlenmiş hissettiğimi de söylemem lazım. Yine de almasaydım diyorum hâlâ, ancak Giresunspor Süper Lig’e çıkmış, anılar biriksin dedik, mesele toruna anlatılacak hikâye tabii. Zaten torun için yaşıyoruz biraz da, almış bulunduk. Umarım torun bu tür maçsal konulara önem atfeder, yoksa Aktif Bank üyeliği olmuş oldu bu tonton dedesinin. Yani ileride “Aktif Bank üyeliğinizi sonlandırın” diye mitinglerde konuşulur da, ben haberlere bakmadığım için bu üyeliği sonlandırmazsam, pekâlâ ağır ceza mahkemesinde yargılanabilirim. Savunmam da şöyle olur: “Efendim yıllar sonra Giresunspor Süper Lig’e çıkınca, bir Giresunlu olarak…”

Neyse anı biriktirmiş olduk diyoruz, tıpkı 2006 Şubatı’nda Galatasaray - Giresunspor Türkiye Kupası maçını Ali Sami Yen Stadı’nda izlediğimiz gibi. Onun güzelliği, yıllar sonra üç büyüklerden biriyle maç yapmasıydı takımın ve kale arkası hıncahınç Giresunlulardan oluşuyordu. O maç 5-0’dı ama, bu ise 0-4. Ne güzel değil mi? Beşiktaş’a en son kendi sahasında 4 golü, 2010-2011 sezonunda Fenerbahçem atmış, o maç da ne maçtı ama... Sonra o sezonu burnumuzdan getirdiler, malum. Umarım Beşiktaş’a 4 atmak kötüye işaret değildir de Giresunspor ligde kalır.

Tabii 4. gole çok takıldım ben, keşke o golü atmasaydı takım dedim. Hatta bir BJK’li gibi maç sonunda sözde renktaşlarımla bu konuyu tartıştık. “Hiç sorma abi yaa filan” dedim. Ancak görüşlerine çok değer verdiğim Hasan Gören Ağabeyim, golde Giresunspor’un hatası olmadığını, sakatlığın ikili mücadeleden de kaynaklanmadığını, böyle pozisyonlar centilmenlik diye bırakılsa, kötüye kullanımının da yaygınlaşacağını, hatanın kaleciyi çıkarmayan kulüpte olduğunu söyledi. Doğru, makul; ama yine de içime sinmedi ne bileyim. Neyse maçta sırf 4. golü konuşmak, “Çotanaklarımızın” emeğine saygısızlık olur.

Ne demişti Terzi Hüseyin: “Şanlıdır çotanaklar / İçer kafayı bulur / Kimse merak etmesin / Takım şampiyon olur”.

Şampiyonluk değil mesele, birkaç sene kümede kalalım. Çok Giresunlu var şehrimizde. “Ay em van of dem”… 

29 Ekim 2021 Cuma

Güller, Dudaklar ve Rüzgârda Savrulan Saçlar

Gelmişiz 2021 yılının sonuna, cumhuriyetin malum odak tarafından nereye getirildiği ortada; ancak hâlâ Abdullah Gül güzellemesi yapılıyor arkadaş. Cumhurbaşkanlığı döneminde her 29 Ekimde hasta olan bu adamla artık neden hasta olmadığı ile ilgili dalga geçiliyor; “adama yüklenmeyin” filan diyen oluyor Twitter’da. Bunu diyenin ismi cismi de çakma tabii, Hayrünnisa Gül de olabilir yazan. Şöyle diyor mesela, Gül’den sonra AKP’nin nereye evrildiği ortadaymış. Bu şu demek, Abdullah Gül AKP’de iken AKP “bal dök yala” idi, ondan sonra bozdu. Tabii sorsak “devamız” da öyleymiş, “geleceğimiz” de.

AKP 2002’de iktidar olmuştur ve o günden bugüne kim onlardan yana olmuşsa bu tablodan sorumludur. Davutoğlusu Babacanı Gülü mülü, bizim zamanımızda çok iyiydi, sonra bozdu ayakları yapmasın, yemezler. Meşhur bir tweet var ya hani, “uçarken gölgesi bu iktidardan yana düşen kuşun kanadını” ile başlayan (sonrasında da bir kelime geliyor zaten, tahmin etmek zor değil), hah aynen öyle işte.

Tabii büyük (!) şirketlerimiz de 29 Ekimlerde 1-2 dakikalık videolarla cumhuriyet güzellemesi yapmasın bir zahmet. Hele ki Berat Albayrak’la yaptıkları toplantı sonrasında, rüzgârda savrulan saçlarıyla, parmak da sallayarak Berat Albayrak güzelleyen ve kendisi için “bizeee orta ve uzun vadedeee, yeni döneminnn, dönüşüm dönemininnn, neler yapılacağınınnn ana hatlarını verdi” diyen Güler Hanımefendi hiç yapmasın. Cumhuriyetin bu hâlinde sizin ana hatlarınız da sorumlu pek değerli Güler Teyze ve ondan da değerli rüzgârda savrulan saçları.

Cumhuriyet yıkılmış, sadece Anayasamızın 1 ve 2. maddelerinde öylece duruyor. Tek adamın hükmettiği, şahsım devleti kurulmuş, dinî esaslara göre yönetiliyor. Bu güller ve dudaklar da şimdi, ne kadar acı ve açık şekilde ilmek ilmek bitirdiler cumhuriyeti. Yoksa şu anda Diyanet İşleri Başkanı denen şahıs bu denli, densiz şekilde konuşabilir miydi? Veya televizyonlardan “Şimdi biz yeni bir devlet kuruyoruz, beğenin beğenmeyin bu yeni devletin kurucu lideri Tayyip Erdoğan’dırdenebilir miydi? Dört bir yanımızı İmam Hatipler, TÜGVA’lar mügvalar, ilim yaymalar milim yaymalar, Hakyollar b.kyollar doldurabilir miydi? İlerinin TÜTÖ’sü olabilecek yeni yapılanmalar bu kadar göstere göstere boy gösterebilir miydi?

Neyse, 29 Ekim işte böyle, kutlayalım, bayrak filan sallayalım, kırmızı giyinelim, video filan paylaşıp beğenelim, güllere, devalara, geleceklere filan da ses etmeyelim, hatta onlarla ittifakların yollarını arayalım. Çatı aday filan gösterelim hatta onlardan. Güzeller içinden bir onları seçelim. Rüzgârda savrulan saçlara taç yapalım çiçeklerden.

Çığıktık ağçık ağlınlağa…

29 Eylül 2021 Çarşamba

Keyfekeder Bir Tabiyet

“Sirkü Evrakları” ve “Bir Tık Keyfiyet” yazılarında kelime kullanımlarında sıkça yapılan hatalara yer vermiştim. Şimdi üçüncü kez siz sevenlere sesleniyorum.

1. İlk kelimemiz “keyfekeder”. Kelimenin anlamı, tahmin edildiğinin aksine “keyfine göre hareket eden”, “keyfine düşkün” vs. değil. Keyfekeder; pek üzerinde durulmayan, önem verilmeyen anlamına geliyor.

2. “Tabii” kelimesinin çoğu zaman “tabi” olarak kullanıldığını görüyorum. Tabiinin çok anlamı var; elbette, doğada olan, olağan, alışılmış, mantığa uygun olan, doğal, katıksız, saf, bunlardan bazıları. Tabi kelimesinin anlamı ise bağımlı. Bir de basıcı, yayımcı anlamı var tabinin.

Yani “tabi ki gelebilirsin” kullanımı yanlış; “hocam ben sana tabiyim, nereye gidersen gelirim” doğru. Bu arada bağımlı “tabi”, ama bağımlılık “tabiyet” değil “tabiiyet” demek onu da ekleyeyim. Tövbe estağfurullah…

3. “İla” kelimesini yazmaya gerek yok aslında. “3 ila 20 arasında” yanlış, ya “3 ile 20 arasında” olacak ya da “3 ila 20” olacak, ila kelimesindeki a, o arasındakini veriyor bize ve tüm İslam âlemine.

İla demişken; gölgelemedim bağını bahçesini, günü güneşi örtmedim.

4. Diğerleri kadar kesin çizgilerle çizmek istemesem de, yukarıda “yayımcı” kelimesi geçtiği için yayın/yayım konusuna da gireyim istiyorum.

Türk Dil Kurumu’na göre yayın; basılıp satışa çıkarılan kitap, gazete vb., neşriyat demek. İkinci anlamı da; radyo ve televizyon aracılığıyla halka sunulan, duyurulan, iletilen eser, program, neşriyat olarak belirtilmiş. Yayım ise yayım işi (ilk anlam), kitap, gazete vb. okunacak şeylerin basılıp dağıtılması, neşir (ikinci anlam) ve herhangi bir eserin radyo ve televizyon aracılığıyla dinleyiciye, seyirciye ulaştırılması, neşir (üçüncü anlam) olarak tanımlanmıştır. Özetle; o elinizde tuttuğunuz veya izlediğiniz şey “yayın”, bunların bizlere ulaştırılması ise “yayım” gibi duruyor. Buraya kadar tamamız.

Peki doğrusu “yayınlama” mıdır “yayımlama” mıdır yoksa ikisi de olur mu? Burada yayınlama diye bir kelimenin olmadığını, sadece yayımlamanın doğru olduğunu görüyoruz. Ancak her fışkıya maydanoz olan, “cümle biraz uzun olmadı mı kardeşim” diye beni uyaran Word bile “yayınlama” kelimesine ses etmedi mesela. Ama doğrusu her türlü yayımlamaymış, bilginize…

Üç yazıdır böyle atıp tutuyoruz da, biz de dikkatimizi çeken kelime kullanım hatalarına değiniyoruz sadece. Bazı yaygın kullanımlar var ki, onların bir kısmını hem yeni öğrendim hem de ben bilerek kullanmıyorum bazen. “Hoş geldiniz” ve “sağ ol” kelimelerini birleşik yazan insandım ki, oralar da karışık şanlı Türkçemizde. Yani birleşik yazana niye yazdın demem. Bu biraz, “bence penaltı değil ama verene de niye verdin demem” gibi bir şey oldu. Yayınlama örneği de kanaatimce biraz bu şekil.

5. Tabii bir de şapka konusunda şehir efsanesi, daha doğrusu “kurum efsanesi” var. Şapka hiçbir zaman tamamen kalkmadı. Bazı kelimeler açısından kullanılmamaya başlandı sadece, onun dışında şapka devam. 1925 yılında Kastamonu’dan bu yana aynı yani.

Türk Dil Kurumu’nu dikkate almaya çalışıyorum; ama bilinçli tercihler de oluyor (mesela bakın, Türk Dil Kurumu’nu derken kesme işareti koymamam lazım, ama koyuyorum, kafama olmuyor o, demek ki çok da dikkate almıyormuşuz). “İtibarıyla” yerine “itibariyle” yazıyorum ki, o da zaten “itibarı ile” den türüyor. Ama sonuçta ben “umarsız” kelimesini “çaresiz” değil de, “umursamaz” anlamında kullanacağım derseniz o net hata olur. Yine, ben “keyfekeder” kelimesini “keyfine düşkün” olarak kullanıyorum derseniz o da olmaz. İncinirim, yine de siz bilirsiniz.

Bu arada aklıma geldi söyleyeyim, ortaokulda Türkçe öğretmenimiz Nihat Kalafat bize “götürmek” kelimesinin kökünü anlatırken, kelimenin esasında “gittirmek” olduğunu, o gitin de zamanla göt olduğunu tam söylerken kalmıştı, “o git …” deyip gülmüştü. Bu da bir anımdır.

Sizlere “keyfeketmeyen” bir hayat dilerim.

20 Ağustos 2021 Cuma

FeNer'de Kalmıştık?

 


Geçen sene “Benim Fenerbahçe’m” yazısından sonra madem dörtlü çete (Emre, Volkan, Caner, Gökhan) dağıldı, kaldığımız yerden devam edelim. Tamam çete dağıldı, neşemiz yerine geldi, kulübe destek olmaya, maçları izlemeye başladık da, en ufak bir ilerleme veya ileriye yönelme var mı?

Takım, biri Avrupa Ligi ön elemesi olmak üzere iki ciddi maç oynadı şu ana kadar, sahaya bu sene transfer edilen kimse çıkmadı. Sadece lig maçında (o da ikinci yarıda) Serdar Dursun girdi, o da sağ olsun sakatlandı çıktı. Helsinki maçında yeni transferlerden sahaya giren olmadı, gençten iki çocuk sonradan girdi oyuna (iyi ki de girdiler, o ayrı). Yani Ağustos ayı bitiyor, senin transfer edip de ilk 11’e koyacağın oyuncun yok. Takımda eksikler ve eksiklikler bağırıyor, maçlara çıkmaya devam ediyorsun, hâlâ transfer yok. Şu günlerde açıkladığın kim varsa da ligin ikinci maçına ve Helsinki’deki rövanş maçına çıkamayacak. Herhâlde biz şampiyon olduk geçen sene, kazanan kadroyu bozmuyoruz diyeceğim de; kazanma gibi bir durum yok ve ha bire de adam gönderiyoruz bir yandan. Yani kadro zaten bozulmuş, buna mukabil tamir yok. Umut Sarıkaya’nın karikatüründe geçtiği gibi, bu ne bilimsizliktir?

Kaptanlık konusu gözüme çarptı, o da ayrı saçmalık. Adana Demirspor’la lig maçında kaptan Özil; Gustavo değil. Özil hayatında ne zaman kaptan olmuş, kaptanlık vasfı var mı, hayatında takım arkadaşlarını yönlendirmiş mi, bırakın yönlendirmeyi onlara “haydi beyler”, “come on guys” veya “komm schon” demiş mi? Ayrıca adam yedi aydır Fener’de, hâlâ hazır değil, iki metreye koşamıyor. Kendine bakamayan adam, takıma nasıl bakacak, bilmiyoruz. Gustavo’dan kaptanlık niye alınmış, bunu da bilmiyoruz. Adana Demirspor maçında oyundan çıktı Özil, Gustavo sahada. Bir baktık Özil’in pazubendi Ozan’da, Ozan gidecek üç gün sonra biliyoruz (nitekim gitti), adamı Gustavo’nun üstüne kaptan yaptılar lig maçında. Adana Demirspor maçından dört gün sonra Helsinki maçı, Özil de ilk 11’de, bu kez kaptan Gustavo. Ne oldu da oradan oraya verildi pazubent? “İyi iyi sen ol” mu dendi Gustavo’ya? Bu ne ciddiyetsizliktir?

Takıma gelince; önceden takımın yarısı ön liberoydu, şimdi takımın %45’i 8 numara, %45’i stoper. Kanat yok, sisteme uyan kanat zaten yok, santrfor yok. İki stoper daha alındı şimdi, biri hocadan önce geldi, hoca onu kadroya almadı, “bana mı sordunuz?” dedi. “Caulker yen içinde kalır” esprisi yapacaktım, daha önce yapıldı. Bir de Kim alındı. Kim’in çok iyi olduğu söylendi, bekliyoruz. “Kim” esprisi de yapmıyorum dikkat ettiyseniz. İleride gazeteler yapar.

Ön libero demişken, o özellikte de tek oyuncu Gustavo şu an. Ona bir şey olsa, son derece yumuşak bir göbek olacak ortada. Zaten yarı yumuşağız. Bir ara takım ön libero kaynıyorken, şimdi tek ön liberomuz var.

Pereira’ya da iki laf edelim. İlk döneminde kendisine çok da tepki gösteren biri değildim. Şimdi de daha ortada bir şey görmediğim ve takım şekillenmediği için bir şey demem. Hatta kendisine karşı olumlu ön yargım da var, çünkü her geldiğinde safraları atıyor. Bu iyi bir şey. Şimdi de gelmesiyle dörtlü çete dağıldı, hoca onlara yakın Ozan’ı istemedi, Sinan’ı gönderdi, yani huzur bozacak tipleri uzaklaştırdı kendine göre. Buraya kadar tamam; ancak gidenlere karşı bir şeyler de getirebilmen lazım arkadaş. “Bu kanepe salona olmamış” deyip kaldırıyorsun, “evet yahu o ne biçim kanepeydi” filan diyoruz. Sonra salonda oturacağın iskemle dahi yok, ne anladım o işten? Bir de tutturmuşsun 3’lü savunma, kanat bekleri filan, oralarda da Osayi ile Ferdi’yi oynatıyorsun. Osayi ile Ferdi geriye gelmeyi düşünmüş mü hayatlarında? Şimdi kerhen bir bakıyorlar duruma, sevmedikleri akrabalarının düğünündelermiş gibi takılıyorlar geride öyle.

Tüm bunlardan bağımsız, Pereira’nın getirilmesi yönetimin ayrı fiyaskosu. Dediler “şöyle hoca getireceğiz, Bielsa gibi olacak, tadından yenmeyecek” filan; sonra Aziz Yıldırım döneminin hocasını getiriyorlar. Neden? Bulamadılar çünkü. Gelişiyle de 3 sayfa açıklama yayımladılar. Şöyle hocaymış da, sistemi şuymuş da, daha önce bunları başarmış da… Böyle uzun uzun açıklama yapma gereği duyuyorsan, bir halt yemişsin demektir zaten. Bugüne kadar kimi getirdiğinde uzun uzun hocayı/oyuncuyu anlatmış yönetim? Getirdiğin dört hoca var, biri vizyonluyum deyip getirdiğin Cocu, o da hemen gitti. Sonra eski hocan Ersun, sonra eski futbolcun Erol, sonra eski hocan Pereira. Bunlar için mi yönetime talip oldunuz? Ben de Fenerbahçe’ye başkan olsam bunları getirebilirdim herhâlde. Erol Bulut bana, “yok kardeşim, hocalık yapmam Fenerbahçe’de” demezdi. Bu ne basiretsizliktir?

Son sözüm Puma’ya. Çocuk (Muhammed) hayatında unutamayacağı bir gol attı, golden sonra öpecek arma bulamadı. Çünkü yoktu, rezil oldunuz dünyaya Sayın Puma. Beyaz yakalı tabiriyle “inovatif” üçüncü forma yaptınız aklınız sıra; fakat amblem yok, Fenerbahçe yazı olarak var, Avis ondan da büyük yazıyor. Yok efendim, takım ismi şu puntoda olacakmış, yok reklamda şöyleymiş böyleymiş, ben anlamam. Amblemsiz forma giydirdiniz güzelim takımlara, Milan’ı, City’si, Valencia’sı nasıl kabul etti bunu, o da garip; federasyonlar nasıl kabul ediyor bunu, o daha da garip. Öte yandan, ilk iki formamız da hikâye. “Bu ilk senemiz, güzel bir şeyler yapalım” demez mi yahu bir firma? Zaten futbolcuların giydiği kaliteli formaları satışa çıkartamıyorsunuz, onu anladık. Satışa çıkardığınız formalar taraftar formaları, yani daha kalitesiz formalar, takımın amblemi işlemeli filan değil mesela, yapıştırma. Onlar da 300 küsur lira. Kalitelileri satışa çıkartsan 1000 küsur liraya satacaksın. Bizde öyle bir döviz kuru yok, satışa çıkartamıyorsun. Tamam bu senlik bir durum değil Puma, ancak formaları biraz güzel yap birader, sor insanlara ne bileyim, senin için de iyi olur bak milyonlarca taraftarı var bu kulübün, yürüyelim seninle mutlu yarınlara (evet, bu yazıda Puma’ya da seslendik).

Bu arada transfer eksikliği, hoca tercihleri ile ilgili yukarıda yönetime filan giydirdiğim sanılmasın. Öyle bir şey yok, yönetime laf etmek haddimize değil, onların vizyonuna erişemeyiz biz. Ne vizyonsa anasını satayım üç senede takıma bulabildikleri bir forvet yok, stoper çöplüğüne dönmüşüz, Ekonomi Bakanı gibi hoca değişiyor takımda, ilk kez Avrupa’ya katılmaya hak kazanacağız, bir Avis, bir Beko, bir Aygaz ayağına armasız takım tutuyoruz. “Bu benim Fenerbahçe’m değil” demiştim geçen sene; dörtlü çete dağıldı, yine Fenerbahçe’min F’si yok ortada.

Şimdi Helsinki maçında elde ettiğin 1-0’lık galibiyet yeni düzende çok da işe yaramıyor, onu da hatırlatayım. Yani 1-0’ın üstüne deplasmanda 2-1 mağlup olursan tur atlama filan yok, uzatmaya gidiyorsun, hem de o yarım saati deplasmanda oynuyorsun hâliyle. Ama olsun, elenirsen Konferans Ligi’ne gidiyorsun, üçüncü bir kupa icat edildi. Her türlü Edirne’nin ötesindeyiz yani bu sene. Bol bol maç oynansın tabii ki. Dördüncü, beşinci kupalar da olsun. Küme düşenler dışında herkes Avrupa’da maç yapsın, boş durmayalım.

Takıma, hocaya, Puma’ya, UEFA’ya giydirdiğim bu yazıda, bana ayrılan sürenin sonuna geldik. Geçen sene ara vermiştik, şimdi sinir sahipliğine devam. Hayırlısı olsun…

   

 

(Not: Abonelere e-posta gelmeye devam ediyormuş, boşuna gerilim verdik, onu da anlamadım. Blogger’a da buradan selam olsun, Pumacı mıdır nedir?)

10 Ağustos 2021 Salı

Sorum

Bir bakanımız geçenlerde görevinden affını istedi. Ne diyelim, Allah taksiratını affetsin. Hâlbuki ne kadar umutluyduk değil mi, farklı biriydi tipiyle, sürekli gülümsemesiyle. Yuvarlak gözlük taksa Nuri Bilge Ceylan olacak adam, bakanlık geri dönüşüm kutusunun en üstünde yerini aldı. O geri dönüşüm kutusunda damada, “bir g.tlük kay” dedi. Yeri gelecek, o da “müstakbel müstafi”, pardon “müstakbel görev afçısı” bakanlarımıza yer açacak. Şimdi eğitimimizden bir başkası sorumlu. Bu yenisinden umutluyuz ama, o iyi birine benziyor. Aferin ona.

Tabii kabahat bizde, bende değil de, genel olarak bizde. Bizi fırçalamayan bakana iyi diyoruz, o hâle geldik. Orman Bakanına bakalım, en son olaylar olmasa muhtemelen ona da iyi demişizdir ülkece. Ama ne oldu; 83.000 futbol sahası büyüklüğündeki alanda yangın çıktı, kalbimiz soğudu, bu bakan da bizi fırçaladı. Ormanda çıkan yangını söndürme onun sorumluluğunda değilmiş, onu da öğrendik. Ormanla ilgili sorunda Orman Bakanının sorumluluğu yoksa Orman Bakanı niye var, o da ayrı soru.

Gerçi doğru soru şu: Bakanlar niye var?

Çünkü bir örgütte liderdir esas olan, yöneticilerin liderden ayrı iş yapmaları mümkün değildir. Suç örgütünde misal, “örgüt lideri çok kötü ama yöneticileri Allah nazardan saklasın tertemiz, bal dök yala” diyebilir misiniz? Diyemezsiniz. Bunlar suç örgütü değil tabii, yanlış olmasın. Zaten hem halkımız hem Allah tarafından seçilmiş liderimize öyle bir yakıştırma yapamam. Sadece Burhan Kuzu’yu sevmezdim ben; o da kuzu kuzu gitti, zebanilerle pazarlık yapıyor. Bu da şaka, Burhan Hoca cennetlik; Zindaşti işi bitti, kentaçdis şarkısıyla oynuyor hurilerle.

Sorumlu ve sorumluluk diyoruz da; “sorum” ne demek diye baktım anlamına, tek kelimelik açıklama çıktı karşıma: sorumluluk. TDK maşallah çok iyi, aradığımız birçok kelimede cevap başka bir kelime. Devlet dairesi gibi dolanıyoruz TDK sitesinde. Sorum madem sorumluluk demek, biz niye her kullanışta boşuna “luluk” ekliyoruz; çok mu meraklı insanımız “luluk” demeye? Bu da başka soru.

“Sorum” madem bizi sorumluluk birimine sevk etti. Biz de sorumluluk neymiş ona bakalım: “Kişinin kendi davranışlarını veya kendi yetki alanına giren herhangi bir olayın sonuçlarını üstlenmesi, sorum, mesuliyet”.

Helal olsun (ve tabii ki hamdolsun), bu ülkede 19 yıldır gerçekleşen hiçbir musibetten hükümet kanadı sorumlu olamadı. Hep başkaları oldu, yeri geldi Cehapeli belediyeler oldu, yeri geldi Hedapeli belediyeler oldu, eğer o belediyeler Cehapesiz veya Hedapesiz belediyeler olsaydı muhtemelen FETÖ METÖ, PKK MKK, DHKP-C MHKP-C filan sorumlu olacak, illaki başka bir sorumlu bulunacaktı. Hatta malum haberlerde ilk başlarda yangın söndürme destanlarından bahsedilirken, bakıldı ki o iş öyle değil, söndürme destanı değil de, başkalarının söndüreme skandalına döndü mevzu; sorum(luluk) da el değiştirdi. Sonra Yunanistan’a uçak gönderen ülke de olabildik bir yandan, bir anda tekrar destan yazmış olduk.

Sorumluluk tanımında şu var gerçi, “kendi yetki alanına giren” diyor. Yani şunu diyeceklerdir: “her sonucu üstleniriz evelallah da, konu bizim yetki alanımızda değil”. Neyse ki 19 yıldır lehe giden her şey onların yetkisinde, aleyhe giden hiçbir şey onların yetkisinde değil. Rabbim öyle denk getiriyor, “bikoğuz of analarımızın duası”. Bu arada Yunanlılardan da istifa filan eden olmuş, demek ki görev dağılımları bizim gibi değil, onlarda luluklu veya luluksuz sorum var veya Yunanlı anaların duası eksik (Bu arada Yunan mı Yunanlı mı diye bakayım dedim TDK’da. Yunanlı yazdım, cevap: Yunan. Te Allah’ım).

Neyse; bakanlarımızı peş peşe, sebilhane bardağı gibi dizilerek yaptıkları açıklamalarıyla yorduk bu aralar, özür dileriz. Yol yorgunu olabilirler, iyi uykular dileriz, başka “sorum” yok.

28 Temmuz 2021 Çarşamba

Kapalıçarşı ve Cadıbostanı Cinayetleri

 


Aklıma gelen çok şey var da, yazıp yazıp backspace, yazıp yazıp delete, hatta yazıp yazıp ctrl+a delete yapıyorum.

Ama madem Microsoft Word açıldı, en iyisi ben size yaz için kitap önerisinde bulunayım; sahile ayak uzatarak, ormana ayak uzatarak veya klimaya ayak uzatarak okuyacağınız kitaplar tavsiye edeyim. Nedense “tatilde polisiye okunur” gibi bir düşüncem var. Herhâlde mantıklı bu, aşağı yukarı herkes yapıyor yani, hani kafa dağıtır vs. gibilerinden. Şimdi de polisiye romanlar mevzubahis: Esra Türkekul’un Kapalıçarşı Cinayeti ve Cadıbostanı Cinayeti romanları.

Başkaca tavsiye edeceğim polisiye romanlar da vardı ama; hem taze okuduğum için hem de Esra Türkekul’un anlatımını son derece akıcı ve esprili bulduğum için, Türkekul’un ana karakteri Berna’nın rastladığı bu cinayetlere konu duble kafa dağıtılmalı bu kitapları tavsiye etmek istedim.

Kapalıçarşı Cinayeti ilk roman, daha sonra Cadıbostanı Cinayeti geliyor. Anadolu yakasında mukim insanların ayrıca muhitinden bir şeyler bulacağı bu kitapları okuyun, okutturun. Ancak kitapları sadece Nadir Kitap’tan veya varsa başka sahaflara erişebileceğiniz sitelerden temin edebiliyorsunuz, bilginiz olsun. Bulunuyor ama. Bir de Cadıbostanı Cinayeti’ni Storytel’de gördüm ama o tellere girer misiniz bilmiyorum, benim hiç girmişliğim yok.

Bu arada üzücü haber, Esra Türkekul Şubat 2019’da aramızdan ayrılmış; kendisinin birçok romanını daha keyifle okuma fırsatımız olamıyor bu nedenle. Sevenlerinin başı sağ olsun diyerek bitirelim.

İyi okumalar olsun…

25 Haziran 2021 Cuma

Avrupa Avrupa Duy Sesimi


Euro 2020 grup maçları bitti. Kanaatimce keyifli de geçiyor. Ancak bu keyiften bağımsız olarak söylüyorum aşağıdakileri.

İki turnuvadır 24 ülke, 4’er takımlı 6 grup var, gruplardan en iyi 4 tane 3. takım çıkıyor. Grubunu 3. bitiren takım, maçlar bitince sevinemiyor veya üzülemiyor, sevinmek veya üzülmek için diğer grupların maçlarının tamamlanmasını bekliyor. Ayrıca 4 takımda 3. olmak neyin başarısı? Aman daha fazla maç olsun, aman…

Ayrıca 24 ülkelik Avrupa Kupası mı olur arkadaş? 24 ülke ne demek? Avrupa’da kaç tane ülke var zaten? Sovyetler Birliği ile Yugoslavya dağılmasa 20 tane ülke yok Avrupa’da.

Eskiden ölüm grubu Şampiyonlar Ligi’nde, Dünya Kupası’nda olurdu; Avrupa Kupası’nda zaten tüm gruplar ölüm grubuydu. Avrupa Kupası’nın diğer kupalara göre nitelikli yanı son buldu.

Bir başka saçmalık, kupada her grubun bir veya iki ev sahibi var. Hem adaletsiz hem mantıksız. Ne o öyle eleme maçları gibi. Bir ülke komple ev sahibi olsun, yürüyün.

D Grubunda İngiltere, maçlarını Londra’da oynadı; İskoçya da İngiltere dışındaki maçlarını Glasgow’da oynadı. Gariban Çekya ile Hırvatistan deplasmanda.

B Grubunda Danimarka maçlarını Kopenhag’da oynadı (Eriksen’in hastasıydık, büyük geçmiş olsun); Rusya da Danimarka’ya karşı Kopenhag’da oynadı, onun dışındaki maçlarını St. Petersburg’da oynadı. Gariban Finlandiya hep deplasmanda. Belçika’ya gariban diyemiyorum, De Bruyne’si, Lukaku’su olan gariban mı olur?

Avrupa Kupası’nda gruplardaki saçmalıkların bir kısmı bunlar.

Şimdi de UEFA, kupalardaki deplasman golü kuralını kaldırıyormuş. Bu durumda deplasman golüne ödül olmayacak. Daha fazla dakika, daha fazla uzatma. Çift maçlı eleme sisteminin güzellik nedenlerinden biri de gitmiş oldu o hâlde. Amaç ne, heyecan mı? E o zaman ofsaytı da kaldırın. Ne o öyle, çizgi filan çekiyoruz, insanlar olmayan gole seviniyor, olan gole sevinemiyor, VAR iptal ediyor değil mi?

Bir de şu deplasman golü kuralına bazı gazeteler şunu yazmış: “devrim gibi karar”. Devrim o kadar ayağa mı düştü? UEFA’nın kuvvetle muhtemel kel kafalı yetkilileri birer devrimci mi oldu?

Ezcümle, yeni kurallara ve anlayışlara karşı tepkiliyim. Avrupa Avrupa duy sesimi!

 

(Duyuru: Simge-ül İstanbul’da da duyurduğum üzere, abonelik sistemi Temmuz itibariyle son buluyor. Buna göre yazılar, abonelerin e-postalarına düşmeyecek. “Müstakbel ex-abonelerime” teşekkür eder, bloğun bundan sonraki hayatına atlarla devam edeceğini belirtmek isterim.)

5 Haziran 2021 Cumartesi

Simge-ül İstanbul

“Sana Dün Bir Vapurdan Baktım Aziz İstanbul” başlıklı, 1 Nisan 2018 tarihli yazımda (hatırlamak veya ilk kez okumak için buraya tıklayabilirsiniz, hizmette sınır yok) Taksim Camii inşaatına da atıfta bulunarak bir yazı yazmıştım. Taksim Camii açıldı, hayırlı olsun.

Taksim Camii’nin peşine, İstanbul’un yeni simgesi olarak kabul edilen (kim öyle kabul ediyor bilemiyoruz tabii) Çamlıca Kulesi de hizmete açıldı. Görüleceği üzere, onların hizmetinde de sınır yok.

 


8 Ağustos 2018 tarihinde metrobüsten çektiğim yukarıdaki fotoğrafta kule biraz farklı görünüyordu, açıkçası endişeye kapılmıştım. Baksanıza, simge olma iddiası ile yola çıkan yapı, doktrinde “pipi” olarak kabul edilen uzvu andırıyordu düpedüz. Neyse ki o görüntüden arınmış ve bir şekilde kuleye benzeyebilmiş.

Tabii kule İstanbul’un birçok yerinden görünebiliyor, çükümsü vaziyetindeyken de öyleydi. Şimdi tamamlandı, daha da görünecek. Kuleyi görmemek için kulenin içine girmek lazım. Fransız Yazar Guy de Maupassant gibi…

Guy de Maupassant (1850-1893), Eyfel Kulesi’nden nefret edermiş, hatta kulenin yapılacağını duyduğunda, kule yapılırsa Paris’i terk edeceğini söylermiş. Sonra Eyfel tamamlanmış; bu kez adam Eyfel’den çıkmamaya, sürekli oradaki bir kafede takılmaya başlamış. Demişler “hayırdır mösyö (mösyö olmak zorunda değil; üstadım, hocam, müdür, birader, hatta gardaş da olabilir), Eyfel’den nefret ederdin, şimdi buradan çıkmıyorsun”. O da demiş ki “Paris’te Eyfel’in görünmediği tek yer burası da ondan”. Şimdi bizim kuleyi görmemek için de kuleye çıkmak gerekecek, ancak bu durumda hem cepten olunacak hem de daha kötü bir şeyi göreceğiz, yeni İstanbul’u.

 




Yukarılara çıkmak güzeldir, tepelerden aşağılara bakmak nefistir eyvallah, bu kuleye çıkanlar az buz para da vermeyecek anlaşılan, sorum şu: Kuleye çıkanlara, görecekleri manzara için leğen dağıtılacak mı? Ben de burada bir kısım fotoğrafları paylaştım. Yazıyı evde okursanız, leğeniniz vardır mutlaka; yoksa, en yakın umumi tuvalete gidiniz.

Gerçi kızmamak lazım, böyle İstanbul’un böyle simgesi olurdu zaten, zerre çelişki yok. Yeni simgemizden yeni İstanbul’u, yeni İstanbul’dan yeni simgemizi iyi seyirler.


                                   

(Aboneler için duyuru: Blogger’ın bana ve tüm kullanıcılara uyarısına göre, Temmuz ayından itibaren e-posta aboneliği hizmetine son verilecekmiş. Yani bundan böyle benim yazdığım yazılar, abonelerin e-postasına otomatik düşmeyecek. Blogger bu konuda abonelerimi “indirmemi” tavsiye etti. Abonelerimi “indirmek” gibi bir düşüncem yok, öyle bir düşüncem olsa bile herhalde beceremem, “10 adımda abone indirme” gibi garip tarifler var. Ben onunla uğraşmayayım, bundan sonra yazılarımın e-posta olarak kendisine gönderilmesini isteyenler müdüriyete, yani şahsıma başvursun, bu iş huzur içinde çözülsün.)

21 Mayıs 2021 Cuma

Pekmez Ama Evet

Paylaşılan malum videolardan sonra Google’a girelim ve yazalım: “Susurluk olayı nedir, Susurluk olayında neler olmuştur?” Hemen tartışalım bir de peşinden; “ikinci bir Susurluk mu bu” vs. diye.

Susurluk 1996’da, “when I was in elementary school” yaşanmış bir hadise. Aradan geçmiş yirmi beş yıl, schoollar schoolları kovalamış, iş aş eş virüs Haydar Baş derken ilk kez yeni bir olay yaşanmış öyle mi?

Bir çırpıda çıkar şimdi burada 17-25’ler, arkada Türk bayraklı A Haberli Zarrablar, Mit Tırları, 2015 seçimleri, “400’ü verin bu iş huzur içinde çözülsün”ler, “istikşafî”ler, mühürsüz oylar, pusulalar, Fethullah Enişte ile bağlantılar, tarikatlarla ilişkiler, vakıflar, dernekler, yurtlar, müteahhitler, milletin malına, arsasına çökmeler vs. vs.

Ama hayır; biz “Susurluk’tan sonra Peker” diyelim. Pekmez sayın arkadaşlar…

Tabii açıklama sahibi Peker şimdi beğenilmediği için hemen karşı açıklamalar yapıldı; suç örgütü liderliği, mafyalığı, pisliği, FETÖ’cülüğü kalmadı. Zamanında aynı mahallede onunla neler yapıldığı, ona neler yaptırıldığı malum, kanda duşları vs. de unutmuş değiliz, esasında oralarda da fetösel bir “ne istediler de vermedik” var ama konu o değil; “o zaten şöyleydi, böyleydi” türü açıklamalar kestirme yol.

Yahu güzel kardeşim (Altan Erkekli gibi söyledim, “radyoda Zeki Müren şarkı söylemiyor mu” şeklinde devam edebilir); CHP’li yapsa “o zaten cehapeli”, İyi Partili yapsa, “o zaten Meral Ablacı, proje, FETÖ METÖ”, MHP’li yapsa “Meral Ablacı olmuş, D’si büyük ve küçük devlete hıyanet”, eski AKP’li yapsa, “o zaten davamıza ihanet mihanet”, yeni AKP’li yapsa “gereken yapılır, FETÖ yanı başımızdaymış”, HDP’li yapsa “o zaten PKK’lı”, HDP’siz yapsa “o zaten milletin değerleri meğerleri bilmemneli”. E kim yapacak o zaman? Herhâlde bir Erdoğan derse kabul edeceğiz bu açıklamaları. O zaman da “kandırmışlar benim güzel reisimi” deyip başa döneceğiz. Yine kötü cehape olacak, hepsi HDPKK’lı vs. olacak.

Bir bilmemnere atasözü der ki, “bir dönem iyi geçinen iki insan kanlı bıçaklı olduktan sonra, birinin diğeri aleyhine söylediği her şey doğrudur” (var mı böyle bir atasözü bilmiyorum, ama bence olmalı, milyarlarca yıllık bir dünya kültürü sonuçta).

Gerçekleri biliyoruz hâlbuki. Gerçekler; Dubai’den, üzeri kitaplı, tespihli, zülfikarlı masalara, kafam kadar yüzüklü parmaklara muhtaç değil. O nedenle “aaa”lık durum yok. Sadece “şu da varmış” diyoruz o kadar. “Suavi de amma sakal yaptı bu hafta” demiyoruz sonuçta. Bir etki yok anlayacağınız.

O mahalleyi de pek etkilemez bunlar tabii; vatan, millet, beka, terörle mücadele densin, “öyle ya” der o mahallenin muhtarları. Sonuçta genel olarak etki diye bir şeyden bahsedemeyiz. Sadece keyifli oluyor o mahalleden insan sinirlenince, hoşumuza gidiyor herhâlde naçizane. TRT’de özel program yaptırmışlar adama baksanıza, etki o. TRT de bizim TRT’miz zaten. Elektrik faturasında 1, 2 liracık veriyoruz, olacak o kadar.

Susurluk’la başlayıp “olacak o kadar” da demişken, aklıma Olacak O Kadar’ın bilgi yarışması skeci geldi. İnternette bulamıyorum, bulursam sevineceğim, siz bulup da bana gönderirseniz daha fazla sevineceğim (niye “daha fazlaysa”). Biri genç biri yaşlı iki çift bilgi yarışmasında. Sunucu Ali Sürmeli diye hatırlıyorum; yaşlı çift Levent Kırca ve muhtemelen Zeynep Tedü’den, genç çift de Ahmet Çevik ile hatırlayamadığım bir genç kadından oluşuyor, Ebru Kural olabilir. Her bir soruda bir yöreye ilişkin bilgiler soruluyor. Sorulardan biri kazayı (Susurluk), biri Madımak Oteli yangınını (Sivas), biri cezaevi olaylarını (Diyarbakır) içeriyor, başka sorular da olabilir. Yaşlı çift bilmiyor; taze beyinler anında yanıtlıyor. Levent Kırca da “biz Susurluk’u ayranıyla, Diyarbakır’ı karpuzuyla, Sivas’ı türküleriyle, ozanlarıyla biliriz; siz bu ülkenin içine etmişsiniz” vs. diyerek ayrılıyor yarışmadan, bitiyor skeç. Öyle yani…

Neyse, ne diyorduk, evet Susurluk, Susurluk’tan sonra de Peker, aynen kardeşlerim (bu “kardeşlerim”i de Pekervari söylemle alabilirsiniz).

Çeksin yeni videolar, ülkenin kafası dağılsın. Çünkü ülkenin kafası çok net, dağılmaya ihtiyacı var; pekmez ama evet!

29 Nisan 2021 Perşembe

Alışırım Zannettim Yokluğundan Aşılanmam

Maske dağıtılamadığı gibi, aşı da tedarik edilemiyor, aşılanamıyoruz. Ülkeyi kapatıyoruz, açıyoruz, kapalıyken aşılanamıyoruz. Açıldığımızda aşısızız, odalarda ışıksızız, ışığı açıyor, dışarı çıkıyoruz, temas ediyoruz, kapıyoruz. “Şu tarihe kadar aşılanacaksınız” deniyor, o tarihe kadar aşılanamıyoruz. Daha sonra “zaten dozlar arası uzatılabiliyor” deniyor. Net GYA bu da, neyse.

Sokağa çıkma yasaklarımız var malum. Akşam 7’den sonra sokağa çıkmak yasak. Önceden de akşam 9’dan sonra sokağa çıkmak yasaktı. Ancak 9.30’da, 10’da millet dışarıdaydı İstanbul’da; şimdi de 7.30’da, 8.30’da millet dışarıda. Evlerine dönüyor insanlar herhalde. Sorsak onlara, “sokağa çıkmıyoruz ki, sabahtan beri dışarıdayız zaten, sokağa çıkmak diye bir şey yok, sokaktan eve dönmeye çalışmak var” derler ve bu insanlar, yerden göğe, E-5’ten Minibüs Caddesi’ne kadar haklılar.

Tam kapanıyoruz, iki adet A4 kağıdını dolduracak şekilde istisnai kesim açıklanıyor. Sen dışarıdasın, herkes dışarıda. Araçla çıkmışsın, herkes araçla çıkmış. Soruyorsun, herkesin gaydirigubbak belgesi var, herkes o belgeyle çıkabiliyor. “Haa tamam geç” deniyor gaydirigubbak belgelilere. Cenazeler kotalı; ama kotayı koyanlara kotasız. Hukuk devletinde kuralı koyanlar da kurala uymak durumunda; genelge devletinde genelgeler, genelgeyi koyanların umurunda değil. “Ne yani, bize de mi genelge?”

Krizden fırsat, kısıtlamadan şeriat çıkaran aziz devletimiz 17 günlük alkol yasağı getirdi. Öyle bir yasak ki, kimin getirdiği belli değil, baksanız öyle bir yasak yok, markete gitseniz market 17 gün “alcohol free alışverişler” diliyor. Zabıta bizim büfeye “satmıyorsun değil mi alkol” diye sormuş geçende. “Satmıyorum abi” demiş büfeci. Peynir ekmek gibi satıyor, ben de peynir ekmek gibi alıyorum, var mı?

GYA’cılarımız da “eee stok yapın o zaman” diyor, salaklarımız da “ABD’de de yasakmış” diyor. ABD’de de Biden hükümeti “dindar bir nesil istiyoruz, kiliseler kışlamız, haçımız miğfer, ciğzıslarımız asker” sloganlarıyla Maryland Merkez Kilisesi bahçesinde yüz binlere seslenirken halka donut dağıtıyordu ve “kafası kıyak nesil istemiyoruz” diyerek muhalefet liderine çatıyordu. Halk sağlığını kilise önlerinde, primary school açılışlarında kalabalık törenler yapacak kadar düşünen Biden, aynı zamanda Virginia’nın en önemli tarikat liderlerinden, Joseph Smith yandaşı Mormon James Aleyhisselam’ın cenazesinde binlerle bir araya geldi, Saidi Nurse’ün öğrencilerinin yaptırdığı hayır kurumlarını ziyarete gitti, burada da on binleri topladı, “maşallah a bevy of and ‘lebalebese’ people” diyerek halka teşekkür etti.

Hukukçular da bir yandan şu soruya cevap arıyor: “alkol satışı yasaklanabilir mi?” Bu soru ile “zeytin satışı yasaklanabilir mi?” sorusunun değeri ve cevabı aynı. Yobazlar da hemen şunu söylüyor, “içmeyin canım, ölür müsünüz”. Yobaz olduğu kadar çirkin ağabey, sen konuşma, konuşmazsan ölür müsün? Haa bu arada yobaz ağabey, sen aşılandın mı?

“Ulan zaten eve tıkıyorsunuz, evde ne yiyip ne içeceğimize nasıl karışırsınız?” diye soran pek az. Kural şu: “evde kalın, evde de şunları şunları yapın”. Tamam emredersiniz şunları şunları yapalım da, aşı işi ne olacak? “Aziz milletim, 17 gün boyunca evinizde kalmanızı, yemeklerinizde tereyağı yerine ayçiçeği yağı kullanmanızı, çayı da şekersiz veya iki şekerli değil, tek şekerli içmenizi istiyor, aksi takdirde hakkınızda yasal işlem uygulanacağını belirtmek istiyorum. Bu arada, Ramazan dolayısıyla 10 yaş ve altındaki ve tabii ki üstündeki çocuklara çikolata verilmeyecektir. Bok yesinler. Gereğini rica ederim”.

Bir versiyon da şu, “ben içmiyorum ama bu yasağa karşıyım”. Allah ve Ciğzıs senden razı olsun güzel kardeşim. Ben de çikolatadan hazzetmiyorum, herkesin çikolata yiyebilmesi için ciğerimi veririm. Zaten bir cümleye “ben … ama” ile başlıyorsan, yüzde doksan dokuz tırt bir açıklama yapıyorsundur.

Neyse; kapanma günlerinde trafikte görüşmek üzere, kafanız ayık, deryanız yanık olsun.

28 Mart 2021 Pazar

Turrup

Son dönem yaşananları spesifik olarak belirtmeye gerek yok. Ancak bir dönem verdiği kayıtsız şartsız desteklerle, yerli ve milli değirmene su taşıyan, hatta onlara sadece içmeleri için su taşıyan, onların çaylarını tazeleyen, “çayınıza ekstra şeker ister misiniz” diye soran, onlar çay içerken yanından geçip selam veren kim varsa onları öz eleştiri yapamama kültürüne Münir Özkulvari bir edayla “turrup” sıkayım.

Bakıyorum, çok güzel çıkış yolları bulmuşlar “turrup” sıktıklarım kendilerine, “ama o zaman şunlar şunlar yapılmıştı ve ülke daha da demokratikleşmişti”, “kanunlarımız değişti, Avrupa Birliği’ne uyum yasaları geldi”, “askeri vesayet sona erdi” türü laflarla destekleyenler, o dönem bu “yenilikleri” eleştirenlere “Kemalist ergen”, “darbeci”, “istemezükçü”, “faşist” yaftaları yapıştırırken, ülkenin pafta pafta içine edilmesinde zerre pişmanlık duymadı, öz eleştiri getirmediler. “Onlara verdiğim çayın içine tüküreydim” bile demediler. Şimdi ise, yetmez ama evetçi hıyarağalarına edilen laflara “kolaycılık yapmayın” eleştirisi getiriyorlar. Hâlbuki kolaycılık onlarınki; “Efendim biz ne yaptık? İyiyken iyi dedik, kötüyken kötü dedik” fışkısını çıkartmakta ısrarcılar. Bunların hepsi GYA (açılımı için bakınız, daha doğrusu sorunuz şahsım).

Biz geri zekâlıydık zaten o dönem, yapılanların hangi amaca hizmet ettiğini bilmiyorduk yaşımız henüz 20 değilken bile ve tahmin etmiyorduk olacakları o kısıtlı aklımızla. Ki aklımız hâlâ kısıtlı. Siz ise sayın demokratlar her şeyin en iyisini biliyordunuz, gevrek gevrek anlatıyordunuz Taraflarda Maraflarda, hatta NTV’lerde MTV’lerde yüksek sesli olarak. Siz demokrat ve hatta devrimciydiniz, hatta “AK Parti” devrimci bir partiydi; bizse vesayetçi, darbeci, jakoben, cakobenimdirobenimmilletimindirancak’tık. Günün sonunda adamın biri çıkıp tek başına sözleşmeyi feshetme cüretini kendisinde bulabildi, çok şükür vesayet kalktı ortadan.

Oy için, sonra tekrar çıkarmak üzere kısa süreliğine giydiği milli görüş gömleğini satan gömlekçinin talepleri üzerine feshetti sözleşmeyi adam. Gömlekçiler de hamdolsun sözleşmeyi feshettirdikdikdiklerini iddia ediyor, diktir oradan sayın gömlekçi ve bir o kadar da sakallı ve yobaz amcalar.

O sakallı ve yobaz amcaların lideri kayıp trilyoncu ve bir o kadar da Allahçı gömlek tüccarının anmasına katılan ve yine en az onlar kadar vatan ve millet sevgisi ile dolu muhalefet parti liderleri ve temsilcileri de demlenen çaya bırak tükürmeyi, en güzel kurabiyeleri ikram ediyorlar kısa süreliğine fakat ebediyen, tekrar çıkarmak üzere gömlek giyen yerli ve milli bedenlere.

“Çözüm bizatihi gelenek ve göreneklerimizde, özümüzde mevcuttur” diyor fesihçi adamın mesihçilerinden biri. Korkmayalım sadece toprağa gideceğiz, sonra toprak olacağız, sonra sularla birlikte bir çiçeğin bedenine yürüyeceğiz, oradan özümüze ulaşacağız, o öze bir arı konacak, belki o arı ANAP arısı olacak yani.

Değerlere tam manasıyla sahip çıkmak için bir başka yol da var: O değerlere tartışmasız en sadık güruh olan ve ülkenin yoluna baş koymasıyla, hatta bayırına düzlüğüne ölmesi ile meşhur olan gruba katılmak mümkün, ancak onun için mutlak surette TCK m.220’de düzenlenen suç işlemek amacıyla örgüt kurma suçunu işlemeniz veya örgüte üye olmanız, en azından örgüt adına suç işlemeniz, örgütle hiçbir ilginiz yoksa da en azından birkaç kadın öldürmeniz veya öldüresiye dövmeniz şart. Adamlara katılmak, Hababam Sınıfına katılmak gibi: Sigara içmek, kopya çekmek, okuldan kaçmak zorundasınız. Baş koyanlar güruhu için de en az bir mafyatik harekette bulunmanız şart. Tabii bir de teröre karşı gelmeniz. Terör ne demek, tanımı da onlar veriyorlar. O tanıma uyarsanız, takıyorlar rozeti ilgili yere. Çözüm çok yani.

Biz ise aynıyız, aynı yerde saymaya devam ediyoruz. Bizden bir halt olmaz: Oyumuz binde bir, soyumuz belli değil.

Hayırlı anmalar, sanmalar,

Hayırlı fesihler, mesihler,

Hayırlı soymalar, baş koymalar,

Hayırlı yatlar,

Sayın demokratlar…


13 Şubat 2021 Cumartesi

Manevi Değerlerimiz, Kadim Anadolu Kültürü ve Türk Aile Yapısı

Manevi değerlerimiz, kadim Anadolu kültürü, Türk aile yapısı. Bu üç kavram birbirinin akrabasıdır; amca çocuklarıdır diyelim.

Buna göre örneğin “kadim Anadolu kültürü”, bu toprakların insanlara verdiği bilgeliği içinde barındırır. Bu bilgelik öyle bir bilgeliktir ki, üniversite tahsili yapan ve doçentlik, profesörlük unvanına erişmiş insanlarda dahi olmayan bir bilgi, birikim bulunur içinde. Öyledir yani, öyle söylenir, biz de deriz “evet Anadolu bir başkadır”. Başkadır tabii; çocuk gelinliğe ses etmeyen, kızına başlık parası isteyen, cinsel ihtiyacını hayvanlar üzerinden gidermeye çalışan bir kadim kültür. Kültür mü, evet; kadim mi, evet.

Bir de “Türk aile yapısı” denilen bir kavram var malum. Kökü o kadar sağlam temellere dayanır ki, bir dizide eşcinsel ilişki ile hemen zarar görür, sokakta birbirine sarılan çifti gördüğünde hemen yıpranır, örselenir, pörsür. Cinsel istismardan tahliye olanı davulla zurnayla karşılayan, “kökleri Anadolu kültürü ile yoğrulmuş” manevi değerlerimiz bunlar. “Kızını dövmeyen dizini döver” bir değer, karnından sıpasını mıpasını öyle bir değer.

Yine kültürümüz maneviyat dolu, hoşgörülü bir kültür. Miting alanlarında dinî duygulara hitap edenlere, cenazelerde siyaset konuşanlara din kardeşi gözüyle bakan, camilere silah sokanlara karşı hoşgörülü olan bir kültür. Üçkâğıtçılara, düzenbazlara çıkarları için ses etmeyen, hatta destek veren bir kültür. Dinin istismar edilmemesi gerektiğini söyleyenlere dinsiz; yolsuzluk ve rüşvete de suç işleme özgürlüğü olarak bakan kültür… Seçilenlerinin hesap veren değil, hesap soran olduğu kültür...

Olağanüstü hâl döneminde “KHK” ile yapılan kanun değişikliğinin Anayasaya, dolayısıyla hukuka aykırılığını bir kenara bırakıp, “rektörü cumhurbaşkanı atayabiliyor, kanuna uygun; bunların amacı başka” türünden yorum yapanların, “bunlar zaten gidici, yapılan protestolarla ancak bunların ekmeğine yağ sürülür”cülerin, “sokaktan uzak duralım, kaos onlara yarar”cıların, “ne olursa olsun, polise el kalkmaz”cıların ve bir bütün olarak mevcut “tadımız kaçmasın”cı muhalefet partilerinin kültürü...

Aynı şekilde kültür, dayanışma grubunu kurduğu iddia edilen bir öğrenciyi halkı suç işlemeye ve kin ve düşmanlığa tahrik etme suçlarından tutuklayan hâkimin; öğrenciler için “biz gece vakti işi bitirir ertesi gün işe gideriz” diyenlere ses çıkarmayan savcıların kültürü. Tutuklayan hâkim de, manevi değerlerimize sahip çıkan bir devlet büyüğü. Şimdi hukuk sınavına girse sıfır alır, ama olsun. O sıfır veren de yerli ve millî değildir; halkın değerlerinden kopuktur.

Protestocuları döverek rahatlamak için yüce devletten maaş alan genç ve bir o kadar da yerli ve millî polislere karşı yasal haklarını kullanan öğrencileri “oyuna gelen”, “büyük oyun”, “ülkemizde oynanan oyunlar” gibi 3-4 kelimeden ibaret kavramlarla eleştirenler de dibine kadar Anadolulu, dibine kadar bizden. Onları Alaattin Çakıcı’nın âdeta Türkçe dersi verdiği mektuplarını okumaya davet edelim. Sonuçta kendisi, manevi değerlerimize hitap eden, dertli gönüllere giren biri. Hem Devlet de sahip çıkıyor. Hani şu devletin başına geçecek Devlet. Bizim devlet değil; gerçi o da bizim devlet de, D’si büyük devlet.

Okuyan kesim de, millî değerlerimize uzak kesim. Onlar Türk aile yapısından bihaber, halkın gerçekliğinden kopuk, kadim Anadolu kültürüne düşman. Zaten onların derdinin de toplumda karşılığı yok. Toplumdan o kadar kopuklar ki, onların derdinin topluma yansıması da yok. Toplum başka, öğrenciler başka; öğrenciler toplum dışı. Devletine hainlik eden de hep bu tip üniversite öğrencileri; hâlbuki imam hatiplilerimiz öyle mi?

Yine de Boğaziçili öğrencilerin ve ona destek veren “kökü dışarıda” vatan hainlerinin, lezbiyenlerin mezbiyenlerin vs., yukarıda zikrettiğim o üç kavrama karşı haklarını hukuklarını aramak için dimdik ayakta durduklarını ve duracaklarını bizim o “bilge” büyüklerimize hatırlatalım, üstümüzde kalmasın.

Değerlerimize sevgilerle…

Bir Düşman


26 Ocak 2021 Salı

Reforum

“Belirli gün ve haftalar” çizelgesi vardı biz ilkokuldayken. En çok aklımda kalan “Tutum, Yatırım ve Türk Malları Haftası”. Kelimesi kelimesine buydu haftanın adı. Daha basit ifadeyle “Yerli Malı Haftası”. O hafta, günlerden birinde sadece yerli malı tüketmek için okula yerli yiyecekler, içecekler vs. getirilirdi. Yine aklımda kalan, o gün mutlaka Coca-Cola getiren olurdu.

Bu hafta ise, 24-31 Ocak haftası Adalet ve Demokrasi Haftası olarak kabul ediliyor, 24 Ocak 1993 Uğur Mumcu ve 31 Ocak 1990 Muammer Aksoy katliamlarından dolayı.

Tam da Adalet ve Demokrasi Haftasını yaşarken, yeni yargı “reformu” da, daha gür sesli şekilde dillendiriliyor. Halbuki;

  • Her sene reform yapıyorsanız, o reform değildir, başka bir şeydir.
  • Daha Anayasanın açık maddelerinin uygulanmadığı bir ülkenin yargısında reform yapılamaz.
  • “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları bağlayıcı değil, yönlendiricidir” diyen başdanışmanın olduğu ülkede reform söylemi komik olur.
  • Hükümlülerin koşullu salıverilme ve denetimli serbestlik sürelerinde “iyileştirme” yapılması, reform değildir, o daha da başka bir şeydir.
  • “Tutukluluk tedbirini zorlaştırıcı düzenlemeler yapılıyor” haberleri de, bir zamanların “msn paralı olacakmış” haberi ile eş değerdir.

Lisede “Demokrasi” diye dersimiz vardı, hoca da, ilkokuldayken, yani Tutum, Yatırım ve Türk Malları Haftasını kutladığımız dönemde laboratuvar hocamızdı. Bize laboratuvarda VHS kasetten, Rutkay Aziz’in Atatürk, Savaş Dinçel’in İnönü’yü canlandırdığı “Kurtuluş” filminden bölümler izletir, sonra özet çıkarmamızı isterdi. Daha sonra özetleri sormazdı, çıkarın derdi, çıkarmazdık, çıkaramazdık da zaten. Atatürk’e benzeyen “meşhur” adamdan da fazla Atatürk’e benzeyen; ama diğeri gibi Cumhurbaşkanı olduğu dönemdeki hâline değil, Kocatepe’deki hâline benzeyen Demokrasi dersi hocamız, demokrasi ile çok fazla alakası olmamakla birlikte iyi niyetiyle ve yöresel ağzıyla bir şeyler anlatmaya çalışırdı.

Hiç unutmam, bir sınavında ilk iki soru, “Reforum nedir?” ve “Rönensans nedir?” şeklindeydi. Ben de cevaplarken ilk sorudaki u’nun, ikinci sorudaki ikinci n’nin üzerini çizmiş, öyle yanıtlamıştım. Yazıda hocaya göre hata yoktu, çünkü hocanın telaffuzu da “reforum” şeklindeydi.

Bilmiyorum belki de hoca haklıydı, “reforum” diye bir şey vardı ve iktidarın şimdi yapacağı şey de reform değil reforumdur. Kim bilir.

Yazı elimde olmadan çok farklı bir yere gitti farkındayım. Olsun, iktidardakilerin reform yapacaklarını söylemelerinden daha saçma değil.

“Uğurlar” olsun…