23 Aralık 2016 Cuma

Sirkü Evrakları

Dilimizi iyi kullanmıyoruz, bunların örnekleri saymakla bitmez. Aşağıda yer verdiklerim, çok da değinilmeyen hatalardan. Afiyet olsun…

1. “Entel” ile “entelektüel” kelimeleri farklıdır. Entelektüel, aydın demektir. Entel ise; entelektüel olmaya özenen, ancak bunun için gerekli olan niteliği kazanmamış kişilere denir. Entelin ikinci anlamı, sahte aydındır. Biri için entel demek iltifat değil, ancak hakaret olabilir. Bu arada, fark ettiğiniz üzere “entellektüel” yanlış, “entelektüel” doğrudur.

2. “Umarsız”, umursamaz demek değildir. Umar çare, umarsız da çaresiz demektir. Cümle içinde kullanalım: “Ağdaki balık, bardaktaki su kadar umarsızım” (Ahmet Erhan).

3. Sirküler; genelge, duyurum demektir. İmza sirküleri bir tane ise “imza sirküsü” olmaz, “sirkü” diye bir kelime yoktur. “İmza sirküleri” tekildir, çoğul kullanım ise “imza sirkülerleri” olur.

4. “Taktir etmek”, damıtmak demektir. Bir şeyi beğenme, bir şeyin değerini anlama, bir şeye değer biçme anlamlarına gelen kelime ise takdirdir. “Senin bu hareketini damıtıyorum” doğru ve hoş olmaz.

5. Alçak gönüllü, gösterişsiz anlamına gelen kelime mütevazi değil, mütevazıdır. Mütevazi, paralel demektir (paralel de artık FETÖ olmuştur).

6. Eşya; “türlü amaçlarla kullanılan, insan yapısı, taşınabilir cansız nesneler” anlamına gelmektedir, zaten çoğuldur. “Eşyalar” yanlış kullanımdır (“Eşyalar toplanmış seninle birlikte” hem o kadının gidişi, hem de imla açısından talihsizliktir; ama Tanju Okan candır).

7. Evrak; “resmi kurumlarda işlem gören belgeler”, “kağıt yaprakları, kitap sayfaları” ve “yazılmış kitaplar, mektuplar veya yazılar” gibi anlamlara gelmektedir, zaten çoğuldur. “Evraklar” yanlış kullanımdır.

Türk Dil Kurumu sonradan bu kelimelerde veya anlamlarında değişiklik yapmazsa, durum budur. Saygılar…

17 Aralık 2016 Cumartesi

Başka Ülkede Yaşa(ma)mak Üzerine Bir Yazı

Son dönemlerde bir yazı, “Cem Boyner’in şirketlerine yolladığı yazı” üst bilgisi ile paylaşılıyor. Cem Boyner bu yazıyı paylaşıyor mu, paylaşmıyor mu bilinmez ama, bu yazının esas sahibinin “Anlatan Adam” (AA) rumuzlu bir şahıs olduğu ve yazının “hurriyet.com.tr” adlı “galeri” habercilik sitesinde 16.11.2016 tarihinde yayınlandığı anlaşılıyor. Yazıyı şuradan okuyabilirsiniz.

Dilerseniz yazıyı bir okuyun, sindirin, üstüne bir çay/kahve için. Ne diyorsunuz? Anlatan Adam iyi anlatmış mı bizleri, yurdumuzda kalmaya karar verdik mi? Neyse, AA’yı cevaplayarak biraz da biz anlatalım yurdumuzun şu anki durumunu.

1. Öncelikle AA, Amerika’yı unutmamızı istemiş. Gerekçesi, iş bulamayacak olmamız. Beyazların çimlerini biçersin ancak diyor AA. Hispanikler çok, geçinebilmek için İspanyolca da lazım diyor. Türk arkadaş arayacaksın, başka çaren yok oralarda diyor.

Türkiye’de özgürce, eğilip bükülmeden çalışabilmen ne kadar mümkün peki? Öğretmen olsan atanman, hakim/savcı olsan açığa alınmaman (artık tutuklanmaman), gazeteci olsan tutuklanmaman, işçi olsan “fıtratla” ölmemen/sakat kalmaman, şirkette çalışsan kovulmaman zor. İnsanların yurt dışına gitmek istemeleri bunlarla ilgili olabilir mi?

2. Almanya çok planlı programlı, kaytaramazsın diyor, akşam dokuzda sokakta adam bulamazsın diyor, senin dışarı çıkman lazım, gezmen lazım diyor AA. Kapını hiçbir Alman komşun çalmayacak, anca fazlaca gürültü yaparsan “Polizei” gelecek kapına diyor AA.

Ankara’da okuyorsun, sınavların bitmiş, hafta sonu tatili için İstanbul’a gideyim diyorsun, o hafta sonu Beşiktaş’ta alıveriyorlar canını AA. Bazen İstanbul’da havaalanından çıkamadan öldürüyorlar AA. Bırak dokuzda sokakta adam bulamayalım (ki o da ayrı abartı), yurdumuzda kalıp ölmeyelim AA. Hadi hayatta kalmayı başardık, geceleri hamile hamile spor yaparken dövülmeyelim AA, otobüste mini etekle tekme yemeyelim AA.

Ayrıca, Türkiye’de Türk komşular kapı çalıyor mu artık onu bilemem de, Türk Polizei’nin gelmesi için gürültü değil, tivit atman yeterli AA.

3. Uzak yerlere gitme, birine bir şey olsa dönüp gelemezsin diyor AA.

Uçak korkumuz yoksa bir şekilde döneriz AA. Tabii Atatürk’te, Sabiha Gökçen’de ve diğer havaalanında bizleri patlatmazlarsa tabii.

4. Soğuk yerlere alışamazsın, bizim bünyeler güneş ister diyor, hatta Kanada’da on bir yıl yaşayan arkadaşım, on bir yılını “çok soğuk oğlum” diye “özetlediydi” diyor AA.

İstikrarlı soğuklar üşütmez, üşütmek İstanbul gibi bir günü bir gününü tutmayan, nemiyle, rüzgarıyla hasta eden coğrafyalarda daha kolay gerçekleşir AA. Havamız çok sıcak olsa bile, işyerlerindeki klimalar hasta etmeyi başarır, merak etme soğuklara da alışılır.

“Özetlediydi” kelimesine ise cevabım yok, yoğun itirazım var.

5. Avrupa’da ırkçılık almış başını gidiyor, birinci sınıf vatandaş olamayacağın bir ülkede nasıl huzur bulacaksın diyor AA.

AA’nın bu cümleyi, Uygur Türklerine yapılan zulümlere cevap olarak Çinli dövmeyi kafasına koyan ve Çin lokantasında çalışan Uygur Türklerini döven insanımıza yazması pek hoş olmadı. Ramazanda içki içen turistleri döven insanlarımıza anlatması pek garip oldu. “Yavuz Sultan Selim az bile yapmış” diyen gazetecilerimizin olduğu ülkemize anlatması pek manidar oldu.

Ayrıca, sen kendini bu ülkede birinci sınıf vatandaş gibi hissediyor musun AA? Hissediyorsan helal olsun; biz, birinci sınıfını geçtim, vatandaş, hatta insan olarak dahi hissedemiyoruz da.

6. İngiltere’ye gitmeyin çok pahalı diyor, hem sürekli yağmur yağıyor diyor AA.

E zaten insanlar yurt dışına gidemiyorsa biraz da paradan, maddi imkansızlıktan değil mi AA kardeş?

Ayrıca, kumsalda aldığı plaj şemsiyesini birkaç saat sonra yağmurdan korunmak için kullanmak zorunda kaldığı Karadeniz coğrafyasında büyüyen insanlarımız, Londra’nın yağmuruna da alışır gibi geliyor bana. Şemsiye alırsın, bere, kapüşonlu mont alır halledersin. Yağmur gibi adaletsizlik, yolsuzluk, riyakarlık akmasın yeter ki ülkemize, şehrimize.

7. “Aslında demek istediğim şu” ibaresi ile özet geçiyor; gitmeyin güzel insanlar, biz kardeşiz, gittiniz mi birbirimizi özleriz diyor AA.

Kardeşlik, birlik beraberlik iyi de; sence kaldı mı bu bizim ülkemizde AA? Ölülerimizi “senin şehidin”, “benim şehidim” diye ayrıştırdığımız, katliamlar sonrası yorumumuzu, katliamı yapan terör örgütüne göre yaptığımız, yakınlarımızın cenazelerinde “yazıklar olsun, boyunuz devrilsin, kınamanız batsın” bile diyemediğimiz, yakınımız göçük altında kaldığında sesimizi çıkaramayıp üstüne tekme yediğimiz, üç tarafı denizler, dört tarafı cezaevleri ile çevrili ülkemizde, hangi güzellikten, hangi kardeşlikten söz ediyorsun AA’cığım?

Vergilerimizin ve emeklerimizin karşılığı olarak bize insan gibi hayat sunmaktan başka yükümlülüğü olmayan devletimizin beceriksizliği sonucu, kardeş kardeş gezerken canlı bombalara mı teslim edelim kardeş bedenlerimizi?

“Aslında demek istediğim şu” AA; maddiyat endişeleri tamam. Ama iş olsa, imkan olsa bir dakika bile durmayacak insanlar olduk artık çoğumuz. Varsın yanımızda olmasın ince belli bardakta çayımız, huzurumuz olsun evvela, sevdiklerimize internetten bakarız, bilgisayarı kapatır, daha “insan gibi” yaşarız. Sana da AA’cığım, galeri sitesi hurriyet.com.tr’de kardeş kardeş mutluluklar dileriz.

2 Aralık 2016 Cuma

Bir Büyük Adam Erdal Tosun


“Aslanın ormanlar kralı olmasında hiç şüphesiz bir keramet vardır. Söyler misiniz bana, aslan niçin kraldır? En kuvvetli olduğu için mi? Hayır. Ormanda ondan kuvvetli bir sürü hayvan vardır. Misal, fil aslandan kuvvetlidir. Ama kuvvetini gereksizce ve tonlarca su içme işinde kullanır. Kral olmak için kuvvet yetmez, o kuvveti kullanmayı bilmek gerekir. Eyvah Necdet bugün bu alemde kral olduysa, kuvvetini su içerek çarçur etmediği içindir (bu sırada Tombalak ve Laz Bakkal kendi aralarında konuşmaktadır). Kral konuşurken onun tebaasına, onun konuştuklarından ders çıkarmak düşer, kendi aralarında konuşmak değil. Midyat, Seyfo, derhal bu esnafın bize olan borcunu tahsil edin. Bundan böyle mahalledeki herkes Eyvah Necdet’e aidat ödeyecek, ayrıca arabası olanlar belli bir miktar park ücreti verecekler”.

“- Oku Vedat oku, bize çok faydası oluyor. Orada şey de yazıyor mu, ucuz ekmek nerede satılıyor, işsiz kalan bir Vedat’ın ne yapması lazım?
- Elbette yazıyor, bak: ‘Emekçiler ekmeklerini emeklerinin karşılığı olarak ve önlenemez tarihi bir sürecin sonucu olarak mutlaka kazanacaklardır. Şüphesiz bu zorlu bir dönemdir ve kısa vadeli ve göreceli yenilgilerden geçer’.
- Ee ne demek istiyor yani?
- Ne demek istediğini sana verdiğim kitapları okusaydın anlardın Sulhi. Ama sen onları yazboz olarak kullanıyorsun. Bak; Sulhi 151, Ramazan 103.
- Aaa evet ne oyundu ama. Görecektin Ramazan’ın kafasına kafasına vurdum piştide ha.
- Acıyorum sana Sulhi.
- Bana mı acıyorsun? İşten kovulan sensin unuttun mu?
- Olabilir Sulhi. Bu, bu kitapta sözü edilen kısa vadeli yenilgilerden biridir, başka bir şey değil.
- Neyse bırak şimdi bunları Vedat. Telefon ettin mi?
- Hayır etmedim.
- Niye?
- Bu hareketi, hareketimiz açısından doğru bulmadım.
- Yahu karını arayacaksın, ne hareketi be adam.
- Telefon numarasını bilmiyorum Sulhi.
- Kayınpederinin telefon numarasını bilmiyor musun?
- Ben gericilerin telefon numaralarını ezberleyemiyorum.
- Gerici mi? Kim gerici?
- Senin kayınpeder, benimse Ajan Muharrem dediğim kişi.
- Haa bir de ajan mı oldu adam?
- Canım objektif olarak değilse de sübjektif olarak ajan.
- Ne?
- Geçen gün televizyonda bir eylem seyrediyorduk. Dayak yiyen emekçileri görünce ne dese beğenirsin?
- Ne dedi?
- ‘Değiştirin şu kanalı, bu anarşistleri seyretmeye mecbur muyuz’ dedi. Çat! Kapıyı vurdum, çıktım o saat. Ama benim pasifist karım orda kaldı. Hala da orda. Ulan insan evin anahtarını verir be!
- Sen o yüzden mi bize geldin?
- Kusura bakma Sulhi, sana da yük oluyoruz ama…
- Yok be Vedat, yük mük olduğun yok da, sen gene de bir arasan diyorum karını.
- Bak Sulhi, bu oportünistçe bir tavır olur. Ben hakkımı alana kadar sizin evde oturma eylemi yapacağım.
- Haydaa.
- Seni defalarca uyardım Sulhi, bana ‘haydaa’ deme diye. Düşünsene, Engels bir kerecik olsun Marx’a bir tartışma sırasında ‘haydaa’ deseydi halimiz nice olurdu?
- Kim kime ne deseydi?
- Sulhi…”

Aynı dizide hem filozof mafya babasını, hem de sosyalist bir işçiyi oynayan bir adamdı Erdal Tosun. Oynadığı her filmin, dizinin hakkını vermiştir, aksini de hiç kimse iddia etmemiştir.

Günümüzde 4 DVD’li set halinde satılan “The Godfather/Baba” filminde Marlon Brando’nun dublajını yapan, o dublajın hakkını en iyi veren de odur.

“Rina” filminin sonunda attığı tirat unutulmazları arasındadır. Hani şu, “ne olmuş büyük adam olamadıysak” ile biten. Erdal Tosun, hem fizik olarak, hem kimya olarak Türkiye’nin büyük adamlarındandır.

Tombalak ve Laz Bakkal’la helalleşme zamanı biraz erken oldu be Eyvah Necdet. Gerçi Tombalak ve Laz Bakkal da erken gitmişti.

Işıklar içinde uyuyun…

26 Kasım 2016 Cumartesi

Senarist ve Haberciler İçin Hukuka Giriş


Kural 1: Polis, bir insanın karşısına dikilip de “seni bilmem kimi öldürmekten tutukluyorum” diyemez. Çünkü ancak hakim tutuklar; polis tutuklamaz, yakalar. “Olur böyle vakalar, Türk polisi yakalar” gibi… Bu arada “vaka” ile “vakıa” ayrı şeylerdir. İki kelime de vardır; ama vaka “olay”, vakıa “olgu” demektir (Senaristlerin bunu bilmesi şart değil).

Kural 2: Şikayeti geri çekmek her davayı düşürmez. Şikayete tabi olmayan birçok suç vardır. Örneğin bıçakla yaralama davasında “çocuk şikayetini geri çeksin de kapansın konu” gibi bir anlayış olmaz. Çocuk şikayetinden vazgeçse de kamu davası devam eder.

Kural 3: Ceza mahkemeleri suçla ilgilenir; alacak-verecek, tazminat, nüfus kaydı vs. işler konusu dışındadır. Bir tiyatro oyununda denk gelmiştim, şahsın nüfus cüzdanındaki din hanesi ile ilgili mesele asliye ceza mahkemesinin önündeydi (Yapmayın, Google dayıya sorsanız, o bile asliye ceza mahkemelerinin bu konu ile ilgilenmeyeceğini söyler).

Kural 4: Birlikte işlenen suçlarda ceza, suçu birlikte işleyen kişi sayısına bölünmez. Yani bir suçtan altı yıl hapis cezası verecek mahkeme, suçu üç kişi birlikte işlediği için şahıslara ikişer yıl vermez, altışar yıl verir (İyiymiş; adam suç işlesin, sonra kurbana ortak arar gibi suça ortak arasın).

Kural 5: Ceza mahkemelerinde hakim cübbelerinin yakası, iç kısmı ve kol ağızları kırmızı; hukuk mahkemelerinde yeşildir.

Kural 6: Ağır ceza mahkemelerinde tek hakim yoktur, üç hakim vardır; ortadaki başkandır. Üçlünün (kendilerine göre) sağındaki cübbeli amca savcıdır.

Kural 7: Ceza dosyalarında davacı, davalı değil; müşteki (şikayetçi), müdahil (katılan), şüpheli, sanık olur. İddianame kabul edilip kamu davası açılmışsa davacı “Kamu Hukuku” olarak geçer; müşteki için “davacı” kelimesi kullanılmaz.

Dizi izlemediğim için (bu sene tek istisna “Celal Baba”, yani Tekindor; ama maalesef Kural 1’i ihlal eden de o dizi) sadece bu önerilerle yetiniyorum. Yukarıdaki kuralların çoğu Türk sinema veya tiyatrolarından alınmıştır. Dizilere baksak burası dolar herhalde.

Yazı aslında senaristler içindi, ancak bu yazıyı yazarken bir haber gözüme çarptı, ona değinmeden edemezdim. Haber aynen şu: “…’ya ‘hakaret’ suçundan 250 bin TL’lik manevi tazminat davası açan …’nın şikayetine mahkeme takipsizlik kararı verdi”.

Bu haber nasıl düzeltilebilir, haberin doğrusu nasıl anlatılabilir? Şahsın bir suçla ilgili dava açamayacağı, ancak kişiyi şikayet edebileceği mi anlatılsın, suç ile manevi tazminatın ayrı konular olduğu mu anlatılsın, tazminat davasında takipsizlik kararı olmayacağı mı anlatılsın, takipsizliği mahkemenin değil ancak savcılığın vereceği mi anlatılsın?

Neyse, her şey anlatılır, her şey açıklanır. Daha çok lafımız var ne de olsa…

19 Kasım 2016 Cumartesi

Livaneli 50. Yıl - Bir Kuşaktan Bir Kuşağa


Zülfü Livaneli’nin 50. sanat yılında “Bir Kuşaktan Bir Kuşağa” albümü çıktı. Livaneli eserlerini icra edenler; sırasıyla Sezen Aksu, Candan Erçetin, Sıla, Selda Bağcan, Yaşar, Kardeş Türküler, Funda Arar, Yeni Türkü, Linet, Aynur, Mert Fırat, Melihat Gürses, Bekir Ünlüataer, Tuna Velibaşoğlu, Özgün, Çocuk Kalbim Seni Söyler Korosu, Henning Schemiedt & Ulrich Maiss, Fazıl Say & Serenad Bağcan, Kubat, Zuhal Olcay, Suavi, Aynur Aydın, Teoman, Yonca Lodi, Gece Yolcuları, Nükhet Duru, Feridun Düzağaç, Ahuzar, Mehmet Erdem, Şevval Sam, Halil Sezai, Jehan Barbur, Fırat Tanış, Rojin, Kenan Doğulu, Erkan Oğur & İsmail Hakkı Demircioğlu, Göksel, Haluk Levent, Cengiz Özkan, Onur Akın, Harun Tekin, Sevcan Orhan, Hüsnü Arkan, Bulutsuzluk Özlemi, Ceylan Ertem, Selçuk Balcı, Ata Demirer, Seyfi Yerlikaya, Özlem Taner ve Ciwan Haco.

Albüm çıktıktan kısa bir süre sonra Youtube ortamına da aktarıldı. Tabii açık ara en çok tıklanan Sıla’nın “Belalım” şarkısı. Şüphesiz Belalım, Zülfü Livaneli’nin en iyi şarkısı değil, Belalım da Sıla ile yeniden hayat bulmuş bir şarkı değil. Ama Sıla popüler; en çok o dinlenmiş, tıklanma sayısı yakında milyonu bulur, sözümüz yok.

Bu tip albümlerin olmazsa olmazı Şebnem Ferah’ın şarkı söylememesi enteresan, kesin orada bir bit yeniği var. Çoğu zaman eser sahibinden de iyi söylediği “cover” şarkılardan, sözgelimi “Ünzile”, “Değirmenler”, “Masum Değiliz”, “Erkekler Ağlamaz” şarkılarından sonra Şebnem Ablamıza mesela bir “Memik Oğlan” yakışırdı. Kubat’a şarkı mı yok?

Mert Fırat’a ne gerek vardı albümde, o da ayrı soru. Tamam iyi adamdır, severiz, “Güneş Topla Benim İçin” şarkısını da fena söylememiş, ancak neden söylemiş, onu pek anlayamadım.

Şarkılarının çoğu güzel söylenmiş albümde favorim Selda Bağcan’dan  “Çırak Aranıyor”. Erkan Oğur ve İsmail Hakkı Demircioğlu’nun söylediği  “Eski Tüfek” de, sanki Zülfü Livaneli’nin değilmiş de, Zülfü Livaneli zamanında Oğur ve Demircioğlu’nun albümünde onlar için söylemiş gibi. Efsane ikiliye ve albüme o kadar yakışmış.

İyi dinlemeler…

6 Kasım 2016 Pazar

Sorarlar


“Milli irade” sözünü dillerinden düşürmezler, aleyhlerine cereyan eden her bir süreci milli iradeye sıkılan bir kurşun olarak nitelendirirler. 17-25 Aralık’ta da savunmaları “bize darbe yapılmaya çalışıyor” olur, “biz milletiz” olur, kumpastır, şantajdır, montajdır, “haydi sandığa gidelim”dir bildikleri. Ancak milyonlarca seçmeni olan bir siyasi parti yöneticilerini tutuklatmakta beis görmezler. Yine seçilmiş İstanbul Barosu Yönetiminin “düştüğünü”, boyunduruklarındaki “Hukukun Üstünlüğü Platformu” aracılığıyla haykırabilirler. Özetle, oyları fazlaysa milli iradecidirler.

Gerek burada, gerekse “aylaktakiler” bloğunda 15 Temmuz darbe girişimi ile ilgili olarak yaptığım inandırıcılık ve samimiyet çağrıları, ben ve benim gibi düşünenleri jakoben, darbeci, PKK’lı, FETÖ’cü filan yaparken; Anadolu’nun dört bir yanında açığa alınan, tutuklanan sözde FETÖ’cü hikayeleri devam ediyor.

Darbeci olma veya darbede payı olma ihtimali bulununlar, “dere geçerken at değiştirilmez” sözü ile kurtarılır; uzman, profesör, doçent doktorlar, sadece Bank Asya’da hesabı oldukları veya çocukları Fethullah’ın okulunda okudukları ya da sadece milli iradecilerle ters düştükleri için açığa alınır ve/veya tutuklanır, şehirde dertlerine derman bulamayan hastalar, sözde FETÖ’cü hekimler açığa alındığı ve/veya tutuklandığı için şehir dışlarına ve büyük şehirlere yol alırlar. Buna bağlı olarak hastanelerde, okullarda vs. kurumlarda isyanlar başlar. Bu sırada, geçmişte Fethullah’ın okulunda okuyan Bakan Berat Albayrak’ın sırıtmaları ekranlara yansır.

“Hiç merak etmeyin, olağanüstü hal normal vatandaşı etkilemeyecek” derler, ülkede normal vatandaş kalmadığı için olsa gerek, insanlar işinden, gücünden, huzurundan, özgürlüğünden olur. Öte yandan Fethullahçı olduğunu anlamak için sadece youtube’a bakmamız yeterli Reşat Peker gibiler, mecliste Fethullah ile mücadele eden kişiler olurlar. Zamanında Fethullah’ın ipliğini pazara çıkardıkları için Fethullah’ın operasyonları yüzünden özgürlüklerinden olanlar, günün sonunda FETÖ’cü oldukları iddiası ile gözaltına alınır, tutuklanır. Şimdi “FETÖ neler yapmış yahu bu ülkeye, hiç beklemiyorduk” diyenlere 20-30 yıl önce Fethullah’ın aslında ne olduğunu anlatan Hikmet Çetinkaya, sadece yaşı itibariyle “paçayı kurtarabilir”.

Tayyip Erdoğan ne derse, ona göre yorum yapıp tivit atanlar kanaat önderimiz olurken, milli mutabakat ve Yenikapı ruhunun yalan olduğunu, ileride gerçek yüzün daha da sert şekilde ortaya çıkacağını, KHK’lerle “darbe ile mücadele” kisvesi altında özgürlüklerin iyice kısıtlanacağını, hukuk devletini iyice terk edeceğimizi söyleyenler Yenikapı ruhuna aykırı hareket etmiş olur.

Diğer yandan, görüşleri şu an iktidarda olan yurttaşlarımız “idam” diye haykırırken, “profesör” unvanlı Anayasa hukukçuları, “İdam için diyelim 6 yaşındaki çocuğun ırzına geçip öldürülüyor. Şimdi buna ağırlaştırılmış müebbet de versen, vatandaş tatmin olmuyor. İstiyor ki ‘bu adam idam edilsin’. Yani bu konuda çok büyük istek var. Anayasa değiştirilerek bunlar yapılabilir.” veciz sözlerini kullanabilir.

Biliyoruz ki profesörümüzün siyasi görüşü muhalefette olsaydı, idamın kabul edilemezliğini yine bu profesör amcamız yapacaktı. İdamın kabul edilemez ve geri dönülemez olduğunu her türlü hava ve yol koşullarında anlatan, ömrü hayatında bir kez bile idam yönünde görüş bildirmeyen bizler ise, ihanete devam etmekteyiz.

İşin kötü tarafı; şimdi milli iradeci geçinenlerin büyük çoğunluğu, darbe başarılı olsaydı, aslında Fethullahçı olduğundan, çocuklarını onun okullarında okuttuğundan, en azından Tayyip Erdoğan’ın artık çok ileri gittiğinden, kandırıldığından filan söz ederek yine tivitler atmaya, ekranlara çıkmaya devam edecekti. “Rabbim ve milletim affetsin” diyenler de bu kez, yeni veya eski Fethullahçılar olacaktı. Sözgelimi Reşat Petek, “Tayyip Erdoğan’ın hataları oldu, ben uyarmıştım” diyecekti, Melih Gökçek, zaten Fethullah’a büyük sevgi ve saygı duyduğunu herkesin bildiğini ifade edecekti, Mehmet Barlas, neyse…

Neyse ki hayatımda Fethullah’a verdiğim tek destek (belki bu bir suç ikrarıdır, savcılar göreve), ÖSS döneminde Zaman gazetesinin Güvender Yayınları’ndan çıkan deneme sınavı ekini almaktan ibaretti. Onda bile, gazeteye para vermeme rağmen, gazeteyi almadım, sadece deneme sınavı ekini aldım. Gözüm geri zekalı haber ve yorumlara kaymasın ve evin içine Fethullah öğretisi girmesin diye, 17 yaşın hür ve sağlıklı iradesiyle... Aradan yıllar geçti, yine geri zekalı haber ve yorumlar eve girmesin diye Yeni Akit, Yeni Şafak, Sabah filan almıyorum.

1990’larda Fethullah’ın dershane ve okulları, o zamanlar “geleceği parlak bir çocuk” olarak düşünüldüğümden, dershane ve okullarında okumam için bana ve aileme ulaştılar, istemedim, gitmedim, istesem de gönderilmezdim.

Yaşım 19’a ulaştığında üniversitemin gönderdiği Amerika’da dil kursundayken, o kursa başka bağlantılarla katılan Türk öğrenciler, okul arkadaşlarımıza buluşma, bir araya gelme, gezme, tozma tekliflerinde bulundu, “büyük oyunu gördük”, tenezzül etmedik.

10’lu, 20’li yaşlarda bu adamın ne olduğunu gayet iyi bildik. Tıpkı 15 Temmuz’un esas itibariyle bir iktidar savaşı olduğunu, kazananın kim olursa olsun yine Tayyipçi ve Fethullahçı olmayan bizlere yöneleceğini ve dinin kullanılmaya, mafya cemaatlerin ülkede at koşturmaya ve suç işlemeye devam edeceğini, laikliğin, liyakatin, hukuk devletinin yine bir tarafa bırakılacağını iyi bildiğimiz gibi. Çünkü biliyoruz, böyle bir aymazlık ve iktidar hırsı görülmedi.

Öte yandan, PKK’yı terör örgütü olarak gören, HDP’yi inandırıcı bulmayan, onlara oy vermeyi aklının ucundan bile geçirmeyen, “Kürdistan” kelimesini ağzına dahi almayan bizler; HDP’li yöneticilere yapılan operasyonları lanetlediği için, Kasım 2013’te bayraklarla şiirlerle şarkılarla Kürdistan açılımı yapanlarca PKK’lı ilan edilebildi. Yine AKP’yi ve türevlerini, sözgelimi Hak Yol İslamcıları eleştiren ve tehlikeli birer mahluk olarak gören bizler, “niye PKK’lıları eleştirmiyorsun?” gibi abuk bir soruyla muhatap olabildi. Böyle bir basitlik ve acizlik de görülmedi.

Ama bizlere muhtaç oldukları gerçek. Nasıl ki 17-25 Aralık’ta, 15 Temmuz’da, 2010 referandumunda tek başınıza çıkamadıysanız işin içinden, konjonktüre göre Atatürkçü, konjonktüre göre solcu, konjonktüre göre PKK’lı, konjonktüre göre milliyetçi kesimden yardım almak durumunda kaldıysanız, hayatınızın geri kalan kısmında da kalmaya devam edeceksiniz. Ama bir zaman sonra (umarım en yakında), size sırf “devlet yaşasın” gibi, “ülke bölünmesin” gibi, “Kürtlere hakları verilsin” gibi düşüncelerle yardım edenleri bulamayacaksınız.

Tek istediğiniz oy. Gücünüz için, para için buna mecbursunuz. Oy için Atatürkçü, oy için milliyetçi, oy için özgürlükçü geçinirsiniz ki, esas Atatürkçüler, esas milliyetçiler, esas özgürlükçülerden oy kapabilin. İhtiyacınız kalmadığında; “her şeyi bildiğiniz gibi”, Lozan’a küfretmeyi, milliyetçilere laf etmeyi, özgürlükleri her alanda kısıtlamayı da siz bilirsiniz.

İyi bir hukukçunuz, sanatçınız, fikir insanınız yok; televizyona çıkardığınız hukukçu kifayetsiz ve militan, sanatçı emek hırsızı, komedyen FETÖ’den alındı, bize muhtaçsınız ve ileride yalnız ve muhalefette kalacaksınız. O zaman da büyük çoğunluğunuz, yukarıda belirttiğim gibi “evet Tayyip Erdoğan’ın ileri gittiği yerler vardı”, “ben katılmamıştım zaten son dönemlerde” gibi “Gezi’yi ilk üç gün ben de destekledim” benzeri gerzek açıklamalarda bulunacak. Ancak tarih yazacak, halk soracak.

Ruhi Su’nun da dediği gibi: “Sabahın bir sahibi var, sorarlar bir gün sorarlar…”

2 Kasım 2016 Çarşamba

Bir Saldırganın Elli Bir Günü


Ön Açıklama: Tarihlerle ilgili olarak gazete haberlerinden faydalanıldığından, 1 veya 2 günlük yanılmalar olabilir.

12 Eylül 2016: Şahıs; İstanbul’da bir belediye otobüsünde, şort giydiği gerekçesiyle bir kadına tekme ile saldırdı.

17 Eylül 2016: Yapılan araştırmalar sonucu saldırgan tespit edilerek gözaltına alındı.

18 Eylül 2016: Saldırgan savcılık ifadesinin ardından serbest bırakıldı. Çıkışında gazetecilere “Her şey İslam Hukuku’na uygun oldu” dedi. Serbest kaldıktan birkaç saat sonra saldırgan hakkında bir kimsenin inanç, düşünce veya kanaatlerinden kaynaklanan yaşam tarzına ilişkin tercihlerine müdahale ettiği ve halkı kin ve düşmanlığa tahrik ettiği gerekçesi ile yakalama kararı çıkarıldı.

19 Eylül 2016: Savcılık ifadesi sonrası hakimliğe sevk edilen saldırgan tutuklandı.

29 Eylül 2016: Saldırgan hakkında inanç, düşünce ve kanaat hürriyetinin kullanılmasına müdahale, halkı kin ve düşmanlığa tahrik, kasten yaralama ve hakaret suçlarından dava açıldı.

26 Ekim 2016: Mahkemede ilk celse sorgusu yapılan saldırgan, “Kadının örtünmesi gerekir, aksi halde insanı suça teşvik ve tahrik eder” ifadelerini kullandı, ruh sağlığının yerinde olmadığını iddia etti. Bu konunun araştırılması için duruşma 21 Aralık’a ertelendi. Saldırgan serbest bırakıldı.

28 Ekim 2016: Tahliye kararına yapılan itiraz sonucunda saldırgan hakkında yakalama kararı çıkarıldı.

29 Ekim 2016: Yakalanan saldırgan yeniden tutuklandı.

1 Kasım 2016: Saldırganın tutukluluğuna yapılan itiraz kabul edildi, saldırgan serbest bırakıldı.

Saldırganın elli bir günlük serüveninde üç gözaltı, iki tutuklama, üç salıverilme, bir İslam Hukuku'ndan kesit, kim bilir kaç örtünme gerekliliği, ruh sağlığı bozulması yaşandı. Neticede bu süreçte “erbezioğlanı” olan saldırgan, tahliye edilerek aramıza ve belediye otobüslerine karışmaya başladı.

Saldırganın aramıza dönmesinde emeği geçen, ceza yatarında, koşullu salıverilmelerde, açık ceza infaz kurumuna ayrılmalarda sürekli olarak tutuklu ve hükümlüler için “iyileştirmeler” yapmaktan geri durmayan tüm kanun, kanun hükmünde kararname ve yönetmelik koyuculara ve uygulayıcılarımıza teşekkürü bir borç biliriz. Yaşasın adalet… 

29 Ekim 2016 Cumartesi

Hak Yol İslam, HÜP ve Derya Hanım






Yukarıda yer alan videoya ve özellikle videodaki o uzun boylu kıvırcık çocuğa dikkat çekerek yazıya başlıyor, İstanbul Barosu’nun 23 Ekim 2016’da yapılan başkanlık seçiminde çekilen bu videoda geçen, esas çocuğun telefonuna bakarak okuduğu dörtlüklere aşağıda aynen yer veriyorum. Buyrun…

Kör dünyanın göbeğine
Hak yol İslam yazacağız
Kuşların gözbebeğine
Hak yol İslam yazacağız

Koç burcuna yay burcuna
Bebeklerin avucuna
Minarelerin ucuna
Hak yol İslam yazacağız

Askerlerin miğferine
Kağnıların tekerine
Buda’nın tunç heykeline
Hak yol İslam yazacağız

Herkes duyacak bilecek
Saklanmaz gayrı bu gerçek
Yaprak yaprak çiçek çiçek
Hak yol İslam yazacağız

Amerika kıtasına
Moskova’nın ortasına
İsrail’in göbeğine
Hak yol İslam yazacağız

Videoda söylenen şiir Abdurrahim Karakoç’a ait. Videoda şiirin bazı dörtlükleri söylenmemiş, eksikler var. Ayrıca yukarıda yer verilen “Amerika” ile başlayan son dörtlük, şiiri yayınlayan bazı internet sitelerinde var, bazılarında yok. Bir de, bu dörtlüğün üçüncü dizesinde daha önce “İsrail’in göbeğine” yerine “Yeşil Kıbrıs adasına” ibaresi kullanılmış. Sanırım metni güncelleyenler, “zaten Amerika, Moskova diye başlamışız, İsrail’e de giydirelim” diye düşünmüş olacak ki, şimdi “Hak yol İslam” yazmak için Kıbrıs’tan ziyade, İsrail’in göbeğini uygun görmüşler. Uygundur, haklarıdır.

Bu arada bazı internet sitelerinde, şiirde şöyle bir dörtlüğe yer verildiğini görüyoruz, onu da aşağıda aktaralım.

Memurların masasına
Masonların locasına
Türk’ün Anayasası’na
Hak yol İslam yazacağız.

Videoda yer alan cengaverler, iktidara yakın Hukukun Üstünlüğü Platformu’nun (HÜP) destekçileri. İçlerinden birinin ceketinde HÜP’e ait sarı renkli yapıştırma var. Yine içlerinden birkaçını, 22 Ekim 2016 Cumartesi günü yapılan Genel Kurulda sarı atkılarla görmüştüm. Sarı atkının meali şu: Hukukun Üstünlüğü Platformu destekçileri, hafta sonu boyunlarında sarı renkli, üzerinde “Av. Mehmet Sarı”, “Hukukun Üstünlüğü Platformu” yazan atkılarla gezdiler.

Madem hep sarıdan gidilmiş, şiiri Mehter Marşı ezgileriyle okuyan bu cengaverlere, yine Karakoç’un “sarı saçlarına deli gönlümü” (veya “sarı saçlarını deli gönlüme”) ile başlayan Mihriban eserini okutmak lazımdı, burada bir hata olmuş. Ama ne söyleyeceklerini bana soracak değiller, Hak yol İslam’ı uygun görmüşler. Uygundur, haklarıdır.

Videoyu twitter üzerinden paylaşan hesap da “Kardeşler Cemiyeti” adlı bir yapılanmaya ait. Bu yapılanma, videoyu paylaşırken şu tiviti atmış: “İnsanı dünya ve ahirette mutlu edecek tek hukuk nizamı İslam Hukukudur… İstanbul Baro seçimlerinden…” Düşünce ve tivit özgürlüğü vardır. Uygundur, haklarıdır.

Videodaki gençleri, “HÜP içinde münferit bir grup” olarak görmek ve HÜP’ün haberi ve icazeti olmadan bu marşın okunduğunu savunmak, herhalde bu cengaverlerden daha komik olacaktır. Çünkü bu yakışıklılar, herhangi bir icazet almadan ense tıraşlarına dahi karar verme yetilerine sahip görünmüyorlar.

Ben naçizane, Hukukun Üstünlüğü Platformu’nun yılmaz savunucularına; Mevlana’nın kült “ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol” sözüne uygun olarak “Hukukun Üstünlüğü Platformu” ismini değiştirip, “İslam Hukukunun Üstünlüğü Platformu” olarak oy avcılığına soyunmalarını salık veririm. Mevlana der ki, “bazı şeylere sadece sabır gerekir, bazı şeylere de dürüstlük”. Oldukları gibi görünsünler, niyetlerini belli etsinler. Aksi takdirde, gerçekten hukukun üstünlüğünü savunan avukatlar olarak, İstanbul Barosu’nda 2016 Ekim ayı itibariyle 3040 şeriatçı meslektaşımız olduğunu düşünecek ve ülkemiz için daha da endişeleneceğiz.

Bu yazıyı, Genel Kurulun yapıldığı Haliç Kongre Merkezi bahçesinde HÜP için “asıl bunlar tehlikeli” ifadesini kullanan bir yaşlı kadın avukata Genel Kurul kürsüsünden çemkiren meslektaşım Derya Yanık’a ithaf ediyorum. Görüşme imkanım olsa kendisine şu soruları sormak isterdim: Gerçekten tehlikeli değil misiniz Derya Hanım? Baro seçimlerinde HÜP gençliğinin “Hak yol İslam” haykırışlarından rahatsız olmadınız mı? Bunları tehlike olarak görmüyor musunuz? HÜP olarak Anayasamıza “Hak yol İslam” yazacak mısınız?


Derya Hanım her ne kadar bu tiviti, kendi iktidarlarını sonlandırmaya çalıştığı için lanetledikleri 15 Temmuz ile ilgili atmış olsa da, bu tivite yer vererek bir latife ile bitirmiş olayım dedim “şuncağızı”. Umarım Derya Hanım, Hukukun Üstünlüğü Platformu ve doktrinleri de tarihte bir latife olarak yerini alır.

29 Ekim Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun. Tabii sizinki de Derya Hanım…

21 Ekim 2016 Cuma

Ne Olacak Bu Payidarspor'un Hali?

Futbol takımımıza talip oldular, takımda söz hakkına sahip olmamızı istemediler. Önce antrenmanlarımız basıldı, toplarımız ayakkabılarımız çalındı; sonra sahamız işgal edildi. Bazı futbolculara daha iyi şartlar karşılığında iş teklif edildi, kandırıldılar yani. Futbolcuların bir kısmı gitti, çok azı kaldı.

Takım dağıldı dağılacak derken bir grup genç Siyami Bey önderliğinde eşkıya tayfasını mahallemizden kovdu. Bu eşkıyalar mahalleye gelmeye bir süre cesaret edemediler. Takım yenilendi, “Payidarspor” adını aldı. Mahalleye huzur geldi.

Oyuncu eksiklikleri sonucu seçmeler yapıldı, yeni oyuncular takıma katıldı. Takım sahası daha önce pazar yeri olarak kullanıldığından, sahada da yenilikler yapıldı. Yeni kaleler getirildi, saha çizgileri oluşturuldu, mahalleliden yardım alınarak yeni ve kaliteli toplar alındı. Siyami Bey’in futbol bilgisi sağlam olduğu için takımın başına getirildi. Kulübün hem başkanı, hem teknik direktörüydü. Bir şekilde ilk 11 oluşturuldu, başta 1-2 kişi ile sınırlı yedek sayısı 7’ye çıkarıldı. Antrenmanlar daha güzel, daha keyifli geçiyordu. İyi bir potansiyeli olan takım bu olaylardan birkaç yıl sonra profesyonel ligde oynamaya hak kazandı. Payidarspor başlarda belli bir mahallenin takımı olarak gözükse de, artık ününü artırmıştı.

Derken Siyami Bey hayatını kaybetti. Bu durum Payidarspor’da büyük bir üzüntüyle karşılandı. Siyami Bey’in yakınlarından Şemsettin Bey takımın başına geçti.

Şemsettin Bey hem teknik direktörlük, hem de başkanlık görevini yürüttüğü süre içerisinde takımı pek ileriye götüremeyip Siyami Bey’e göre daha geri planda kalsa da, iddiasız ancak huzurlu bir takım oluşturdu. Ancak Siyami Bey’e gösterilen sevgi ve saygı, Şemsettin Bey’e pek gösterilmediğinden ve takım daha ileriye götürülemediğinden, yöneticiliği ve teknik direktörlüğü bırakma kararı aldı. Zaten mahalleli ve taraftar da kendisinin bu işi beceremediğini düşünüyordu, ayrıca başkan olmasını da istemiyordu. Takımın başına Hasan Bey’le ve Ali Bey geldi. Hasan Bey takıma tekniği taktiği öğretecek, Ali Bey de transferleri ve takımın ihtiyaçlarını yönetecekti.

Takım da ilk zamanlarındaki gibiydi, fena gitmiyordu. Çok iddiası olmasa da mahallelinin yüzünü güldürmeye yetiyor, maçlar seyirciler açısından piknik havasında geçiyor ve onlara kendince futbol ziyafeti sunuyordu. Çocukların futbol sevgisi de bu süreçte gittikçe artmış, çocuklar evlerinde toplarıyla uyur hale gelmişti.

Payidarspor, kurulduğu dönemdeki gibi hep 3-5-2 oynuyordu. Kaleci; yenilecek golleri yiyen, ancak çok fahiş hatalar yapmayan, ekstra özelliği de olmayan, Esnaf Muharrem’di. Üç kız çocuğu babasıydı, çocukları sürekli maçlarını izlemeye gelir, babalarının koruduğu kalenin arkasından sürekli “maç kaç kaç baba” diye sorarlardı. Takımın en yaşlısı 37 yaşındaki Erol geri 3’lünün ortasında, “sarkık libero” olarak tabir edilen, ayaklarına hakim bir abimizdi. Defansı beraber oluşturduğu stoperler Cenk ve Birol da 25-26 yaşlarında, aynı işte çalışan çocukluk arkadaşlarıydı. Erol Abilerine göre daha kuvvetsizdiler, ama canla başla oynarlardı.

Orta sahanın beş oyuncusu 1-4 gibi dizilmişti, yani beş oyuncudan biri, diğerlerine göre daha geride, toparlayıcı pozisyondaydı. Burada yine yaşça diğerlerinden büyük, lisede Erol Abinin iki dönem altı Yusuf Abi oynardı. Top tekniği iyiydi, riski sevmez, kontrollü oynardı. Takımın iki kanadını oluşturan Zafer’le Sadık lise arkadaşlarıydı, okulu bitirmişler, takıma katılmışlardı. Biraz disiplinsizlerdi, ama rüzgar gibilerdi. Ortadaki iki oyuncudan ilki ise mahalleye sonradan gelen, bir polis memurunun oğlu Nazmi’ydi. İyi niyetliydi, ama tek özelliği de oydu. Diğeri ise takımın yakışıklısı Burak’tı. Şutları çok sertti, ama biraz bencildi.

Takımın forvetinde 31 yaşında 1.87 boyunda Gökhan vardı, top ona sürekli şişirilirdi ki, yanındaki ve hemen arkasındakilere uzun boyuyla topu servis edebilsin. “Gökhan Şükür” derlerdi ona. Yanındaki Murat da 28 yaşında, çabuk hareket eden ve çok iyi adam eksilten, kısa boylu bir arkadaştı. Takımda yıldız denilebilecek tek kişi Murat’tı. Hepsinden azar azar da olsa her özelliğe sahipti. Kısa boyuna rağmen hava toplarında da iyiydi, güzel paslar da atardı (özellikle Gökhan’a), şutları da isabetliydi. Zaten takımın en golcü oyuncusu Murat’tı. Diğer takımlar Murat’ı durdurma görevini en iyi savunma oyuncularına veriyor, o şekilde Payidarspor’u durdurabileceklerini düşünüyorlardı.

Oyuncuların iyi özelliklerini buradan anlattım; ama Payidarspor her ne kadar “takım” desek de takım olmaktan, yardımlaşarak oynamaktan uzaktı. İyi oyuncuları vardı belki; ama zaten her takımda aşağı yukarı 3-4 iyi oyuncu bulunmaktaydı. Her zaman gol atabilecek bir takım olduğu yadsınamazdı; ama her an gol yiyebilirdi de. Çünkü defans işini adamakıllı becerebilen, sadece 37 yaşındaki Erol Abi vardı. O da yetmiyordu tabii. Yanındakileri çoğu kez ikaz etse de, kapasitelerinin farkındaydı, çok da takmıyordu verilen pozisyonları, yenilen golleri. Yusuf Abi de öyle çok koşan, mücadeleci bir adam değildi, yetmiyordu.

Başta komşu takımlara karşı üstün oynayabilen Payidarspor, etrafta “averaj takımı” olarak bilinir hale gelmişti. “Takımımız düşse de dara, sorun yok koyarız Payidar’a” tezahüratları rakip takımların sloganı olmuş, Payidarspor taraftarlarını kızdırmıştı.

Takım; artık taraftarına da zevk vermeyen, maçlarını 15-20 kişinin izlediği, hatta bazı oyuncuların da gerek antrenmanlara, gerekse maçlara gelmediği bir takım haline gelmişti. Neyse ki düşmüyordu, ancak birkaç kez alt kümeye düşmenin eşiğine gelmişti. Bir üst lige çıkmak ise hayaldi.

Derken başkanlık seçimi yapıldı. Yeni başkan, “başka bir Payidarspor” sözü veren Müteahhit Kenan Bey oldu. Takımda birkaç kişi dışında herkesi değiştirdi. Paralıydı, ticaretten de anlardı. Önce ek antrenman sahası yapıldı, sonra maç sahası çimlendirildi. Futbol bilgisi gayet yerinde olan Nusret Hoca’yı takımın başına getirdi. Kenan Bey’in Nusret Hoca’dan tek ricası sarkık libero Erol’u forvette oynatmasıydı, başka da işine karışmayacaktı. Nusret Hoca bunu kabul etti ve diğer transferlerle bir takım oluşturmaya başladı.

Transferlerin çoğu Kenan Bey’in tanıdıklarıydı, Kenan Bey’i mahcup etmemek adına canla başla top oynayacaklarının ve mahallenin yeniden yüz akı olacaklarının sözünü vermişlerdi. Takım 3-5-2 dizilişinde iyi maçlar çıkarıyordu. İlk dizilişten farklı olarak beşli orta sahayı 1-4 gibi değil, 2-3 gibi oynattı Nusret Hoca. Böylelikle takım savunması daha sağlam olacak, bu iki oyuncu savunmaya yardım edecekti. Savunmada işler başta eskisinden daha iyi gitti, birkaç maçı farklı kazandı Payidarspor. Ancak daha sonra rakipler, kanatları daha iyi kullanarak üçlü savunmayı aşmaya başlamıştı. Çünkü üçlü savunmanın kenarlarında stoper olarak oynayan genç ve vücutlu çocuklar, kanat akınlarına karşı sahanın kenarına doğru gitmek durumunda kalıyor, rakip oyuncular kalabalık geldiği durumda savunmanın ortasında boşluktan iyi faydalanarak ya yerden paslarla ya da ortalarla Payidarspor karşısında bol pozisyon buluyorlardı. Orta saha oyuncuları da yardımda gecikince, ilk başta Payidarspor’un maçlarını keyifle izleyenler, “yeniden averaj takımına mı dönüyoruz” paniğini yaşamaya başlamışlardı.

Takımda paralar da suyunu çekmeye başladı, Kenan Bey’in mahalleliyi dolandırdığı söylendi. Bir kısmı Kenan Bey’e kan kustu, bir kısmı da bunun iftira olduğunu, müteahhitlerin ülkede zaten hiç sevilmediğini ve çekemeyenlerinin çok olduğunu belirterek “yanındayız Kenan Bey” dedi.

Sonra Kenan Bey, takım için harcadığı paraların boşa gittiğini, Nusret Hoca’nın gereken özveriyi göstermediğini gerekçe göstererek Nusret Hoca’nın görevine son verdi. Başka bir antrenör de almadı. “Ben daha iyi yönetirim” dedi, takımın antrenmanlarına katılmaya karar verdi. Orta sahadaki beşliyi bu kez 3-2 olarak oynatmaya karar verdi. Yani takım artık 3-2-3-2 şeklinde değil, 3-3-2-2 şeklinde oynayacaktı. Bu halde takım savunmasının daha iyi olacağını belirtti. Hatta bu konuda geçmişten kaynaklanan bir hatanın yapıldığını, 3-1-4-2 sisteminin ucube bir sistem olduğunu, bu sistemi uygulayanların futbolu bilmediğini açıkladı. Bu açıklama, Siyami Bey ve Şemsettin Bey’e tepki olarak algılandı.

Kenan Bey bu açıklama ile de yetinmeyip, geçmişte çim sahalarının olmadığını, antrenman sahası ile maç sahalarının aynı olduğunu, göreve geldikten sonra hamdolsun iki ayrı sahaya kavuştuklarını, futbolcuların yeni ve güzel ayakkabılarla oynadığını mütemadiyen dile getirmeye başladı. 3-3-2-2 sistemiyle de bir üst lige çıkacaklarını ifade etti. Bununla birlikte, yapılan bazı masraflar karşılığında maç bileti fiyatlarının artırılacağını, ancak stat içindeki köftenin daha ucuz olacağını, köfte - ayranda kampanya yapılacağını taraftarlara açıkladı.

Kenan Bey takımı yeterli derecede çalıştıramadığından, taktik değişiklikleri ve artan bilet fiyatlarına rağmen taraftarların stadı doldurması, takım için olumlu etki oluşturmadı. Takım sistem değişikliği sonrası birkaç maç kazanmasına rağmen daha sonraları yaşadığı kondisyon eksikliği nedeniyle yine seri mağlubiyetlere başladı.

Takım bu şekilde 4-5 sene Kenan Bey’le devam etti. Takım; ligde kalmaya devam eden, ama üst lige çıkma yönünde hiçbir iddiası olmayan bir takım hüviyetinde maçlarını oynamaya devam etti. Yeni seçimler yaklaşırken Siyami Bey ve Şemsettin Bey’e ayrı bir saygı ve sempatisi bulunan Mustafa Bey artık Kenan Bey’in miadının dolduğunu, dünya kadar masrafa rağmen takımın ne keyif verdiğini, ne de iddialı hale gelebildiğini, takımı diktatör gibi yönettiğini, esas oynanması gereken sistemin 3-1-4-2 olduğunu, takımın daha iyi oynamasının 3-3-2-2 şeklinde sistemden değil, dörtlü orta sahadaki kanat oyuncularının savunmaya yardımcı olan ve hızlı hareket edenlerden seçilmesi gerektiğini söyledi. Mustafa Bey devamla, eğer başkan olursa çok iyi bir libero ve iki kanat oyuncusu alacağını, bu durumun hem takım savunması, hem de pozisyon zenginliği açısından takıma katkı sağlayacağını, bilet fiyatlarını indireceğini belirtti.

Kenan Bey de bu iddialara karşılık Mustafa Bey’e hangi parayla bu vaatleri gerçekleştireceğini sorarak Mustafa Bey’i inandırıcı bulmadığını söyledi, katıldığı her ortamda da Mustafa Bey’i kötüledi.

Seçim yapıldı, Kenan Bey yeniden başkan seçildi. Mustafa Bey’in vaadinde olduğu gibi, iki hızlı, hem savunma, hem de hücum yapabilen kanat oyuncusu transfer etti, bu oyuncuların takıma gelişiyle yeni bir hava yakalandı. Ama transferlerden sonra yapılan ilk iki maçta alınan 3-1 ve 4-2’lik galibiyetler ve 4. hafta ligdeki en kuvvetli takımla 1-1 berabere kalma sonrasında yine düşüş dönemi başladı. Üstüne bir de yeni transferler, takımın en fazla koşan ve mücadele eden oyuncuları oldukları, gollerin hemen hepsinde pay sahibi oldukları ve buna rağmen diğer oyuncularla aşağı yukarı aynı parayı aldıkları gerekçesiyle Kenan Bey’e tepki gösterdiler. Kenan Bey bu iki oyuncuya kapıyı gösterdi. Güzel bir fiyata Gümrükspor’a sattı. Bu transfer Kenan Bey’e ve kulübe kazanç getirse de takımın sezon sonunda alt kümeye, yani amatöre düşmesini önleyemedi.

Kenan Bey bunun üzerine birkaç hafta evden çıkamadı. Daha sonra iki iyi transfer ve ek antrenman sahası sözü verdi. Amaçlarının önce gol yememek olduğunu, o yüzden takımı 3-5-2’nin bir diğer sürümü 3-4-1-2 sistemiyle oynatacağını söyledi. Takımın artık daha iyi savunma yapacağını, başarının ileride çok adamla hücum etmek yerine, takım savunmasının düzgünlüğünden geçtiğini, zaten her halükarda Siyami Bey ve Şemsettin Bey’in zamanındaki takımından katbekat iyi olduğunu belirtti. Artık çim sahaları, ek antrenman sahaları vardı, stadyumda daha rahat koltuklarda maç izleniyordu ve futbolcuların ayakkabıları da Süper Lig oyuncularındakiler gibiydi. Bunların hiçbiri Siyami Bey ve Şemsettin Bey zamanında yoktu.

Ligler bir sonraki ay başlıyor. Kenan Bey’in yeni takımının ilk hedefi profesyonel lige yeniden çıkmak ve orada kalıcı olmak.

Peki sistemde değişiklik var mı? Yok, 3-5-2’ye devam…