Öncelikle,
bir önceki internet sitem olan “tekinaks.wordpress.com” adresinde 2015 yazında
yazdığım “Final” yazısını aynen paylaşarak başlayayım bu yazıya:
“20 Nisan 2000. Bugünden
15 yıl önce, hatta ondan da önce. UEFA Kupasının yarı finalinde Galatasaray,
İngiltere’de Leeds United maçının rövanşını oynuyor. İlk maçı 2-0 kazanmış,
İngiltere’de 1 tane atsa Leeds’in 4 tane atması gerekecek, öyle bir skor avantajı
var Galatasaray’ın. Maça da gayet iyi başlamış, Arif net bir pozisyonu
kaçırmış, akabinde Hakan Şükür’ün düşürülmesi ile kazanılan penaltıyı Hagi gole
çevirerek daha 5. dakikada Galatasaray’ı 1-0 öne geçirmiş. Artık Leeds’e 4 gol
lazım. Sonra Leeds 16’da skoru eşitlemiş.
42. dakikada, daha sonra
Galatasaray forması giyecek Kewell’ın kırmızısı, aynı dakikada Hakan Şükür’ün 'çerçeveyi
gördüğü’ en meşhur golden sonra artık Leeds’e mucizeler lazım. Leeds 10 kişi ve
yeniden 4 gol atmaları gerekiyor. Artık bu saatten sonra, ayakları yere basan,
kontrollü oynayan, sakatlanmamaya ve kart görmemeye çalışan oyuncular ordusu
beklenirken; Galatasaray’ın ‘geleceği’, henüz 20 yaşındaki futbolcu rakibe
gereksiz bir müdahale ile doğrudan kırmızı kart görüyor ve takımını 10 kişi
bırakıyor. Skor gayet leheyken 10’a 10 oynamanın herhangi bir sıkıntıya
sebebiyet vermeyeceği kesin. Ancak o, 20 yaşında UEFA finalinde oynama şansını
kaybetmiş, torunlarına anlatacak çok önemli bir anıdan vazgeçmiş.
Futbolcu, bu olaydan iki
yıl sonra, Dünya Kupası’na katılan Türkiye’nin kadrosunda yer buluyor.
Haksızlığa uğrayarak kaybettiğimiz (Eduardo Galeano da bunu söylüyor) Brezilya
maçından sonra 9 Haziran 2002’de Kosta Rika önündeyiz. Anılan futbolcu,
takımımızı 1-0 öne geçiriyor. 86’da yediğimiz gol sonrası maç iyice sıkıntı
giriyor. Takımda stres hakim. Maçın son anlarında top Kosta Rika yedek
kulübesine ulaşıyor ve Kosta Rika antrenörü tam topu sahaya gönderirken,
bizimki koşup antrenörü itiyor. Antrenör kulübeye tutunduğu için düşmekten son
anda kurtuluyor. Antrenör neye uğradığını şaşırıyor tabii. Amaç topun erken
şekilde oyuna sokulması iken, büyüyen olaylar ve iki tarafın yedek kulübesi ve
oyuncularının itişmeleri sonucu oyun geç başlıyor. Maç da birkaç dakika içinde
1-1 sona eriyor. Burada futbolcu henüz 22 yaşında.
Sunay Akın veya Yılmaz
Özdil gibi giriş yaptığımın farkındayım. Aslında onların hikayelerinde,
anlatılan kişinin kim olduğunu ancak en sonunda anlayabiliyorsunuz. Burada az
çok anlaşılmıştır aktörümüz. Evet o futbolcu Emre Belözoğlu.
Yukarıdaki iki örnekten
sonra rahatlıkla söyleyebilirim ki; örneğin, Ben Emre’nin 20 yaşında torunu
olsam, ‘Dede öğütler filan veriyorsun da, bizim yaşımızdayken mal gibi kırmızı
görüp UEFA finalinde oynamamışsın’ veya ‘sevgi, saygı diyorsun da, daha 22
yaşında elin gariban antrenörünü ne itiyorsun sen, öğüdüne sokayım’ derim.
2000’li yıllarda
Türkiye’nin yeni yıldızı gözüyle bakılan, tekniği güzel arkadaşımız üst düzey
takımlarda da oynamadı değil. Ancak bu takımlarda ne kadar iz bırakabildi veya
hangi eylemleriyle iz bırakabildi, bu soruların cevabı Emre’yi üzecek
mahiyette.
Sol ayağını raket gibi
kullandığı (o tabir de bir başka anormalliktir) söylenen bu futbolcu
arkadaşımızın kariyeri sakatlık, cezalılık gibi nedenlerle öyle istikrarla
açıklanacak gibi değil. İstikrar varsa da; sakatlanma istikrarı, kart
istikrarı, küfür istikrarı, gerginlik istikrarı mevcut. İstikrarı da bir kenara
bıraktım, oyunda olduğu her an, her saniye takımını yakabilecek, yalnız
bırakabilecek bir şahıs olduğu ve huzurlu, eğlenceli futbolu katlettiği net.
Her gittiği deplasmanda yuhalanan, kendi takım taraftarlarının da çoğunun
nefret ettiği bir isim Emre.
‘Ama normalde çok iyi,
çok efendi, çok düzgün, bal dök yala Emre’yi’ cümlelerini geçelim. Emre’nin
yaptıklarının ‘hırslı oynama’ ile açıklanabilir tarafı yok.
Biliriz ki, bir
futbolcunun oyun karakteri ile kendi karakteri paralellik gösterir. Oyun
karakterini, iyi oynama, kötü oynama olarak değil; oyun içinde yaptığı
tercihler ve rakibe, kendi takım arkadaşına davranışları olarak kabul edelim.
Emre’nin kariyerine baktığımızda, bu açıdan sınıfta kaldığını açıkça görüyoruz.
Bir futbolcu, ‘futboldan
kovulmak’ için başka ne yapabilir, onu bilemiyorum. Rakip futbolcuya boğaz
kesme işareti, tribündeki meçhul gazeteciye el hareketi, kendi taraftarına
küfür, rakip taraftara dayak, rakip futbolcuya ırkçı söylem, kendi takım
arkadaşlarıyla kavga… Hakeme el kol, rakiplerle itişmeleri saymıyorum.
Kariyerinde 9 kırmızı kart varsa, 99 da gösterilmeyen kırmızı kart var
abimizin.
Yurt dışında ciddi
takımlarda da oynamış Emre, özellikle bu son dönemlerinde neden böyleydi peki?
1. Böyle görmüştü, 2. Ne yaparsa yapsın hiçbir şey olmayacağını,
kovulmayacağını, atılmayacağını gayet iyi biliyordu. Sonuçta onu kaptan yapan
ve ona hala kaptanlık görevi veren var, niye böyle olmasın ki? Onun için
kendisini sorumlu hissettiği tek kişi varsa, o da başkanı. Başkan da, Emre de
bu hallerinden memnundu mutlaka. ‘Oyunu kuralına göre oynayan futbolcu ve
başkan’ onlar.
Ancak sevinerek görüyorum
ki, bizim 7 yıldır Emre ile ilgili söylediğimiz anlaşılamamakla veya
önemsenmemekle birlikte; elin Portekizlisi, yeni teknik direktör abimiz 7
günde, Emre’nin maç kasetlerini izleyerek anlamış ve göndermiş Emre’yi. Başkan
da ‘karışmayalım artık’ demiş herhalde hocalara. Eminim hocanın bu hareketi,
başkanın defterine ‘eksi’ olarak yazılmıştır ve gün gelince başkan hesap
soracaktır. Başkanla eski kaptan; Fenerbahçe’nin sarı-lacivertine değil, aynı
b.kun lacivertine mensup zira.
Yalnız Emre’nin ve
Emrelerin sadece Fenerbahçe’den değil, futbolumuzdan gitmesi gerek. ‘Yetmez ama
evet’ yani.
Başka insanların yerine
konuşmak istemem ama; futbolseverler olarak, ‘adam gibi’ futbol ve huzur
isteyen insanlar olarak, seni futbolumuzda istemiyoruz Emre. Futbolumuza huzur
ver, 2000’deki gibi finallerde yine oynama; finalini yap”.
Yazıyı
aynen alıntıladığım için bazı kelimeleri değiştirmedim; ama dört sene önce
biraz daha agresifmişim, onu gördüm. Yıllar biraz daha sakinleştirmiş demek ki.
“Final”
yazısından sonra dört senelik zaman zarfında, Emre hakkında görüşüm değişmedi.
Emre de Emreliğine devam etti.
Tabii
“Final” yazısından sonra 15 Temmuz yaşandı, Emre hakkında FETÖ soruşturması
açıldı, söylenene göre devam da ediyor. Tabii Emre’ye itirazımın nedeni sırf
FETÖ olamaz, yani burada Oda TV gibi “FETÖ Şüphelisi Resmen İmzaladı” türünden
açıklama yapacak değilim. Çünkü Tayyip Erdoğan ve Cem Küçük dışında hepimiz
elhamdülillah FETÖ’cüymüşüz, orada sıkıntı yok. Ama tabii şunu eklemek lazım, FETÖ’den
kaynaklı olarak Bekir İrtegün’ün futbol hayatı bitmişken, Emre neden hayatını
güzel güzel idame ettiriyor, bir de eski takımı Fenerbahçe’ye kaptan
olabiliyor, ileride de bu takımda uzun yıllar görev alması planlanabiliyor, bu
soru not düşülebilir. Bekir maklubelerin pilavından bolca tadarken, Emre maklubeyi
köşesinden köşesinden mi yedi yoksa?
Konumuz
bu değil; konu, göreve gelir gelmez kendisine yöneltilen Ersun Yanal sorusuna “siz
benim vizyonumu anlayamamışsınız” cevabını veren, henüz ilk senesinin ortasında
bu lafını afiyetle yiyip Ersun Yanal’la anlaşan, başkan seçilişi de esasında,
bir başkasının gidişine sebebiyet vermesi yönüyle pek de iyi olan Ali Koç’un, vizyonunu
1980 doğumlu Emre’yi takıma getirerek ispatlamış olması. Biz de ona göre
beklentiye gireceğiz haliyle.
Tabii
bu transferle ilgili şu söyleniyor: Emre’nin takımın dinamosu ve tecrübesi
olarak seneye damga vurması değil, takıma “ağabeylik” yapması planlanıyormuş, yoksa
futbolculuğu değilmiş mesele.
Demek
ki Fenerbahçe o kadar kötü durumda ki, toparlanması için takımı ve ligi bilen, zamanında
da takımda çalışmış Türk hoca (Yanal), yine zamanında takımda başarılı olmuş ve
herkesin takdirini kazanmış idari menajer (Ballı), zaten ağabeylik dışında
hiçbir vasfı kalmamış yılların eskitemediği kaleci (Demirel), Fener Ol’lar vs. derken,
yine bir ağabeye daha ihtiyaç duydu takım. Halbuki Ali Koçlar, Volkanlar, Acunlar,
Cem Yılmazlar yerine, “Cihatlar, Lefterler, Canlar, Fikretler” vizyonu yeter
takım için. Hem bu takım afacanlar ordusu mu ki bu kadar ağabey lazım oluyor
bir takıma, onu da anlamak mümkün değil.
Neyse,
verilen krediler çok hızlı tükendi. Takım özüne döneceğine, “Belözüne” döndü.
Sonumuz
hayrolsun.
Not: Belöz ne lan bu
arada, bilen var mı?