4 Temmuz 2019 Perşembe

Belöz



Öncelikle, bir önceki internet sitem olan “tekinaks.wordpress.com” adresinde 2015 yazında yazdığım “Final” yazısını aynen paylaşarak başlayayım bu yazıya:
“20 Nisan 2000. Bugünden 15 yıl önce, hatta ondan da önce. UEFA Kupasının yarı finalinde Galatasaray, İngiltere’de Leeds United maçının rövanşını oynuyor. İlk maçı 2-0 kazanmış, İngiltere’de 1 tane atsa Leeds’in 4 tane atması gerekecek, öyle bir skor avantajı var Galatasaray’ın. Maça da gayet iyi başlamış, Arif net bir pozisyonu kaçırmış, akabinde Hakan Şükür’ün düşürülmesi ile kazanılan penaltıyı Hagi gole çevirerek daha 5. dakikada Galatasaray’ı 1-0 öne geçirmiş. Artık Leeds’e 4 gol lazım. Sonra Leeds 16’da skoru eşitlemiş.
42. dakikada, daha sonra Galatasaray forması giyecek Kewell’ın kırmızısı, aynı dakikada Hakan Şükür’ün 'çerçeveyi gördüğü’ en meşhur golden sonra artık Leeds’e mucizeler lazım. Leeds 10 kişi ve yeniden 4 gol atmaları gerekiyor. Artık bu saatten sonra, ayakları yere basan, kontrollü oynayan, sakatlanmamaya ve kart görmemeye çalışan oyuncular ordusu beklenirken; Galatasaray’ın ‘geleceği’, henüz 20 yaşındaki futbolcu rakibe gereksiz bir müdahale ile doğrudan kırmızı kart görüyor ve takımını 10 kişi bırakıyor. Skor gayet leheyken 10’a 10 oynamanın herhangi bir sıkıntıya sebebiyet vermeyeceği kesin. Ancak o, 20 yaşında UEFA finalinde oynama şansını kaybetmiş, torunlarına anlatacak çok önemli bir anıdan vazgeçmiş.
Futbolcu, bu olaydan iki yıl sonra, Dünya Kupası’na katılan Türkiye’nin kadrosunda yer buluyor. Haksızlığa uğrayarak kaybettiğimiz (Eduardo Galeano da bunu söylüyor) Brezilya maçından sonra 9 Haziran 2002’de Kosta Rika önündeyiz. Anılan futbolcu, takımımızı 1-0 öne geçiriyor. 86’da yediğimiz gol sonrası maç iyice sıkıntı giriyor. Takımda stres hakim. Maçın son anlarında top Kosta Rika yedek kulübesine ulaşıyor ve Kosta Rika antrenörü tam topu sahaya gönderirken, bizimki koşup antrenörü itiyor. Antrenör kulübeye tutunduğu için düşmekten son anda kurtuluyor. Antrenör neye uğradığını şaşırıyor tabii. Amaç topun erken şekilde oyuna sokulması iken, büyüyen olaylar ve iki tarafın yedek kulübesi ve oyuncularının itişmeleri sonucu oyun geç başlıyor. Maç da birkaç dakika içinde 1-1 sona eriyor. Burada futbolcu henüz 22 yaşında.
Sunay Akın veya Yılmaz Özdil gibi giriş yaptığımın farkındayım. Aslında onların hikayelerinde, anlatılan kişinin kim olduğunu ancak en sonunda anlayabiliyorsunuz. Burada az çok anlaşılmıştır aktörümüz. Evet o futbolcu Emre Belözoğlu.
Yukarıdaki iki örnekten sonra rahatlıkla söyleyebilirim ki; örneğin, Ben Emre’nin 20 yaşında torunu olsam, ‘Dede öğütler filan veriyorsun da, bizim yaşımızdayken mal gibi kırmızı görüp UEFA finalinde oynamamışsın’ veya ‘sevgi, saygı diyorsun da, daha 22 yaşında elin gariban antrenörünü ne itiyorsun sen, öğüdüne sokayım’ derim.
2000’li yıllarda Türkiye’nin yeni yıldızı gözüyle bakılan, tekniği güzel arkadaşımız üst düzey takımlarda da oynamadı değil. Ancak bu takımlarda ne kadar iz bırakabildi veya hangi eylemleriyle iz bırakabildi, bu soruların cevabı Emre’yi üzecek mahiyette.
Sol ayağını raket gibi kullandığı (o tabir de bir başka anormalliktir) söylenen bu futbolcu arkadaşımızın kariyeri sakatlık, cezalılık gibi nedenlerle öyle istikrarla açıklanacak gibi değil. İstikrar varsa da; sakatlanma istikrarı, kart istikrarı, küfür istikrarı, gerginlik istikrarı mevcut. İstikrarı da bir kenara bıraktım, oyunda olduğu her an, her saniye takımını yakabilecek, yalnız bırakabilecek bir şahıs olduğu ve huzurlu, eğlenceli futbolu katlettiği net. Her gittiği deplasmanda yuhalanan, kendi takım taraftarlarının da çoğunun nefret ettiği bir isim Emre.
‘Ama normalde çok iyi, çok efendi, çok düzgün, bal dök yala Emre’yi’ cümlelerini geçelim. Emre’nin yaptıklarının ‘hırslı oynama’ ile açıklanabilir tarafı yok.
Biliriz ki, bir futbolcunun oyun karakteri ile kendi karakteri paralellik gösterir. Oyun karakterini, iyi oynama, kötü oynama olarak değil; oyun içinde yaptığı tercihler ve rakibe, kendi takım arkadaşına davranışları olarak kabul edelim. Emre’nin kariyerine baktığımızda, bu açıdan sınıfta kaldığını açıkça görüyoruz.
Bir futbolcu, ‘futboldan kovulmak’ için başka ne yapabilir, onu bilemiyorum. Rakip futbolcuya boğaz kesme işareti, tribündeki meçhul gazeteciye el hareketi, kendi taraftarına küfür, rakip taraftara dayak, rakip futbolcuya ırkçı söylem, kendi takım arkadaşlarıyla kavga… Hakeme el kol, rakiplerle itişmeleri saymıyorum. Kariyerinde 9 kırmızı kart varsa, 99 da gösterilmeyen kırmızı kart var abimizin.
Yurt dışında ciddi takımlarda da oynamış Emre, özellikle bu son dönemlerinde neden böyleydi peki? 1. Böyle görmüştü, 2. Ne yaparsa yapsın hiçbir şey olmayacağını, kovulmayacağını, atılmayacağını gayet iyi biliyordu. Sonuçta onu kaptan yapan ve ona hala kaptanlık görevi veren var, niye böyle olmasın ki? Onun için kendisini sorumlu hissettiği tek kişi varsa, o da başkanı. Başkan da, Emre de bu hallerinden memnundu mutlaka. ‘Oyunu kuralına göre oynayan futbolcu ve başkan’ onlar.
Ancak sevinerek görüyorum ki, bizim 7 yıldır Emre ile ilgili söylediğimiz anlaşılamamakla veya önemsenmemekle birlikte; elin Portekizlisi, yeni teknik direktör abimiz 7 günde, Emre’nin maç kasetlerini izleyerek anlamış ve göndermiş Emre’yi. Başkan da ‘karışmayalım artık’ demiş herhalde hocalara. Eminim hocanın bu hareketi, başkanın defterine ‘eksi’ olarak yazılmıştır ve gün gelince başkan hesap soracaktır. Başkanla eski kaptan; Fenerbahçe’nin sarı-lacivertine değil, aynı b.kun lacivertine mensup zira.
Yalnız Emre’nin ve Emrelerin sadece Fenerbahçe’den değil, futbolumuzdan gitmesi gerek. ‘Yetmez ama evet’ yani.
Başka insanların yerine konuşmak istemem ama; futbolseverler olarak, ‘adam gibi’ futbol ve huzur isteyen insanlar olarak, seni futbolumuzda istemiyoruz Emre. Futbolumuza huzur ver, 2000’deki gibi finallerde yine oynama; finalini yap”.
Yazıyı aynen alıntıladığım için bazı kelimeleri değiştirmedim; ama dört sene önce biraz daha agresifmişim, onu gördüm. Yıllar biraz daha sakinleştirmiş demek ki.
“Final” yazısından sonra dört senelik zaman zarfında, Emre hakkında görüşüm değişmedi. Emre de Emreliğine devam etti.
Tabii “Final” yazısından sonra 15 Temmuz yaşandı, Emre hakkında FETÖ soruşturması açıldı, söylenene göre devam da ediyor. Tabii Emre’ye itirazımın nedeni sırf FETÖ olamaz, yani burada Oda TV gibi “FETÖ Şüphelisi Resmen İmzaladı” türünden açıklama yapacak değilim. Çünkü Tayyip Erdoğan ve Cem Küçük dışında hepimiz elhamdülillah FETÖ’cüymüşüz, orada sıkıntı yok. Ama tabii şunu eklemek lazım, FETÖ’den kaynaklı olarak Bekir İrtegün’ün futbol hayatı bitmişken, Emre neden hayatını güzel güzel idame ettiriyor, bir de eski takımı Fenerbahçe’ye kaptan olabiliyor, ileride de bu takımda uzun yıllar görev alması planlanabiliyor, bu soru not düşülebilir. Bekir maklubelerin pilavından bolca tadarken, Emre maklubeyi köşesinden köşesinden mi yedi yoksa?
Konumuz bu değil; konu, göreve gelir gelmez kendisine yöneltilen Ersun Yanal sorusuna “siz benim vizyonumu anlayamamışsınız” cevabını veren, henüz ilk senesinin ortasında bu lafını afiyetle yiyip Ersun Yanal’la anlaşan, başkan seçilişi de esasında, bir başkasının gidişine sebebiyet vermesi yönüyle pek de iyi olan Ali Koç’un, vizyonunu 1980 doğumlu Emre’yi takıma getirerek ispatlamış olması. Biz de ona göre beklentiye gireceğiz haliyle.
Tabii bu transferle ilgili şu söyleniyor: Emre’nin takımın dinamosu ve tecrübesi olarak seneye damga vurması değil, takıma “ağabeylik” yapması planlanıyormuş, yoksa futbolculuğu değilmiş mesele.
Demek ki Fenerbahçe o kadar kötü durumda ki, toparlanması için takımı ve ligi bilen, zamanında da takımda çalışmış Türk hoca (Yanal), yine zamanında takımda başarılı olmuş ve herkesin takdirini kazanmış idari menajer (Ballı), zaten ağabeylik dışında hiçbir vasfı kalmamış yılların eskitemediği kaleci (Demirel), Fener Ol’lar vs. derken, yine bir ağabeye daha ihtiyaç duydu takım. Halbuki Ali Koçlar, Volkanlar, Acunlar, Cem Yılmazlar yerine, “Cihatlar, Lefterler, Canlar, Fikretler” vizyonu yeter takım için. Hem bu takım afacanlar ordusu mu ki bu kadar ağabey lazım oluyor bir takıma, onu da anlamak mümkün değil.
Neyse, verilen krediler çok hızlı tükendi. Takım özüne döneceğine, “Belözüne” döndü.
Sonumuz hayrolsun.
Not: Belöz ne lan bu arada, bilen var mı?