26 Aralık 2023 Salı

Tıkılak/Takılak I

 

Ön Not: Üniversite zamanında tekinaks.wordpress.com adında sitem/bloğum vardı. Orada Tıkılak ve Takılak bölümlerim vardı, yazılar yazardım parça parça. Belli bir konu yoktu, * işareti ile 1-2 paragraflık farklı farklı şeyler yazardım. Şimdi de öyle yapayım dedim. Net bir konu değil, öyle düşünceler, tweet’ler gibi.

* Twitter’la sohbeti kestiğimden bu tarafa sinir katsayımda ciddi düzelmeler oldu, “Aa öyle mi olmuş, haberim yok.” deyişlerim arttı ve bu “haberim olmamalar” gayet mutlu ediciydi.

Seçimler de mesela zerre umurumda değil artık. Kim aday çıkacak, kim kazanacak, Millet İttifakı bölündü ama birleşecek mi, şu bu parti aday çıkaracak mı? “Bu milletvekili şunu dedi”, “Niye o muhalif milletvekili öyle dedi ki, iktidarın ekmeğine yağ sürdü” vs. Rahmetli dedem Sebahattin Bey’in (Sebomuz) dediği gibi: “Nası bilüğsağaz öyle yapın”.

Bunları yazdıktan veya dedikten sonra da, “Ama sen de böyle yaparsan…”, “Asıl şimdi mücadele…” vs. vs. diyenler olabilir, desinler desinler. Komple bırakmadık tabii bu safları, sadece konunun Özgür Özelvari ve CHP’sel bir durumu var, o son derece gereksiz. CHP, CHP’liliğiyle kalsın, onlar iyi gayet.

Özgür Özel’le ilgili tek yorumum var bu arada. Kılıçdar’ın devamıymış, aynı şeymiş vs. değil. Yorumum şu; adamın tipi, eski fotoğraflarda çıkan, şu an ise 60-70 yaşını devirmiş amca değil mi? Yani Özgür Özel’in şu anki fotoğrafına baktığınızda otomatikman fotoğraf 90’lı, 2000’li yılların fotoğrafı gibi oluyor. Saçının siyah beyazlığından mı, tipinden mi, bakışından mı bilemedim. Adamın olduğu fotoğraflar; fotoğrafı eski, o anı nostaljik yapıyor, çok garip. Yani Özgür Özel, birinin 20-30 yıl önceki hâli gibi hep.

* Akademisyen meslektaşımız, “ibadethanenin kapısının önüne ayakkabılarınızı koyuyorsunuz, ayak kokunuzu almak zorunda mıyım, ayakkabılığa koyun” diyor; meslektaşı çekiyorlar, görüntüsünü alıyorlar, tahrik ediyorlar, linç ediyorlar, sonra TÜGVA cemaati geliyor, okulu basıyor vs. vs… Videoda Müslüman şahıs, ayakkabı ile girilen yer için “psikolojik sınırım” diyor bu arada. Lan senin psikolojin ne ki sınırın ne olsun. Bir de Kuran’dan ayet okumaya çalışıyorlar hocaya, hoca istemiyor.

Bir de bu var tabii; geçen aylarda kitapçıda görmüştüm, “Ateistlere cevaplar” gibi bir kitaptı. Cevapları Kuran’dan ayetlerle anlatmaya çalışıyor yazar. Lan zaten onu kabul etmiyor adam, oradan ne okuyorsun?

* Sevgili Arsız Ölüm - Dirmit oyununu tiyatroseverlere tavsiye ederim. Nezaket Erden’in tek kişilik oyunu, Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm kitabından uyarlanmış, uyarlayan da Nezaket Hanım’la eşi Hakan Emre Ünal. Gerçekten sahnede devleşip karakterden karaktere, duygudan duyguya giriyor Nezaket Hanım. Oyun sonrası selamında da adının hakkını veriyor, alkışı bol olsun.

Oyunu Ses Tiyatrosu’nda izlemek duygulandırdı tabii, ölümsüz Feranabi’nin her zerresinde emeği olan bu tiyatroda böyle güzel bir performansı görmek de mutlu etti öte yandan. Teşekkürler Nezaket Hanım, Hakan Emre Bey.

* Değerli ağabeyim Hasan Gören’in dördüncü kitabı Eşikteki Kadın da tarafımca tavsiye edilir. Kitabın anlatıcılığını sohbet havasında yaptığı (bu husus ayrıca hoşuma gitti) bu kitabında Hasan Ağabeyim sürüklüyor okuyucuyu. Okuyun, okutturun. İlk kitabı Zan’dan da başlayabilirsiniz okumaya, sonra Altı Yaprak Üstü Bulut, Balıksırtı, öyle gidersiniz…

* Bir arkadaşım paylaştı, rakı kokteyli varmış. “Yeni nesil rakı” herhâlde. Zaten “yeni nesil” olarak nitelendirilen şeylerin %99’una karşıyım (%1’lik pay bırakayım hadi), buna haydi haydi karşıyım. “Rakı içme adabı” geyiğinden bağımsız olarak -ki geyiktir o, o kadar da ciddiye almayalım, kutsamayalım rakıyı- rakının kokteyle konu edilmesi son derece üzdü. Yeni nesil tatlarınızı soğuk baklava gibi antin kuntin şeylerde deneyin sayın “gurmeciler”. İleriye açık olmamaksa ileriye açık olmamak, gericilikse gericilik. “Atatürk milliyetçiliği” gibi bir şey vardı değişik değişik söylemler vs., kokteyle karşıysam bu da “rakı gericiliği” olsun, haydi bakalım.

* Bir ara da 90’lar geyiği vardı tabii. Zamanında Okan Bayülgen bir programında işlemişti bunu, sonra tuttu, haydi 90’lar partisi yapalım vs. Bitmedi bu geyik, ülkenin bir yerlerinde 90’lar partileri yapılıyor hâlâ. Fetiştir, gereksizdir. 90’lar deyince akla Mansur Ark, Ragga Oktay, Grup Vitamin gelmesi de saçma; zira 90’larda çok az yer kaplar bu ağabeyler. Neyse; anlata anlata çok zaman yoruldum, yola geldim ben de sizin oldum.

* Son yıllarda baktım ki, Aralık sonunda yeni yıla yönelik yazılar yazmışım, dilek milek işine girişmişim. Acayip gereksiz olduğunu fark ettim, hem de çok acayip. İnsanın kendini düzeltmesi gerekir bazen. Düzelttim.

Okuyanlara teşekkürler…

10 Kasım 2023 Cuma

Ocu Bucu Bir Kısım Hukukçular

Yargı teşkilatı herhalde, laf olsun diye, “Burada bir Yargıtay mı olsa, yanlara da Anayasa Mahkemesi mi serpiştirsek?” diye şekillenmemiştir. Hepsinin bir özelliği, bir nedeni vardır ve tarafsız, bağımsız hâkimlerden müteşekkildir. Yine herhalde; bu yapılar yıllar yıllar önce şanlı dünyamızda kurulurken, “Şurada iktidara yakın bilmemne cemaatinden birileri olsun, şurada da ‘bilmemne şehri grubu’ olsun.” diye düşünülmemiştir.

Şimdi en son yaşadığımız, bu grupçuların birbirlerine yargı üzerinden laf sokma ve güç gösterisi yapma savaşı. Olan hukuka ve hepimize oluyor tabii. Can Atalay serbest kalmalıdır. Hem davanın esası yönünden hem AYM kararı yönünden. Özetle, haklılığı yönünden.

“Son olarak şunu da vurgulamak isterim ki, anayasa yapma yetkisi yüce meclisimizindir ve bu yetkisini devredemez. Kimse de milletin iradesi ile oluşmuş meclisin bu mutlak yetkisine el uzatamaz”.

Bu sözlerin kime ait olduğunu üç aşağı beş yukarı biliyoruz. Onun değilse bile, “ocu” biri tarafından söylenecek bir söz olabilir zaten. Millet iradesiymiş. Can Atalay kimin iradesi ile seçildi? Ki Hatay’dan tek milletvekili olarak seçildi. Yani Hatay’dan tek milletvekili çıkacaktı TİP’ten, o çıktı. Yani halk Can Atalay’ı istedi ve seçti. Bitti. Sen saçma sapan iddianamelerle gerekçeli kararlarla tutukla, mahkum et, sonra milletvekili seçilsin, tahliye etme, bu husus AYM kararı ile hukuka aykırı görülsün, sonra bana İngiltere, ABD anlat, “Anayasayı öyle çok da şey yapmamak lazım” de. Haa bir de, hukukta yerli ve millilik anlatsın danışmanların, MHP’lilerin. Anlı şanlı Yargıtayımız ceza dairemiz de “yargısal aktivizm” desin. TCK m.217/A’yı bile iptal edemeyen, devletin para kazanma talebini bireyler üzerinden göstere göstere ilettiği ek MTV’yi bile uygun bulan, yine bir grubun elindeki AYM’ye diyor bunu dairemiz. Bir de şunu diyor: “Yargıdan beklenen, kanunlara, Anayasaya ve en önemlisi hukuka uygun kararlar alabilmesidir”. Bir de şunu diyor AYM için: “Anayasa ve kanunlardan üstün görmek suretiyle bir nevi Anayasa’yı uygulanamaz hale getirerek, kendisinin sorgulanmasına ve meşruiyetinin tartışılmasına yol açmıştır”. Bu “çözümlemeler” anlı şanlı dairemizin meşruiyetinin tartışılmasına yol açmıyor tabii.

Bir de koyu renkle şunu buyurmuş şanlı dairemiz; Can Atalay’ı meclise kabul edersek, Fethullah Gülen’in, Murat Karayılan’ın ve bilumum melun, bölücü, terörist insanın da milletvekili seçilmelerinin ve TBMM’ye girmelerinin önü açılırmış. Bir şey söylerdim de, neyse… Yargıtay 3. Kıraathanesi böyle diyor sonuçta.

 “AYM de denetlenebilmeli” demiş bir “ocu”, bir o kadar da “yerli ve milli” ağabeyimiz. Tabii, hemen kuralım AYM sulh ceza hâkimliklerini. Kararlarından işimize gelmeyenleri kaldıralım. “Devrim” niteliğinde bir değişiklik daha yapalım sistemde.

Neyse, sakinleşelim. Bugün Paşamın ölüm yıl dönümü. Saygıyla anıyoruz, her şeyin farkındayız. Ocu bucu değil, hukukçuyuz. Hukukun ve hukuk devletinin ihtiyaç olduğunun da farkındayız.


29 Ekim 2023 Pazar

Cumhuriyetin 100. Yılı

 



Klasiktir, her yıl cumhuriyet videoları paylaşılır televizyonlarda, sosyal medyada, gözlerden yaş gelir hatta bazılarında.

“Biz cumhuriyetimize, Atamızın mirasına sahip çıkıyoruz, onun içindir ki…”

“Biz, cumhuriyetle aynı yaştayız, 1923’ten bu yana, Türkiye’ye hizmet etmeye…”

“Bu toprakların kıymetini bilen, yıllardır ülkeye hizmet eden…”

“Cumhuriyetin emanet edildiği gençlere desteğimizi…”

“Atatürk’ün haklar verdiği kadınlarımıza, cumhuriyet ışıklarıyla…”

Hay maşallah!

Madem herkes bu kadar Atatürkçü, cumhuriyetçi, haklar hukuklar havada uçuşuyor. Bu ülke nasıl bu hâle geldi, bilen eden var mı? Ben anlamadım.

On yıllardır gericilikle, darbelerle, çıkarcı ve suçla bağlantılı hükümetlerle yaşamışız; ülke bir din devleti hâline gelmiş, şirketler de hükümetlere önayak olmuş veya destek atmış, herkes kendi menfaatinin peşinde, riyakârlık diz boyu; ama söze gelince Atam, cumhuriyet, bayrak vs. vs…

Herkesin daha da “cumhuriyetçi” olduğu şu günlerde, şu videolar bitsin de önümüze bakalım. Göremiyoruz gerçi önümüzü pek. Ama olsun.

Şimdi herkes bir özelliğinden bahsediyor Atatürk’ün veya Atatürk’e bir sıfat yakıştırıyor. Daha doğrusu herkes, kendine yakın gördüğü özelliğini ön plana çıkarıyor paşamızın. “Büyük milliyetçi Atatürk, “Bozkurt Atatürk”, “devletçi Atatürk”, “Mareşal Atatürk”, “Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni dualarla açan Atatürk”, Bırakınız…

Cumhuriyet, Atatürk’ün devrimci olmasından dolayı kuruldu, işbirlikçi otoriteye boyun eğmemesinden, işgalci devletlere karşı dik durmasından dolayı kuruldu. O kadar! Ne mutlu ki böyle bir devrimcimiz var ve cumhuriyetimiz var ve ne mutlu ki yine de her şeye rağmen yıkılmış değil. Yıkılmayacak da…

Cumhuriyetimizin 100. yılı kutlu olsun!

Not: Arkadaş 100. yılda 100 tane 100. yıl marşı yapıldı, bir tanesi mi güzel olmaz. Norm Ender’inki en güzeli, ona göre hesap edin.

21 Eylül 2023 Perşembe

Saatleri Ayarlama Enstitüsü

 


Uzun uzadıya yazmak istemiyorum. Eğer Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü okuduysanız ve sevdiyseniz veya roman ilginizi çekiyorsa, romandan uyarlama tiyatro oyununu mutlaka izleyin. Serkan Keskin’in sahnede harikalar yarattığı, sahne, kostüm ve (spoiler vermeden konuşayım) teknoloji, görüntü kullanımının fevkaladenin fevkinde olduğu oyunda Serkan Ağabeyimizin on bir ayrı karaktere büründüğünü (saymadım, yazılan o), kullanılmayan karakterler ve olaylar olmakla birlikte romana sadık kalındığını ifade edelim.

Memnuniyetsiz tayfa da vardı tabii. Oyun çıkışında önümde ben yaşlarda bir vatandaş acımasızca eleştirdi yanındakine oyunu ve Serkan Ağabeyimizin performansını. Yok romanda şöyle şeyler de varmış, onlar niye işlenmemiş, yok bu oyuncu için bu oyun fazla iddialıymış, oyunu tavsiye eden her kimse daha ondan tavsiye almayacakmış; öyle affedersiniz itin neticesine sokulacak bir oyun ve performans değildi bu. Benim de işlenmesini istediğim ve beklediğim hususlar ve karakterler vardı tabii. O konularda metni eleştirebilirim de; ancak oyunun verdiği şeyler daha büyük ve önemli.

Kitabı on iki yıl önce almış ve okumuştum. Ancak oyun için tekrar okudum, hazırlandım yani ben de. Kitap bitti, ertesi gün oyunu izledim. İyi ki okumuşum tekrar. O şekilde de tavsiye ederim.

Eğer her karakter ve konu işlensin isterse arkadaşlar, Storytel mtorytel kullanabilir. Her şeyi kullansa zaten 4 saat sürer oyun.

Neyse, Serkan Keskin ve Tanpınar sevenlerin üzülmeyeceği oyundur kanaatindeyim. İzleyin mutlaka, beğenmezseniz bana söversiniz, o önümdeki kıl saat müşterisi gibi.

Teşekkürler Yönetmen Serdar Biliş ve sevgili ağabeyimiz Serkan Keskin. Ve tabii ki Ahmet Hamdi Tanpınar…

Taraftarlar, Marşlar, Şarkılar

 

Blog açıldığından beri her ağustos sonu Fenerbahçe ile ilgili eleştirel bir yazı yazıyordum. Geçen sene biraz da totem olsun diye yazmamıştım. Bir halta yaramadı tabii; ama olsun, bu sene de yazmıyorum. Onun yerine taraftar tezahüratını yazıya konu edeyim dedim. Tezahürat esasında yapısı gereği çoğul bir kelime, tezahür kelimesinin çoğulu. O nedenle “tezahüratlar” demek doğru değil gibi ilk bakışta. Ancak tezahürat artık, taraftar tarafından söylenen bir şarkı hâline geldiği için, maçta söylenen örneğin 10 şarkı, “tezahüratlar” olarak nitelendirilebilir. Yine de “tezahüratlar” demeyeceğim.

Geçende aklıma geldi, taraftarların tezahürat için hangi şarkılardan, marşlardan alıntı yaptıklarına bir eğileyim dedim. Genelde çoğu eski yıllardan gelen, nostalji radyolarına konu olabilecek türde şarkılardı. Yeniler de var tabii. Onları bir dökelim ortaya istedim; ortaya karışık, müziksever ve futbolsever bir yazı olsun. Hoş, bunların birçoğu da küfürlü; o nedenle ne kadar futbolseverlik barındırıyor tartışılır. Ama olsun, başlayalım biz.

Bir kere, şu tezahürat meselesinde hece sayılarının kullanışı güzeldir. Örneğin Beşiktaşlıların dört hece gerektiren tezahüratının bazılarını “kara kartal” olarak uyarlaması veya Laylaylay ile başlayan o klasik, basit tezahüratta “aaa Beşiktaş” demeleri onların avantajına tabii.

Galatasaraylılar ise duruma göre Cimbom diyor, duruma göre Cimbombom diyor, Laylaylay’da “aaa Cimbombom” olabiliyor mesela. Böyle lehe durumlar var. Biz Fenerliler ise üç heceli durumlarda “Kanarya” diyoruz. Sistem oturmuş zamanla, güzel.

Tabii türkülerde olduğu gibi “de”, “da” bağlaçları da işleniyor araya. “Esbap serdim sicime de, uyma elin piçine” gibi…

Şimdi gelelim bu şarkıların kaynağına.

Klasik bir tezahüratla başlayalım, Pekkanların ve daha birçok nostaljik sesin (o ne demekse) seslendirdiği bir şarkı olsun: “Fenerbahçem/Cimbombomum/Beşiktaşım benim biricik sevgilim, söyle senden başka kimim var benim.” gayet basit, “Dert ortağım benim biricik sevgilim.”, gerisi aynen devam.

Yine Fenerbahçem/Cimbombomum/Beşiktaşım kalıbıyla “Sen çok yaşa, canım feda olsun sana, hiçbir şeye değişilmez, senin sevgin bu dünyada.” şarkısı için pek sevdiğimiz ağabeyimiz İlham İrem’e atıf yapalım, çaktırmasa da İşte Hayat şarkısından esinlenen bu tezahüratta ilgili yeri zikredelim: “Öyle uzak şimdi bana yaşadığım hatıralar, bir bulanık film sanki senle dolu dakikalar”.

“… sen çok yaşa, canım feda olsun sana, hiçbir şeye değişilmez, senin sevgin bu dünyada.” tezahüratının Mehter Marşına, hatta Vizontele’nin film müziği de olan, Kardeş Türküler’in Leyla’sına da uyarlandığını ekleyelim. Hatta ve hatta bu tezahüratın İbo’nun Ben de İsterem melodisi ile söylendiğini de belirtelim. Kısa sürdü ama o, neyse ki…

“Şampiyon Fenerbahçem/Cimbombomum/Beşiktaşım ne istersen iste benden” ile başlayan tezahürat yine çok net, Erol Evgin’den “Bir tanem söyle canım ne istersen iste benden” şarkısı.

Gülden Karaböcek’in (çocukluğumda da Harika Avcı’nın) söylediği Sürünüyorum şarkısı da “...’sın sen bizim canımız, (burada takımın renkleri belirtiliyor) akar kanımız, seviyoruz seni canıgönülden, ...’sın sen bizim canımız” şeklinde söylenmiştir. Şarkılar epey eskiden geliyor anlayacağınız.

“Ne Beşiktaş ne Cimbom ne de Trabzon, bu sene sensin şampiyon (pek tabii ki diğer takım versiyonları da var bunların, döndüre döndüre söylenebiliyor)” tezahüratı da Sezen Aksu’nun Olmaz Olsun şarkısından alıntıdır. Hatta bunu Galatasaray, when I was in highschool marş kasetine almıştı. Evet, o zaman kaset vardı.

Muazzez Abacı’nın söylediği “Bu akşam hüzünleri evde bıraktım, körkütük sarhoş oldum elimde değil.” de, neyse…

Those Were The Days ve Misirlou’yu da işlemeyelim, terbiyesizliğin lüzumu yok.

Gelelim, şahsa özel tezahürat olan “I love you Hagi”ye (sonrasında da “I love you Alex” dendi, ikisi de bu tezahüratı fazlasıyla hak etti). Bu şarkı, Ömür Göksel’in Sevemem Artık şarkısı: “Sana bağlandım yollara düştüm, gitme seninle gelemem artık, beni hiç eden sensiz hayatı, sevmek istesem de sevemem artık”. Bu cümleleri tamamen “I love you Hagi/Alex” olarak, yani dört kez üst üste söyledi taraftarlar.

Azıcık gayriciddi hâl bir alalım. Yukarıdaki sevgi tarifinin bir diğeri, Rizesporluların, Teknik Direktör Mustafa Denizli’yle anlaştıktan sonra taraftarların onu karşılarken söylediği, “Hey sexy lady, Mustafa Denizli.” ezgisi. Aslı Shaggy’den, sureti Rizelilerden; teşekkürler Rizeliler. Link ve video paylaşımı yapmıyorum, Google’a yazınca çıkıyor Rizelilerin tezahüratı. Bunun bir üstü, tezahürat değil ama, Sivasspor’un şampiyonluğa oynadığı 2007-2008 sezonunda Trabzonspor galibiyeti sonrasında röportaj veren Teknik Direktör Bülent Uygun’a bir taraftarın “.mına koduk Bülent Başgaan.” şeklinde gidişi ve diğer taraftarlarla beraber Laylaylay diye Bülent Uygun’u A noktasından B noktasına götürdükleri sahnedir. Onu da Google’dan “.mına koduk Bülent Başgan.” şeklinde aratabilirsiniz.

Siyasi şarkı ve marşların tezahürat hâlini almasına gelelim. Beşiktaşlıların Gündoğdu Marşı’ndaki “Gün doğdu, hep uyandık, siperlere dayandık, bağımsızlık uğruna da al kanlara dolandık.” kısmını “Gün doğdu, hep uyandık, statlara dayandık, Beşiktaş’ın uğruna biz bayraklara dolandık.” şeklinde söylemesi -ki devamı da var tezahüratın-, yine Fenerbahçelilerin Grup Yorum’un “Kuşandık genç öfkeni, taşların kucaklarımızda, bizlere öğrettiğin kavga, kavgamız, büyüyor omuzlarımızda.” şeklinde başlayan Haklıyız Kazanacağız marşını, “Kuşandık sarı laciyi, Saraçoğlu yokuşlarında, Siyah Çoraplılardan doğan bu sevda, büyüyor omuzlarımızda.” şeklinde uyarlaması güzeldir.

Galatasaray’ın Ali Sami Yen Stadı’nda oynadığı son maç olan 11 Ocak 2011 tarihli Galatasaray - Beypazarı Şekerspor maçında -ki ben de stattaydım- bir diğer Grup Yorum şarkısı olan Özgür Tutsak’ın uyarlanıp “Demir kapılar da yanar, adım özgürlük oldukça, yüreğimde köz oldukça, özgür tutsak oldukça.” kısmının “Seni yıkacak dozerin (üç kez söyleniyor), anasını s.keyim.” şeklinde söylenmesi de aklımdadır. Sonra o dozer stadı yıkmıştır ve bu sırada hiçbir dozer annesine zarar verilmemiştir. Biraz küfürlü oldu değil mi, üzgünüm, taraftarlar biraz kaba insanlar affedersiniz.

Suavi’nin sevdiğim Tükenme şarkısının “Gücüne güç katmaya geldik.” şeklinde Beşiktaşlılar tarafından uyarlanması da fena olmadı, onu da ekleyelim. Güneşimi Kaybettim’in Fenerliler, Sen Var Ya Sen’in Galatasaraylılar tarafından uyarlanarak söylenmesi de hoştur. Tabii tüm bu tezahüratın antitezi, daha doğrusu kelimeler değiştirilerek küfürlü şekilde karşılığı bulunuyor. Abacı örneğinde antitez, tezden daha ağır bastı örneğin.

Nazım Hikmet’in “Çocuklar inanın, inanın çocuklar, güzel günler göreceğiz, güneşli günler, motorları maviliklere süreceğiz, güzel günler göreceğiz, güneşli günler.” dizelerinde, “motorları maviliklere süreceğiz” kısmı “Fenerbahçe düşmanlarını yeneceğiz” şeklinde değiştirilmiştir.

Göztepe’nin geçen sezon İstiklal Marşı öncesinde Levent Yüksel’den Med Cezir’i söylemesi tüyleri diken diken etmiştir, seneye ligimizde bekliyoruz kendilerini. Bizim Haluk Levent’in (Beni Biraz) Anlasana şarkısını aynen söylememiz de mistir.

Kalinka’yla bitirelim. Evet Kalinka. En çarpıcısı da bu bence. Affınıza sığınıyorum, “İii.ne ... olamazsın şampiyon” tezahüratı bir kalinkadır. İii.ne kaaalindir, duruma göre o takım, örnek vermeyelim linç yemeyelim, o takım da kakalindir.

Aklıma gelenler bunlar. İyi seyirler, Fener olsun şampiyon: Çocuklar inanın!

26 Ağustos 2023 Cumartesi

Marmara'da Bir Gün


 

Hemen ön bilgi: “Marmara’da” değil, “Silivri’de Bir Gün” olacaktı başlık; ama Silivrililer incinmesin diye Marmara yazdım. Silivri’de bulunan ceza infaz kurumuna Silivri adı verilmesine içerleyen yurttaşlarımız, cezaevinin adı Marmara olarak değiştikten sonra, bu başlık sayesinde bir rahat nefes daha alır diye düşünüyorum. Biz de şimdi cezaevine giderken, “Marmara’ya gidiyorum.” diyoruz, Silivri çıkmıyor ağzımızdan. Çünkü 1,5 saat yol da gitsek, orası Marmara, gitmesek de Marmara’dayız tabii; ama olsun. Olması gereken, Silivrililerin cezaevi ile anılmamaları. Mesela Silivri Cezaevinin adı en baştan Marmara olsaydı, hiç Silivri demeyecektik, hep Marmara diyecektik oraya. Esasında keşke cezaevini Marmara Denizi’nin tam ortasına koysaydık da, gönül rahatlığıyla Marmara Cezaevi diyebilseydik. Olsun, yine de diyeceğiz, ağzımızdan kaçsa da. Çünkü mesela “Duruşma hangi adliyede?” diye sorulduğunda, Çağlayan demeyiz biz, çünkü adliyenin adı Çağlayan değildir. İstanbul’dur. Nereye yolculuk dendiğinde, “İstanbul’a gidiyorum.” deriz. Burada da artık aynı durum oldu neyse ki, Silivrililer rahat etti. Evet, “Marmara’da Bir Gün” yazı başlığımız. Hukuku tam da ilgilendiriyor mu bu yazı, emin değilim. “Öyle” kısmına daha da yakışır gibi, o nedenle “öyle” bir yazı oldu bu. Başlıyoruz.

 

Müdafii olduğum bir tutukluyu ziyaret için Marmara’ya doğru yola çıktım (Bakın nasıl Marmara diyorum). Gitmeden önce ofisten bana, “Şu kişileri de görür müsün, şu şu havadisleri iletir misin?” dediler, “Görürüm, iletirim.” dedim, görmemek, iletmemek mümkün değildi. Hazır o kadar gitmişken Marmara’ya.

Kendi görüşmemi yaptım bilmem kaç no’lu infaz kurumunda. Sonra da ana yere döndüm, bu kez başka bir bilmem kaç no’lu infaz kurumunu görebilmek için. Cezaevini bilmeyenler için söylüyorum (Şey gibi, radyoda maç anlatan spikerler eskiden, stadı bilenler için söylüyorum derlerdi): Cezaevinde otoparktan sonra biraz yürünür, ortak bir yerde baro servisi beklenir, servis de sizi kaç no’luya gitmek isterseniz oraya götürür. Çok no’lu birim vardır çünkü cezaevinde. Çoğu zaman, hangi no’luya giderseniz gidin, çok beklenir servis. Daha da çoğu zaman, siz o no’luda yaptığınız görüşme sonrası ana yere yürümek zorunda kalırsınız. Ama bazı no’lulardan veya bazı no’lulara yürümek mümkün olmaz.

Neyse kendi no’lumda görüşmemi yaptım, girişe döndüm. Araya öğle arası girdiğinden ve servisler ara verdiğinden, öğle arasının bitmesini bekledim. Ara bitince otoparktan ana yere geri döndüm ve baro servisine binerek başka bilmem kaç no’luda şahısları görmek için yola koyuldum. O başka bilmem kaç no’luda “Ziyaretçi Kabul Merkezi” olarak adlandırılan yerde kayıt işlemlerimi yaptırdım, bana orada avukat görüşme odalarının dolu olduğu, biraz beklemem gerektiği söylendi. 1 saate yakın meslektaşlarımızı bekledim, sonra tutukluların/hükümlülerin kaldığı yere aldılar beni.

Yine stadı bilmeyenler için söylüyorum; kayıt yaptırdıktan sonra, ceza infaz kurumuna, yani tutukluların hükümlülerin kaldığı yere geçersiniz, oraya geçmek için de bir müddet yürürsünüz. Yani iki ayrı binadır o.

Ziyaret gerçekleştireceğiniz o binaya girmeden önce kemer çıkarılır, ötüyorsa ayakkabı çıkarılır, ayrıca orada araba anahtarı, güneş gözlüğü, sigara paketi, dolma kalem vs. maddeler bırakılır. Ben de araba anahtarımı -ki kendisine, neye benzediğini göstermek için yazı başlığının altında yer verdim (Şimdiye kadar, “Araç anahtarı ne alaka lan?” demiş olabilirsiniz)- görevliye verdim, görevli de X-Ray cihazının bulunduğu yerin üstüne bıraktı.

Beni görüşme odasına aldılar, görüşme odasında da ayrıca, yaklaşık 45 dakika bir tutukluyu, sonrasında 15 dakika başka bir tutukluyu bekleyerek, toplasanız 15-20 dakika süren görüşmeleri gerçekleştirdim ve yaklaşık 1,5 saat o bina içerisinde, toplamda 2,5 saat de başka bilmem kaç no bünyesinde kalmış bulundum.

Çıktığımda araç anahtarımı almaya yeltenirken, baktım üç tane aynı tip, Renault marka araçlara ait anahtar. “Hangisi benimki?” diye sordum; “Vallahi şimdi söyle söyleyelim”, “Bilemedik”, evele gevele vs. vs. 1-2 dakikalık gerilim yaşandı. Solda bir araç anahtarı, sağda bir araç anahtarı, ortada bir araç anahtarı. Yalnız ortadaki anahtarın hemen sağına ve soluna bitişik şekilde güneş gözlüğü ve sigara paketi konuşlandırılmış; bu iki madde, araç anahtarını korumaya almış yani. Demek ki o saf dışı. Yani ortadaki araç anahtarının sahibi kimse, aynı zamanda sigara paketi ile güneş gözlüğünün de sahibi. Ya soldaki benim bu durumda ya sağdaki. Koyan da ben olmadığım için, hatta koysam da yerini değiştirebilecekleri için, net bir şey söyleyemedim. Anahtarım için “Nasıl bir şeydi?” diye sordular, “Böyle bir şeydi.” diye üçünü birden gösterdim. “Yani var mıydı belli bir çiziği?” vs. diye sordular, “Hiç o gözle bakmadım.” diye yanıtladım. Bir yandan da baktım, “Hakikaten var mıydı onun belli bir defosu?” diye, ama o defolar bana tanıdık gelmedi. Sonra aklıma bir fikir geldi, araç anahtarlarının pillerine bakmak. Burada soldaki araç anahtarının pili Duracell, sağdaki araç anahtarı hiç bilmediğim bir markaya ait. Evreka şeklinde aldım Duracellli, soldaki anahtarı. Zaten diğerine hiç ısınamadığımı söyledim içimden. Duracellliye de, “Bu kadar çizik yoktu yahu benimkinde.” diyerek şüpheyle baktım bir yandan. Bu arada o başka no’lu ikinci binadan çıkarken görevliler bana, benim anahtarımın hangisi olduğunu tespit için kamera kayıtlarına bakacaklarını da söylediler servis gelene kadar. “İyi bari.” dedim. Ziyaretçi Kabul Merkezine döndüm, servis bekledim. O başka no’ludan ana yere yürümek mümkün değil bu arada. Diğer başka no’lular daha yakın ve yürünesi. Derken servis geldi, tam bineceğim, bana dediler ki Ziyaretçi Kabul Merkezinden: “Binmeyin, sizin anahtar o değilmiş”. Koşarak indim avukat görüşmelerinin yapıldığı binaya. Oradaki görevliler “Biz öyle bir şey demedik, sadece kamera kayıtlarına baktık, sizin anahtarınızın nereye koyulduğunu tespit edemedik, siz vermişsiniz, biz koymuşuz, ama sırtınız dönük, nereye koyulduğu belli değil, koyulup koyulmadığı bile anlaşılmıyor.” dediler. Hatta pişkince “Anahtarı vermemiş olabilir misiniz?” diye sordular. “Ne münasebet!” dedim. O zaman ortada dört farklı Renault anahtarı olacak. Renault Kapalı Cezaevi mi orası?

“Neyse tamam.” diyerek çıktım servis bekleme yerine. Önceki servis de kaçmış bulundu tabii o sırada. Bu sırada güzel haber geldi; diğer, yani sağdaki anahtarın sahibi de görüşmesini bitirmiş, servis bekleme yerine geliyormuş. Dedim “Tamam o zaman, bitti bu iş”.

Yüzü Tarık Akan’ın yaşlılığına, “Koçum Benim” zamanından bi’ 10 yıl sonraya benzeyen, uzun boylu, saygıdeğer olduğu hâlinden tavrından belli meslektaşım bana doğru yürüyüp, “Renault sahibi siz misiniz?” diye sordu. Bugüne kadar hiçbir meslektaşım bana, “Renault sahibi siz misiniz?” diye sormamıştı. “Evet benim.” diye gülümsedim. “Tamam o zaman.” dedi, “İşi garantiye aldık”. “Araçtan memnun musunuz?” diye sordu, “Memnunum ancak kilometresi biraz fazla oldu, değiştirmeyi düşünüyorum artık.” diye yanıtladım. “Ben çok memnunum.” dedi, baro servisi geldi, bindik. Bir an için anahtarlarımız tutmasa bile; en kötü onunki benimdir, benimki onundur. Pil teorimi anlattım, takdir etti Tarık Akan meslektaşım. Bununla birlikte “Bana kalırsa benim anahtarım elimdeki değil, benimkinde bu kadar çizik yoktu.” dedi.

Servisten inip otoparka yürüdük, aracını bize oldukça yakına çekmiş Tarık Akan meslektaşım, elindeki anahtara davrandı, “tık” diye sesle aracının anahtarının kendi elindeki olduğunu teyit ederek “Hah, tamam, benimkiymiş!” dedi. Bu kadar çiziği varmış demek ki. Meslektaşımız adına sevindim, o da bana bol şans diledi. Ben de kendi aracıma doğru yürümeye devam ettim. Aracım görüş açıma girince açma düğmesine bastım, “tık” diye ses geldi, yürümeye devam ettim. Bu kez kapamaya bastım, yine “tık” diye ses. Yalnız bir yanlışlık var gibi, zira aracın lambaları yanmadı o sırada. Hatta araca iyice yaklaşınca “tık” sesi de çıkmaz oldu. Evet, anahtar benim değilmiş. Otopark girişine yakın, Renault Captur’a ait olduğunu anlaşıldı anahtarın. Captur’dum o araca doğru. Aç düğmesine bastım, “tık”, kapa düğmesine bastım, “tık”. Yani benim anahtarım; ortadaki, bir başka meslektaşın sigara ve güneş gözlüğü markajına girenmiş.

O sırada Tarık Akan meslektaşım otopark bariyerinden çıkarken, durumuma üzüldü ve “Sizin için yapabileceğim bir şey var mı?” diye sordu. Yüzü olduğu kadar, yüreği de Tarık Akan’a benzeyen meslektaşıma, telefonundan ofisi aramam ricasında bulundum, telefonunu verdi, ofisi arayıp, esasında makul bir zamanda gerçekleşmesi beklenen toplantımı ertelemelerini talep ettim. Bana tekrar şans diledi meslektaşım ve ofisine doğru yol aldı.

Otopark girişindeki kulübede bulunan görevli ağabeylere durumu açtım. Bana üzüntülerini ilettikten sonra, kendilerinden o başka no’lu yeri aramalarını istedim, telefon numaralarını, yani dahili numarayı zoraki bulup aradılar (Stadı bilmeyenler için söylüyorum, dahili numaraları bulmak çok zordur), kendilerine o başka no’ludan, dönüş yapacakları söylendi. Ben de “Tamam, bekleyelim bir süre.” moduna girdim. Oraya gitmeye kalksak, yürü, et, servis bekle, servisle oraya git, servisle oradan dön, epey sürecek. Yarım saat bekledik, ses yok. Ben de kulübenin orada oturdum ağabeylerle. Çay teklif edildi; içmedim çünkü açım, sabahtan beri bir şey yememişim (Beni bilmeyenler için söylüyorum, aç karnına çay içmem). Bu arada saat 15.00 suları. “Su alabilirim.” dedim, su verildi. Kayısı geldi, yedim, yerken kayısıdan “captur” diye ses geldi.

Canım da iyice sıkıldı tabii, yanımda hiçbir şey yok. Bir şey okuyamıyorum, telefonum yok zaten. Can sıkıntısından, yüzünü hiç görmediğim, adını da bilmediğim meslektaşımın Captur’unu açıp açıp kapattım bir süre: “tık”, “tık”; “tık, “tık”. Baktım o başka no’ludan haber gelecek gibi değil, tekrar arayın dedim. “Dahilisi neydi yahu?” oranın diyerek, tekrar o dahiliyi bulmaya koyuldular; bir şekilde ulaşıldı oraya ve üzücü haber geldi o başka no’ludan: Avukat, “Benim işim uzun, beklemesin beni.” demiş benim için. Tabii paşam.

Yola koyuldum o başka no’lu için tekrar. Baştan başlayacağız yani anlayacağınız. Baro servisini bekledim epey, gittim o başka no’luya, servis şoföründen 1 dakika beni beklemesini rica ettim, yoksa bir sonraki ringi bekleyeceğim. “Anahtar alıp geleceğim hocam.” dedim. Anahtarı alıp, meslektaşımızınkini bıraktım. Meslektaşımın bu mücadelelerden haberi yok tabii. Görüşmesini yaptıktan sonra hemen çıkıp, kendi anahtarına kavuşacak paşam.

Döndüm ana yere, yürüdüm aracıma, bastım düğmeme: “tık”, “tık”. Işık da yandı, konu da kapandı. Amaç neydi, 15-20 dakika, dosyası hakkında hiçbir şey bilmediğim iki kişi ile görüşmek. Zaman kaybı ne, yaklaşık 5 saat. Bir de yıpranma payını ekleyelim. Üstüne de dönüş trafiğini…

Bu arada araba anahtarıma baktım, pil Duracell, evet. Çiziklerine baktım. Anahtarımın daha da çizikli olduğu ortaya çıktı. Benim ilk aldığım yanlış anahtardaki çizikler, benimkinden azmış yani anlayacağınız. İnsanın yüzündeki benleri inceler gibi, araç anahtarımın çiziklerini not aldım kafama. Peki gün? Bitti.

Bu olaydan yaklaşık iki hafta sonra satışa çıkardım aracımı ve bir süre sonra da sattım. Tabii ki bu nedenle değil; kilometresi fazla, biraz yıprandı, benim gibi.

 

Hemen son bilgi: Tutukluluk istisnadır ve en son uygulanacak koruma tedbiridir. Bu nedenle ceza gibi tatbik edilmemelidir. Ceza infaz kurumlarında bu kadar tutuklu olmamalıdır.

15 Temmuz 2023 Cumartesi

Twitter'a...

2009 Eylülü’nde girmişiz Twitter alemine. 14 sene olmuş neredeyse, az buz değil. Artık tamam deme zamanı geldi. Çok önemli mi sizin için, sanmıyorum. Benim için önemli; telefonumda şarj, daha önemlisi hayatımda zaman artacak. Yine telefonda megabayt, daha önemlisi hayatımda sinir, stres azalacak. Son Musksal gelişmelerle ilgili değil, genel nedenlerle bırakalım dedik artık. Musk bana bir karar verdiremez.

Tabii bazı güzel gelişmeleri göremeyeceğiz bu nedenle. Çünkü bir anlamda haber sitesi, dayanışma vesilesi olarak da kullanıyorduk burayı. Olsun, göze alıyorum.

Twitter sayesinde öğrenip okuduğum insanlar, takip ettiğim yorumcular oldu, tanıdığım arkadaşlar da oldu, hakkını yemeyelim. Hepsine saygılar, sevgiler…

“Neden önce değil de, şimdi bırakış” denirse, tam olarak bilmiyorum. Ama itiraf edeyim, çok önemsemiyordum ama, herhâlde önemsiyormuşum son seçimi. Seçimden sonra bazı yorumcuları ve siyasetçileri de çıkarmıştım. Şimdi Twitter’a girsek, menzil tarikatının cenazesi, konvoyu, ek seferler, tövbe iptali (o ne demekse) vs., onları ve benzerlerini göreceğiz, “niye öyle olduk”, “neyse sandıkta bunun cevabını halk verir” vs. diyeceğiz, gerek var mı şimdi? Ahmet Hakan, Hürriyetinden ahkam kesiyor lan hâlâ, neyi konuşuyoruz?

Threads mhreads derseniz de, hayır; ayrı bir maceraya geçmeyelim, mecraları sıklaştırmayalım. Blog kalsın bir, o da zaten arada iç dökme vesilesi. Günlük gibi kullanırız işte. İsteyen de bakar, öylesine. Hem belki şimdi daha fazla yazarız; daha çok lafımız var mıymış yok muymuş anlaşılır.

Guatemala TT’sini takip ediyordum birkaç yıldır. Saçma gündemimize tıklamayayım diye. Bana yardımcı olduklarını söylemeliyim. Öte yandan Guatemala TT’sine de göz gezdiriyordum açıkçası, belki bizimle ilgili bir durum olur diye. Ama olmadı, sadece Şampiyonlar Ligi ve La Liga gelişmelerini anlayabildiğim, arada “Altan” kelimesini gördüğüm Guatemala TT’sinde bir ihtimal Arda Güler olur mu dedim, olmadı, kendilerine de kırgınım. Zaten onların kahvesini değil Colombia içiyordum, yine Colombia içeceğim. Google’da çok kısa Guatemala’nın hangi ülkeyle düşman olduğunu aratayım, ona göre onlardan yana tavır alayım dedim, vazgeçtim. O kadar ana sayfamızı süsledi ve gereksiz haberden uzak tuttu beni Guatemala TT’si. Onlarla da helalleşiyorum.

Teoman’ın müziği bırakması gibi olmaz umarım bu ve bu mecraya geri dönmem. Bir bakıyorsunuz Threads hesabıyla dönmüşüm, dolandırıcı gibi. Umarım olmaz.

Bir süre kalacak tabii Twitter; DÇLV’ye koyduğum bu yazı, isteyen tarafından Twitter aleminde son kez okunsun diye.

Amaç şu, kopartmak kendimi. Ve kopuyorum, tamam.

Paka!

29 Haziran 2023 Perşembe

Paketler ve Mertler

Çok güzel paketlerimiz var; insan haklarını koruyan, bireylerin hak ve özgürlüklerini genişleten ve cezanın son çare oluşunu onaylayan. Bu paketler olmaya da devam edecek, “insan haklarıcı”ların da çoğu bunları destekleyecek, destekliyorlar.

Yine çok güzel paketlerimiz var; hükümlülerin, yani cezası kesinleşmişlerin cezaevlerinde kalma sürelerini azaltan, cezaevlerini boşaltan, koğuşlarda vardiyalı şekilde veya üst üste uyumalara son veren. Bu paketler de olmaya devam edecek, yine insanların çoğu bunları destekleyecek, destekliyorlar.

Öte yandan bir de, cümle ile tutuklananlar var. Sözleri ağızdan çıkan ve çıktıktan 2-3 gün sonra tutuklananlar. Suç var mı yok mu tartışılmadan bile. Kamu düzenimiz açısından açık ve yakın bir tehlike varmış herhâlde. Ne kırılgan kamu düzeniymiş değil mi, ne hassasmışız bir de. Ayrıca neler denildi bu ülkede, neler de denilmeye devam ediyor. Ama bazı durumlarda kamu düzenimiz hemen kırılganlaşıyor ve bozuluyor, yerle yeksan oluyor; bazı durumlarda çelik gibi kuvvetli.

Tutuklamalara tepkiler tamam, ama sulh ceza hâkimliklerine değinmeyen her eleştiri eksik, hatta hatalı. Hâlbuki sulh ceza hâkimlikleri sırf bunlar için, yani bazı “durumlarda” tahliye vermesi, bazı “durumlarda” ise tutuklama kararı vermesi için, yine bazı “durumlarda” itirazları kabul etmesi, bazı “durumlarda” itirazları reddetmesi için kuruldu. Bir ihtiyaçtı yani, o ihtiyaç karşılandı.

“Ama’cı” ağabeyler ablalar da konuşmaya, vatansever duygularını tatmin etmeye devam etsinler. Milli birlik ve beraberlik de devam etsin, hukuka karşı. Nasıl olsa hukukla işimiz yok bizim, hukuk bir ihtiyaç değil.

Şunu da söyleyelim, cereyan yapmasın: “Tutuklanması doğru değil ama …” demek, “Düşüncemin aleyhine her cümle kuranı asacaksın arkadaş.” demekten daha az dürüstlük içerir. Kapattım pencereyi, cereyan the end.

Merdan’ın kelime anlamı “mertler, yiğitler”miş, peki ya biz, mertliğin neresindeyiz?

İyi bayramlar, dönüş yoluna dikkat: Tüm kurallara uyalım.

30 Mayıs 2023 Salı

Mayıs Ayı Hezeyanları

Mayıs ayında yazılacak yazı daha güzel olmalıydı tabii veya “daha”sını geçtim, güzel olmalıydı. Herkes gibi ben de “tamam artık gidiyorsunuz” dünyasındaydım. O dünya çok çabuk geçti neyse ki. “Neyse ki” diyorum, o dünyadan çıkmamak daha büyük hayal kırıklıklarına götürüyor bizleri. Tabii ümitsizliğe kapılmak, oy vermeye gitmemek vs. bunlar yanlış, bunlar olmaz. Mücadeleye devam!

Ama gelinen aşamada bir realite ve bu realiteye çözüm getiremeyenler var. Bizler ise milliyetçi güruhu anlayamamakla eleştiriliyoruz. “Sen İç Anadolu’daki, Karadeniz’deki milliyetçileri düşünmeden yorum yapıyorsun”, “sen İç Anadolu’daki, Karadeniz’deki milliyetçilerin hassasiyetini anlayacaksın.” deniyor. O hassasiyet de Kemal Dede’nin HDP ile yakınlaşmasıymış.

Ömrünün Cahit Sıtkı Tarancı’ya göre yarıdan fazlasını, Feridun Düzağaç’a göre ondan da fazlasını geçirmiş bir insan olarak; hayatımı İç Anadolu’daki, Karadeniz’deki milliyetçilerin hassasiyetini düşünmeden geçirdiğim ve planlarımı buna göre yapmadığım için özür dilerim.

HDP ile “böyle bir” yakınlaşmadan ve seçim sonuçlarından sonra aklıma (o yakınlaşmanın tam olarak ne olduğu ve neden olduğu da belli değil tabii), Tayyip Babalarının 2013 Ekim ayındaki açılımı sonrası İç Anadolu’daki, Karadeniz’deki milliyetçilerin 2014 Cumhurbaşkanı seçimine ne şekilde tercih ve tavır koydukları geldi. O yakınlaşma, İç Anadolu’daki, Karadeniz’deki milliyetçilerimizin kalbini kırmış mıydı?

2014 yılında Konya’da %74,62’de, Kayseri’de %66,13 ile seçilmiş Tayyip Babamız, Sivas’ta H&M fiyatları gibi %69,99 almış, Tokat’ta %62,29 almış. 14 Mayıs 2023’te, yani seçimin ilk turunda ise (2014 de ilk tur oranlarıydı malumunuz) Konya’da %68,94 almış, Kayseri’de %63,33 almış, Sivas’ta %69,4 almış, Tokat’ta %63,19 almış Reis. Sadece Tokat’ta %0,9’luk bir artış var anlayacağınız. Konya’da ise %6’ya yakın oy kaybetmiş. Yozgat’a gelince (akla hep ilk Yozgat gelir tabii), sizi kandıracak değilim, %7 daha fazla almış 2023’te. Milliyetçilik, herkesin mensup olduğu ama sonunda Yozgatlının kazandığı bir kavrammış meğer. Sonuçta; Tayyip Babanın milliyetçiliği ayaklar altına aldığı dönem İç Anadolu’da aldığı oylar bunlar. Hatta o dönem, yani 2014’te, adaylar arasında bir “Müslüman” da var: ekmek için Ekmeleddin.

Gelelim Karadeniz’e… 2014 seçiminde Tayyip Baba Trabzon’da %70,09 almış, Rize’de ise %80,57. 2023’te ise Trabzon’da %68,89 almış, Rize’de %75,86. Onların da oyları düşmüş yani. Siz benim Trabzonlu Rizeli kardeşlerimin vatan sevgisini mi sorguluyorsunuz?

Yukarıdaki iki paragraf, sadece iki paragraf olarak kalsın. Çok anlam yüklemeye gerek yok. Bir tarafta inanılan bir kişi, bir tarafta inanılmayan bir kişi var. Hayırlısı olsun…

Bense kendimi milliyetçi hassasiyetleri dikkate almayan ve en az onlar kadar, hatta onlardan çok daha fazla vatanını sevdiğini düşünen bir insan olarak tanımlamaya ve ona göre yaşamaya devam edeceğim. Gerisi çok da önemli değil.

Aklımda da seçimle ilgili hiçbir şey yok, Kemal Dede’den razı mıyım, değil miyim onu da bilmiyorum. Bir yandan çok iyi yürüttü diyorum, bir yandan olmasaydı olurdu diyorum, işin içinden çıkamıyorum. En iyisi o belki de, her işin içinden çıkılır mı?

Solcular (veya bütün olarak muhalifler de olur) ve Fenerbahçeliler değil, AKP’liler ve Galatasaraylılar olmak var bu dönem. Her iki konuda da kaybedeniz, hayat bir deplasman.

Yazının umutsuzlukla bittiği düşünülmesin, umut var; ama bu şekilde değil, milliyetçi hassasiyetleri düşünerek hiç değil.

İyi haziranlar…

28 Nisan 2023 Cuma

Savunman ve Kastı

İmla hataları ile ilgili bu sitede yazdığım yazılar malum. Sanat bölümü içinde yer verdiğim sırasıyla “Sirkü Evrakları”, “Bir Tık Keyfiyet”, “Keyfekeder Bir Tabiyet” ve “21:15’te Kısa Özet” yazılarından sonra, bu kez hem imlayı hem hukuku içinde barındıran, karma bir yazı yazayım dedim. Başlayalım.

1. Ceza yargılamalarında kullanılan müdafi kelimesinin yalın hâli, yazdığım üzere tek i’lidir. Müdafii ise, müdafi kelimesinin belirtme hâlidir. “O bir müdafi” denir mesela, “o, Ayşe’nin müdafii” denir ama. Yani sanık müdafii, şüpheli müdafii denir; sanık müdafisi denmez, şüpheli müdafisi denmez. Bu arada müdafinin kullanımı da yanlıştır, doğrusu müdafiin olmalıdır.

Bu durumda sanık vekili kullanımı da, imla olarak olmasa bile, ceza muhakemesinde yanlış kullanımdır. Vekil; Ceza Muhakemesi Kanunu m.2/1-d uyarınca katılan, suçtan zarar gören veya malen sorumlu kişiyi ceza muhakemesinde temsil eden avukat demektir. Müdafi de CMK m.2/1-c’de, şüpheli veya sanığın ceza muhakemesinde savunmasını yapan avukat olarak tanımlanmıştır. Dolayısıyla sanığın avukatına müdafi denilmelidir. Müşteki müdafii ise ayrı bir gaftır.

2. Bazı kelimeleri sözde Türkçeleştirme kapsamında bazen şahit oluyoruz; “savunman” kelimesini kullanıyor bazı meslektaşlar. Hatta savunman kelimesini, “avukatın Türkçesi” olarak nitelendiriyorlar. Böyle bir kelime yoktur. Amaç espriyse olabilir, savun-man gibi. İllaki (TDK arkadaşımıza göre burada -ki birleşik) Türkçeleştirmek isteniyorsa bu kelime, savunucu kelimesi kullanılabilir, ancak o tabirin de ceza muhakemesinde yeri yoktur; “savunman” kelimesi ise komple yalandır, ceza yargılamasına element uydurmaktır.

3. Daha önce yazmıştım ama, şu dilekçelerde metin içerisinde soyadları (bu kelimenin de yalın hâli soyadı, şimdi soyadıları mı demek lazım, haydi bakalım) büyük yazmayalım yahu, sanıkları, müştekileri bu kadar büyütmeyelim, onlar da bizim gibi kandan candan varlıklar. Bir de kesme işareti sonrası boşluğa gerek yok ama, virgülden sonra boşluk koyalım. Bu TDK kuralı değil, Microsoft Word ve insanlık kuralı. Kâğıda kalemimizle yazarken, noktadan virgülden sonra şöyle hafif bir boşluk bırakmıyor muyuz? Burada uzun çubuklu “space” tuşumuz var ne güzel. Hatta ilk bilgisayarlarda beyaz “space” tuşları ne ses yapardı, alt kat duyardı, neyse…

Dilekçe yazarken de iki yana yaslayalım bir zahmet, ne diye ofsaytı bozuyoruz?

4. Şimdi de sözümüz kanun koyucularımıza olsun. Bu kanun koyucularımız, hukuki terim kisvesi altında “el koyma” şeklinde yazılması gereken koruma tedbirini elkoyma olarak yazmış, yine suçun manevi unsurundan “kasıt” unsurunu kast yazmış. Hâlbuki kast, Hindistan’da olan bir sınıf sistemi. Kasıt kelimesine sesli harfli ek gelince “ı” harfi düşüyor diye kast sistemine girmeye gerek var mı? Hem biz sınıfsız bir toplum istiyoruz, er ya da geç bu amaca ulaşacağız.

Yine “şüphe” kelimesi Ceza Muhakemesi Kanunu’nda yanlış kullanılıyor; “kuvvetli şüphe”, “kuvvetli ihtimal” yerine geçiyor maalesef. Şahsın bir suçu işlediği ile ilgili kuvvetli şüphe varsa, suçu işlememe ihtimali yüksek olmalı hâlbuki. Çünkü şüphe; kuşku, kararsızlık demek.

Ben şüphe ile ilgili bir makale yazmıştım, sonra onu hâkimlerin, savcıların olduğu bir platforma da koydum. Tecrübeli ve saygıdeğer bir hâkim, oradaki şüphenin ceza yargılaması ile ilgili olduğunu, kelime anlamı olarak düşünülmemesi gerektiğini söylemişti. Nasıl yani, kanunlarda geçen Türkçe kelimelerin anlamları önemsiz mi? Şüphelendim.

Seviyorum bu bölümü yalan yok, iyi mayıslar hepimize…


31 Mart 2023 Cuma

Tükürük

 

Gittiğiniz bir restoranda yemeğinize tükürüldüğünü gördünüz veya yedikten sonra dediniz ki bu yemeğe ne yapmışlar, sonra tükürdüklerini öğrendiniz. Şikâyet, küfür, kıyamet, sosyal medyada linç girişimi vs. bunları geçelim. Ne yaparsınız önce, oraya gitmeyi kesersiniz değil mi? Yani der misiniz ki yahu diğerleri de tükürmüyor mu canım, onlar da tükürüyor veya tükürür? Herhâlde demezsiniz. Deseniz bile herhâlde onlar da tükürür dediklerinize veya tüküreceklerini düşündüklerinize de gitmezsiniz, tükürdüğünü gördüklerinize de gitmezsiniz. Yani ne olursa olsun, bir süredir gittiğiniz o yere gitmezsiniz artık. En kötü, hiçbir restorana gitmezsiniz, evinizde yemek yaparsınız. En azından sağlığınızdan olmazsınız.

Seçim meselesi de biraz öyle. Yahu diğerleri de yapmayacak mı aynısını sorusu yanlış soru. Diğerlerine de verme o zaman. Gitme sandığa. Tükürüklü yemek yemeyi seviyorsan git ama aynı restorana. Şunu da diyebilirsin, tükürük de faydalıymış bak, öyle demeyin. Veya şunu da diyebilirsin, tükürük yok yahu yemekte, ben inanıyorum onlara, tükürük değil o, iftira veya şu da olabilir, başkaları tükürdü, kumpas kurdu, bizimkiler tükürmez. Bunlar da var ve bitmez bunlar, olsun. Neyse çok tükürmeyelim, konu seçim sonuçta.

Son seçim değil ama bu. Deniyor ya, bu seçim çok kritik. 2007’den beri bu seçim çok kritik zaten. Referandum oldu, cumhurbaşkanlığı seçimi oldu, belediye seçimi oldu, hepsi çok kritikti. Bu daha mı kritik olacak? Bundan sonraki seçimde kritiklik düşecek mi mesela? Onun için ayrıca çok önemsemeyin sırf 2023’ten 1923’ü çıkardığınızda sonuç 100 oluyor diye. Başka takvimler de var hem.

15 Mayıs 2023’te de, seçim sonucuna göre çok daha kötü veya çok da iyi olmayacağız, onu da bilmek lazım. Ha ne olacak, daha az fırça yiyeceğiz belki, daha az terörist olacağız, daha az saçma tutuklamalar ve yargılamalar olacak, tamam. Burada sıkıntı yok. Ama o kadar.

Verelim ama oyumuzu, mutlaka. Ben de öyle çok hayranı değilim ama; Kemal Amcada, o getirmek istedikleri yeni sistemin (yani daha önce yıkılan düzenin) cumhurbaşkanı tipi var. O olur.

Evet, “oy verin gitsinler”, ama abartmayalım. Tükürenlerden de, tükürükleri yemeye ısrar edenlerden de olmayalım tabii. Sağlık için.

26 Şubat 2023 Pazar

O Kadar

 


Depremin ardından açıklama yapıyorsun, herkes seni merak ediyor, sen de şu suratla ve çocuk azarlar gibi bir ifadeyle fırçalıyorsun yine milleti. Evladını, annesini, babasını, yakınlarını kaybedenlere “adi, şerefsiz, namussuz” diyebiliyorsun. Bir de defterin varmış, tutuyormuşsun onu. Halk da tutuyor defterini…

Yancın da tutuyormuş hesap; statlardaki “hükümet istifa” sesleri de gücüne gitmiş, seyircisiz oynanmasını istemiş maçların, bırakmış da Beşiktaşını. Bıraksın, sakın tutmasın. Halk da yazıyor onun ne olduğunu ve ne olmadığını bir tarafa…

Siz; önden “dizayn” edemediğiniz, kurgulayamadığınız, “Ahaberleyemediğiniz” her bir ortamda, her bir insan kalabalığında sizden bıkan, sizi istemeyen sesler ve nefesler göreceksiniz. Daha önce de görüyordunuz hoş; ama şimdi sizi sadece sevmeyen değil, sizden rahatsız olan, size tiksinerek bakan insanlar göreceksiniz karşınızda.

Biraz geç oldu evet; ama gidişiniz pek yakın, Kızılayınız, AFAD’ınız, ilahiyatçı, Allahü Ekberci nice kadrolarınızla, suratsız bakanlarınızla, müteahhitlerinizle, “geri dönüşümlü” yardımlarınızla, sözde tıraş edemediğiniz o sakallarınızla, o sakalların hemen üstünde badem bıyıklarınızla gidiyorsunuz, az kaldı…

Bu halk sizi, her şeye rağmen, mesela basiretsiz muhalefete rağmen gönderecek, az kaldı…

O kadar.

31 Ocak 2023 Salı

Panel Notları: Cezasızlık

 



Geçen sene Avukatlar Sendikası’nı temsilen 24-31 Ocak Adalet ve Demokrasi Haftası kapsamında 29 Ocak 2022 tarihinde sunum yapacaktım. Ancak bu sunum, sağlık sorunları nedeniyle gerçekleştirilememişti. Ben de panel notunu 30 Ocak 2022 tarihinde sizlerle paylaşmıştım.

Bu sene ise Türkiye İnsan Hakları Kurumu Vakfı (TİHAK) tarafından 24-31 Ocak etkinliğine davet edildim, 28 Ocak 2023 tarihinde cezasızlık üzerine konuşma yaptım. TİHAK yönetiminden, sevgili arkadaşım Akasya Kansu Karadağ beni bu şerefe nail etti, şükranlarımı sunuyorum. Bu arada kendisi de, Avukatlar Sendikası ile Yargıçlar Sendikası’nın düzenlediği panelde 29 Ocak 2023 tarihinde konuşma yaptı. Akasya’nın cumhuriyet-laiklik-kadın üzerine konuşmasını dinlemeyen Ankaralıların çok şey kaçırdığını düşünüyorum.

Cezasızlık üzerine konuşmadan önce de, geçen seneki gibi notlar hazırlamıştım. O nota bağlı olarak konuşmaya çalıştım. Panel için hazırladığım notlarıma, kimi düzeltmeler de yaparak aşağıda yer veriyorum. Süre kısıtlamasından dolayı hepsini söylemek mümkün olamadı tabii, ama olsun. İyi okumalar…

 

 

 

Öncelikle; 30. Adalet ve Demokrasi Haftasında, adalet ve demokrasi için canını veren ve canını vermeyi göze alan aydınlarımızı saygı ve minnetle anarak sözlerime başlamak istiyorum.

Panelin konusu cezasızlık ve konuşmamda, cezasızlık hususu yakın geçmişimizde nasıl tezahür etmiş ve buna karşılık hangi örneklerde cezasızlığın tam tersini, orantısız cezayı vermeyi görüyoruz, onlara değinmeye çalışacağım.

İlk olarak, adaletimiz açısından ülkemizin en önemli süjelerinden olan, en azından en önemlilerinden olması gereken kişiden örnek vermek istiyorum: Adalet Bakanımızdan…

Adalet Bakanı Kasım ayında bir açıklama yaptı, Fetullah Gülen’le ilgili eski sözleri konusunda, “O sözler o dönemde söylenmiş sözler. Ama keşke söylememiş olsaydık. O günün şartları içerisinde terör örgütü vasfı ortada olmadığı için söylenmiş... Sizi davet ediyorlar bir derneğe o derneğe gittiniz, o derneğin üyesi mi oluyorsunuz?” şeklinde cümleler sarf etti.

Tamam bu sözleri kabul edelim. Peki halka yansıması ne bu açıklamaların; bu tip açıklamalar/savunmalar yapan “düz” vatandaşa aynı şekilde mi değerlendirme yapmış hâkimlerimiz, savcılarımız?

“Sende Bank Asya var, o tarihte neden para yükledin, üyesin veya yardım edensin” yorumuyla şahıslar örgüte üye veya yardım eden oldular. Taşrada bir savcı bana, “hesabına o tarih aralığında 1 lira bile girse, benim gözümde terörle iltisaklıdır” dedi örneğin.

Tayyip Erdoğan'ın 2017 yılının sonlarında bir açıklaması var: “2010'dan beri hep söyledim, kimse bahane uydurmasın, bunların bankasında paralarınız varsa paralarınızı alın. Sanki bunları dememiş gibi elinde ne var ne yok yatıranlar vardı. Bunca zaman söyledik, artık bilsen ne olur, bilmesen ne olur? Hukukta bir kaide var: Aslında onların bunu da bilmesi gerekir. Bilmemek mazeret değil".

Bahsedilen, TCK m.4’te düzenlenen “kanunu bilmemek mazeret sayılmaz” kuralı sanırım. Kanun nerede peki burada? Sözü kanun mu oldu cumhurbaşkanının?

Öte yandan 2018 ila 2022 yıllarında SPK Başkanı olan kişinin, 16 yıl Bank Asya kariyeri var. Bank Asya hesabı olduğu için de tutuklu olanlar var ülkede; ama bizzat yönetimdeysen taltif ediliyorsun.

Bir örnek daha, Fetullah’ın şiir kasedi evinde bulunan kişiye FETÖ’ye üyelikten veya yardımdan dava açılıyor, bu kaset de suç unsuru olarak gösteriliyor. Kasetteki o şiirleri okuyanlara ise herhangi bir soruşturma yok.

Neyse, bu kadar örnekle yetinelim, hakkımızda terör örgütü propagandasından işlem yapılmasın.

Şimdi biraz daha geçmişe gidelim, 17-25 Aralık dosyasına…

Bu dosyada yasamasıyla, yürütmesiyle, yargısıyla devlet kurumlarının cezasızlığa ne şekilde gittiğini görüyoruz. Ancak dosyanın içeriğinden çok, o dönem yapılanlara, yürürlüğe koyulan ve yürürlükten kaldırılan yasalara ve çelişkilere değinmek istiyorum.

17-25 Aralık soruşturması başladıktan sonra, henüz 1 ay dolmadan Hâkimler ve Savcılar Kurulu kararı ile soruşturmayı başlatan savcının görev yeri değiştiriliyor, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı değiştiriliyor, soruşturma diğer savcılar tarafından yürütülüyor. Yargı ve emniyet mensupları da o dönem tabiriyle “paralel devlet mensubu” oluyor. Bir kısım bakanlar istifa ediyor. 2015’in başında bu bakanların Yüce Divana gönderilmemesi oylarla ve kahkahalarla kabul ediliyor.

Bu süreçte yapılan kanun değişiklikleri ise son derece önemli. Örneğin o dönem; soruşturma dosyalarında gizlilik kararını düzenleyen CMK m.153/2-4 kaldırılıyor 21.02.2014 tarihli, 6526 sayılı Kanunla; yani TMK m.10 ile yetkili mahkemeleri, açık ifadeyle özel yetkili mahkemeleri tamamen kaldıran düzenleme ile.

Hukukçular da, gizlilik kararlarının kaldırılması gerektiğini, yılın artık 2014 olduğunu, avukatın dosyaya erişim hakkının olduğunu söylüyor; haklı olarak tabii.

6526 sayılı Kanunla getirilen madde gerekçesinde de aynen şu ifadeler kullanılıyor: “Silahların eşitliği ilkesine göre iddia ve savunma makamlarının eşit haklardan yararlanmaları, taraflardan birine tanınan hakların, diğerine de aynen tanınması gerekmektedir. Bu durum, savunma hakkının gerçekten hakkıyla yapılmasının zorunlu bir gereğidir. Soruşturma aşamasında müdafiin dosya içeriğini incelemesinin engellenmesi savunma hakkının kısıtlanması anlamına gelmektedir. Bu nedenle, Ceza Muhakemesi Kanununun 153 üncü maddesinin üçüncü fıkrasındaki hükmün kaldırılması suretiyle, müdafiin soruşturma dosyasını incelemesi yönündeki sınırlandırma kaldırılmaktadır”.

6526 sayılı Kanunun genel gerekçesinde ise şu açıklamalar yer alıyor: “İddia ve savunma makamları arasında, iddia ve savunma faaliyetinin gereği gibi yapılmasına engel olacak ayırımlar yapılması; örneğin iddia makamının bildiği bir delili savunma makamının bilmemesi, silâhların eşitliği olarak bilinen ilkeye aykırılık teşkil etmektedir”.

Yani bilakaydüşart, “dosyada gizlilik kararı verilemez, hukuka ve hukukun temel ilkelerine uygun değildir” deniyor.

Sonra 02.12.2014 tarihli, 6572 sayılı Kanunla gizlilik kararı yeniden geliyor. 6526 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği 6 Mart 2014 tarihinden sonra altı ay dolmadan getirilen düzenlemenin gerekçesi ise şu: “Ceza muhakemesi hukukuna hâkim olan ilkelerden biri de kamuya açıklık ilkesidir. Ancak, bu ilke, kovuşturma evresine ilişkin olup, soruşturma evresinde ise gizlilik ilkesi esastır. Soruşturma evresinin gizli biçimde cereyan etmesi gerekmektedir”.

Hâlbuki daha altı ay önce ne güzel konuşuyorduk, silahlar eşitti, avukatlar da iddia makamıyla aynı haklara sahip olmalıydı, dosyaya erişim hakkı hiçbir şekilde sınırlanamazdı. Ne oldu o altı ayda? Eylül-Ekim 2014’te 17-25 Aralık soruşturmalarında takipsizlik kararları verildi, dolayısıyla silahların eşitliği ilkesiyle, hukukla, evrensel ilkelerle olan ilişkimiz bitti; onlara gerek kalmadı.

Tabii bu süreçte sulh ceza hâkimliklerinin de konuşulması, bu yargı makamının getirilmesinin son 10 yılın önemli gelişmelerinden sayılması gerekiyor.

18.06.2014 tarihli, 6545 sayılı Kanunla sulh ceza mahkemeleri kaldırılıyor, sulh ceza hâkimlikleri geliyor. Sulh ceza mahkemeleri, işlerini, asliye ceza mahkemelerine devrediyor. Sulh ceza hâkimlikleri de soruşturma aşamasında çoğunluğunu ağır ceza mahkemelerinin gördüğü işleri yapıyor. Bunlara da “yargı paketleri” deniyor.

Dönem hangi dönem? 2014’ün başları ve ortaları, yani 17-25 Aralık süreci.

Sulh ceza hâkimliklerini biraz açalım: Sulh ceza hâkimlikleri ile, eski sulh ceza mahkemelerinin soruşturmadaki görevleri yanında, takipsizliklere itirazlara da bakan, telefon dinleme kararlarını her türlü durumda alan, yani ağır ceza mahkemelerine bırakmayan, tutuklama kararını zaten kendisi veren, erişimin engellenmesi kararlarını alan (veya almayan), yakın bir döneme kadar sulh ceza hâkimliğinin tutuklulukla ilgili itirazlarına da bakan (sonra asliye ceza mahkemelerine geçti), ancak soruşturmada aylık tutukluluk incelemelerini yapan, bunun yanında, CMK m.172/2 uyarınca kesinleşmiş takipsizlik kararlarına karşı dosyayı canlandırma yetkisi kendisine verilen makam da sulh ceza hâkimlikleri, dosyada kısıtlılık kararı veren de sulh ceza hâkimlikleri. Tüm çıkışları kapatıyor yani sulh ceza hâkimlikleri. Açan da tutuklayan da engelleyen de o merci; kapatan da tutuklamayan da engellemeyen de…

Bu vesile ile “köklü” değişiklikler, iktidarın kendilerine dokunulduğu en son hadiseden sonra yapılıyor ve rejimin son duvarları da böylelikle örülmüş oluyor ve “ustalık” dönemine geçiliyor.

Özel yetkili mahkemelerin kaldırılmasına da o dönem “devrim” denilmişti. Devrim sözü artık iyice şuursuzca kullanılıyor. Öyle ki; bir futbol takımı teknik direktörü, dörtlü savunmadan üçlü savunmaya geçince devrim yapmış oluyor! Özel yetkili mahkemeler kalktı, şimdi sulh ceza hâkimlikleri var.

Onun yanında, şimdi fiili olarak özel yetkilendirilmiş savcılarımız, hâkimlerimiz yok mu? İstanbul Adliyesinde terör savcılarının -ki bazıları terör dışı dosyalara da bakıyor- yüzünü görmeniz dahi imkânsız. Mevcutlu şekilde adliyeye getirilen şüphelinin dahi ifadesini almayıp şüpheliye ve müdafiine yüzünü göstermiyor savcı, tutuklanması için doğrudan doğruya sulh ceza hâkimliğine sevk ediyor şüpheliyi. O savcıların katipleri bile sizinle görüşmüyor, güvenlik görevlileri katiple görüşebilmeniz için size, yani avukata ahize uzatıyor. Bu yargı mensuplarının adliyede yeri en üst katta, kendilerini Allah gibi gördükleri için herhâlde.

Cezasızlığın bir de Türk Ceza Kanunu’nda sayılı suçların cezalarının azaltılmasında tezahür ettiğini görüyoruz, örneğin ihaleye fesat karıştırma suçu. 2013 yılında yapılan kanun değişikliğiyle, ortada herhangi bir kamu zararı olmazsa 1 yıldan, kamu zararı varsa da 3 yıldan başlıyor ihaleye fesat. Ayrıca artık ihaleye fesat karıştırma dosyalarına çok fazla rastlamıyoruz. Öte yandan muhalefet partisinin yönettiği belediyelerde 8 yıl önce açılan ihale, bir anda soruşturmaya konu edilebiliyor.

İş kazalarında da sanık suçlu bile bulunsa, en kötü ihtimalle sanığa para cezaları veriliyor veya yatarı olmuyor, toprağın altında ise onlarca ölü var; bu da bir cezasızlık.

İnfaz Kanununda yapılan değişiklikler de cezasızlığın bir başka boyutu. İnsanlarda suçu işlerim, gir-çık yaparım veya 1-2 hafta ya da 1-2 ay yatar çıkarım düşüncesi mevcut. Koşullu salıverilmelerde, denetimli serbestlik tedbirinde özellikle en son 14.04.2020 tarihli, 7242 sayılı Kanunla yapılan değişiklikler sonrasında, covid izinleri dolayısıyla açık ceza infaz kurumuna geçme hakkı kazananlar, infazlarını tamamen dışarıda geçiriyorlar.

Şimdi de cumhuriyetimizin 100. yılı “şerefine” af söylentileri var. Seçim değil, cumhuriyetimizin 100. yılından dolayı imiş. Cumhuriyetin 100. yılına yakışan, genel af veya af mı?

Bunun yanında; cezasızlıkla sonuçlanan soruşturmaların kamuoyu baskısı ile yeniden açılması, örneğin 6 yaşında kız çocuğuna istismar. Tabii bu davayla ilgili olmasa bile, Adalet Bakanının geçtiğimiz yıllarda söylediği “küçüğün rızası” tabirini bir yere not edelim. Kapanmış, sümen altı edilmiş dosyalar da, ancak Uğur Mumcu okumuş, Uğur Mumcu bilen ve onun izinden giden gazeteciler haber yaptığı için açılabiliyor.

Hükümetimizde suçlarla mücadelenin sırf ceza miktarını artırmakla, infaz güncellemelerinde istisnaya tabi tutmakla olabileceği düşüncesi mevcut. Uyuşturucu suçları son dönemde en çok işlenen suçlardan biri. Çok ciddi iddialar da var, tonlarca uyuşturucuya göz yumulduğu yönünde mesela. Buna karşılık uyuşturucu maddeyi çok az miktar alıp kullanması için başkasına verene 10 yıl hapis cezası veriyoruz. Uyuşturucu kullanım yaşının 10’a kadar düştüğü söyleniyor.

Yine sözleri ile haklı kin ve düşmanlığa tahrik eden insanların hiçbir şekilde bundan dolayı soruşturulamaması, kovuşturulamaması ve burada düşman ceza hukuku kurallarının işlemesi… Öte yandan Gülşen’i, Sedef Kabaş’ı alakasız bir nedenle ve orantısız şekilde tutuklayabiliyoruz.

Yani bir yandan cezasızlık var; bir yandan orantısız şekilde veya düşman ceza hukuku uygulamasının tezahürü ile aşırı ceza veya açılmaması gereken soruşturmaların ve kovuşturmaların açılması var, keyfi tutukluluklar var, yani hukuksuzluk var.

Düşman ceza hukuku uygulaması olarak tutuklama yorumları, yani kanuni düzenlemenin uygulayıcılar tarafından nasıl kullanıldığı da ayrı bir sorun. Tutuklama yasağı yoksa, “demek ki tutuklanabilir” diyebiliyor hâkimler. Alınacak cezanın miktarına, ölçülülüğe bakılmıyor, “tutuklanabilir” ibaresi de “demek ki tutuklanmayabilir de” diye algılanmıyor.  Ha, duruma göre algılanıyor tabii.

Görüyoruz ki; “haddini bil” demek suç değil, ama “haddini bil” diyene “haddini bil” demek suç ve tutuklama nedeni. “Ahmak” demek suç değil, “ahmak” diyene “ahmak” demek suç. Bunlar örnek değil, realite. Muhalefet liderine yumruk serbest; cumhurbaşkanına hakaret tutuklama nedeni, dini değerleri aşağılamaya, halkı kin ve tahrike yönlendirmeye, ezandan “Çav Bella” çalmaya tutuklama. Yumruk cumhurbaşkanına atılsa veya bir bakana atılsa, TCK m.309 uyarınca darbeye teşebbüsten ceza alır sanıklar: Devletin çenesine vurmak suretiyle başka bir düzen getirmeye teşebbüs suçu.

Bakıyoruz, muhalefet liderine yumruk atan 2 yıl 1 ay ceza almış, “ahmak” diyene “ahmak” demek -ki o sözün kime söylendiği de belli değil- 2 yıl 7 ay 15 gün.

Suçun failine ve mağduruna göre ceza veya tutukluluk uygulanıyor veya uygulanmıyorsa zaten, orada kasti, yani bilerek ve istenerek yapılmış bir tercih vardır ve o tercih hukuk devletinden çıkmaktır.

Tutuklama konusuna girmişken, tutuklu/hükümlü çelişkisi de ayrıca dikkate alınmalı. Hükümlü, yani suçu sabit görülen kişi, açık ceza infaz kurumuna kolayca ayrılıyor ve pandemi dolayısıyla dışarıda; suçu sabit olmayan kişi, yatacağı cezayı belki de çoktan yatmış kişi, kapalı ceza infaz kurumunda kalıyor, izni yok. Tutuklu değil de hükümlü olsun diye, kararı istinafa temyize götürmeyenler var. Neden? Çünkü istinaf veya temyiz reddederse ileride, belki o zaman açık izinleri olmaz. Geçici madde var çünkü, adı üzerinde, geçici. Ama istinaf veya temyiz etmezse açığa geçecek, açıktakiler de pandemi izninde. Karar varsın kesinleşsin, zaten istinaf, temyiz ne kadar inceleme yapacak ki? Böyle bir düşünce ile insanlar hak arama hürriyetlerini, etkin kanun yollarını kullanmıyorlar. Ne kadar acı bir durum.

Ülkede HSK seçimi oluyor, daire başkanları seçilecek, kimin adamı seçildi, ülkücü kanat mı dinci kanat mı, Hak-Yol mu, hangi “yola” mensup, onlara bakılıyor. Hangi bakan hangi tarikata yakın, kim kimin elini öptü, yargıya kim hâkim, onlarla ilgileniyoruz. 2010 referandumunda da iki grup birlikteyken “Darbelerle mücadele ediyoruz, evet deyin.” dendi, halk evet dedi. İki gruptan biri altı yıl sonra darbe yaptı.

Uğur Mumcu’nun 1975 yılında söylediği gibi; “Bir toplum böyle çöker işte. Devletin yerini kaba kuvvet alır, susulur! Yasanın yerini din alır, korkulur! Yolsuzluklar, cinayetler birbirini izler, eller kollar bağlanıp götürülür. Vuran vurur, öldüren öldürür ve bütün bunlardan sonra, bir çete gelir ve devleti teslim alır”.  Maalesef Uğur Mumcu bu sözünden 18 yıl sonra katledildi.

Ama ülkemizde aydınlanma kökleri, hiç umulmadık kadar, küçümsenmeyecek kadar sağlam. O kökler; bizi onlarca yıl yönetenlerden de sağlam, bakanlardan da, sözde kendilerini bağımsız ilan eden, gücü özgürlüklerinde olan gazetelerden de sağlam, altılı masadan da sağlam.

Sözlerimi Atatürk’ün çok sevdiğim bir sözüyle noktalamak istiyorum: “Vatan mutlaka selamet bulacak, millet mutlaka mutlu olacaktır. Çünkü kendi selametini, kendi saadetini memleketin ve milletin saadet ve selameti için feda edebilen vatan evlatları çoktur”.

Bize düşen, aydınlanmadan, hukuktan ayrılmamak ve aydınlık yolda ilerlemektir. Teşekkür ederim…