Geçen sene Avukatlar Sendikası’nı
temsilen 24-31 Ocak Adalet ve Demokrasi Haftası kapsamında 29 Ocak 2022
tarihinde sunum yapacaktım. Ancak bu sunum, sağlık sorunları nedeniyle
gerçekleştirilememişti. Ben de panel notunu 30 Ocak 2022 tarihinde sizlerle
paylaşmıştım.
Bu sene ise Türkiye İnsan
Hakları Kurumu Vakfı (TİHAK) tarafından 24-31 Ocak etkinliğine davet edildim,
28 Ocak 2023 tarihinde cezasızlık üzerine konuşma yaptım. TİHAK
yönetiminden, sevgili arkadaşım Akasya Kansu Karadağ beni bu şerefe nail etti, şükranlarımı sunuyorum. Bu arada kendisi
de, Avukatlar Sendikası ile Yargıçlar Sendikası’nın düzenlediği panelde 29 Ocak
2023 tarihinde konuşma yaptı. Akasya’nın cumhuriyet-laiklik-kadın üzerine
konuşmasını dinlemeyen Ankaralıların çok şey kaçırdığını düşünüyorum.
Cezasızlık üzerine konuşmadan
önce de, geçen seneki gibi notlar hazırlamıştım. O nota bağlı olarak konuşmaya çalıştım. Panel
için hazırladığım notlarıma, kimi düzeltmeler de yaparak aşağıda yer veriyorum. Süre kısıtlamasından dolayı hepsini söylemek mümkün olamadı tabii, ama olsun. İyi okumalar…
Öncelikle; 30. Adalet ve
Demokrasi Haftasında, adalet ve demokrasi için canını veren ve canını vermeyi
göze alan aydınlarımızı saygı ve minnetle anarak sözlerime başlamak istiyorum.
Panelin konusu cezasızlık
ve konuşmamda, cezasızlık hususu yakın geçmişimizde nasıl tezahür etmiş ve buna
karşılık hangi örneklerde cezasızlığın tam tersini, orantısız cezayı vermeyi
görüyoruz, onlara değinmeye çalışacağım.
İlk olarak, adaletimiz açısından
ülkemizin en önemli süjelerinden olan, en azından en önemlilerinden olması
gereken kişiden örnek vermek istiyorum: Adalet Bakanımızdan…
Adalet Bakanı Kasım ayında bir
açıklama yaptı, Fetullah Gülen’le ilgili eski sözleri konusunda, “O sözler o
dönemde söylenmiş sözler. Ama keşke söylememiş olsaydık. O günün şartları
içerisinde terör örgütü vasfı ortada olmadığı için söylenmiş... Sizi davet
ediyorlar bir derneğe o derneğe gittiniz, o derneğin üyesi mi oluyorsunuz?” şeklinde
cümleler sarf etti.
Tamam bu sözleri kabul edelim.
Peki halka yansıması ne bu açıklamaların; bu tip açıklamalar/savunmalar yapan “düz”
vatandaşa aynı şekilde mi değerlendirme yapmış hâkimlerimiz, savcılarımız?
“Sende Bank Asya var, o tarihte
neden para yükledin, üyesin veya yardım edensin” yorumuyla şahıslar örgüte üye
veya yardım eden oldular. Taşrada bir savcı bana, “hesabına o tarih aralığında
1 lira bile girse, benim gözümde terörle iltisaklıdır” dedi örneğin.
Tayyip Erdoğan'ın 2017 yılının sonlarında bir açıklaması var: “2010'dan beri hep söyledim, kimse bahane uydurmasın, bunların bankasında paralarınız varsa paralarınızı alın. Sanki bunları dememiş gibi elinde ne var ne yok yatıranlar vardı. Bunca zaman söyledik, artık bilsen ne olur, bilmesen ne olur? Hukukta bir kaide var: Aslında onların bunu da bilmesi gerekir. Bilmemek mazeret değil".
Bahsedilen, TCK m.4’te düzenlenen “kanunu bilmemek mazeret sayılmaz” kuralı sanırım. Kanun nerede peki burada? Sözü kanun mu oldu cumhurbaşkanının?
Öte yandan 2018 ila 2022
yıllarında SPK Başkanı olan kişinin, 16 yıl Bank Asya kariyeri var. Bank Asya
hesabı olduğu için de tutuklu olanlar var ülkede; ama bizzat yönetimdeysen
taltif ediliyorsun.
Bir örnek daha, Fetullah’ın şiir
kasedi evinde bulunan kişiye FETÖ’ye üyelikten veya yardımdan dava açılıyor, bu
kaset de suç unsuru olarak gösteriliyor. Kasetteki o şiirleri okuyanlara ise herhangi
bir soruşturma yok.
Neyse, bu kadar örnekle
yetinelim, hakkımızda terör örgütü propagandasından işlem yapılmasın.
Şimdi biraz daha geçmişe gidelim,
17-25 Aralık dosyasına…
Bu dosyada yasamasıyla,
yürütmesiyle, yargısıyla devlet kurumlarının cezasızlığa ne şekilde gittiğini
görüyoruz. Ancak dosyanın içeriğinden çok, o dönem yapılanlara, yürürlüğe
koyulan ve yürürlükten kaldırılan yasalara ve çelişkilere değinmek istiyorum.
17-25 Aralık soruşturması
başladıktan sonra, henüz 1 ay dolmadan Hâkimler ve Savcılar Kurulu kararı
ile soruşturmayı başlatan savcının görev yeri değiştiriliyor, İstanbul
Cumhuriyet Başsavcısı değiştiriliyor, soruşturma diğer savcılar tarafından
yürütülüyor. Yargı ve emniyet mensupları da o dönem tabiriyle “paralel devlet
mensubu” oluyor. Bir kısım bakanlar istifa ediyor. 2015’in başında bu
bakanların Yüce Divana gönderilmemesi oylarla ve kahkahalarla kabul ediliyor.
Bu süreçte yapılan kanun değişiklikleri
ise son derece önemli. Örneğin o dönem; soruşturma dosyalarında gizlilik kararını
düzenleyen CMK m.153/2-4 kaldırılıyor 21.02.2014 tarihli, 6526 sayılı Kanunla;
yani TMK m.10 ile yetkili mahkemeleri, açık ifadeyle özel yetkili mahkemeleri tamamen
kaldıran düzenleme ile.
Hukukçular da, gizlilik
kararlarının kaldırılması gerektiğini, yılın artık 2014 olduğunu, avukatın
dosyaya erişim hakkının olduğunu söylüyor; haklı olarak tabii.
6526 sayılı Kanunla getirilen
madde gerekçesinde de aynen şu ifadeler kullanılıyor: “Silahların eşitliği
ilkesine göre iddia ve savunma makamlarının eşit haklardan yararlanmaları,
taraflardan birine tanınan hakların, diğerine de aynen tanınması gerekmektedir.
Bu durum, savunma hakkının gerçekten hakkıyla yapılmasının zorunlu bir
gereğidir. Soruşturma aşamasında müdafiin dosya içeriğini incelemesinin engellenmesi
savunma hakkının kısıtlanması anlamına gelmektedir. Bu nedenle, Ceza Muhakemesi
Kanununun 153 üncü maddesinin üçüncü fıkrasındaki hükmün kaldırılması
suretiyle, müdafiin soruşturma dosyasını incelemesi yönündeki sınırlandırma
kaldırılmaktadır”.
6526 sayılı Kanunun genel
gerekçesinde ise şu açıklamalar yer alıyor: “İddia ve savunma makamları
arasında, iddia ve savunma faaliyetinin gereği gibi yapılmasına engel olacak
ayırımlar yapılması; örneğin iddia makamının bildiği bir delili savunma
makamının bilmemesi, silâhların eşitliği olarak bilinen ilkeye aykırılık teşkil
etmektedir”.
Yani bilakaydüşart, “dosyada
gizlilik kararı verilemez, hukuka ve hukukun temel ilkelerine uygun değildir”
deniyor.
Sonra 02.12.2014 tarihli, 6572
sayılı Kanunla gizlilik kararı yeniden geliyor. 6526 sayılı Kanunun yürürlüğe
girdiği 6 Mart 2014 tarihinden sonra altı ay dolmadan getirilen düzenlemenin
gerekçesi ise şu: “Ceza muhakemesi hukukuna hâkim olan ilkelerden biri de
kamuya açıklık ilkesidir. Ancak, bu ilke, kovuşturma evresine ilişkin olup,
soruşturma evresinde ise gizlilik ilkesi esastır. Soruşturma evresinin gizli
biçimde cereyan etmesi gerekmektedir”.
Hâlbuki daha altı ay önce ne
güzel konuşuyorduk, silahlar eşitti, avukatlar da iddia makamıyla aynı haklara
sahip olmalıydı, dosyaya erişim hakkı hiçbir şekilde sınırlanamazdı. Ne oldu o
altı ayda? Eylül-Ekim 2014’te 17-25 Aralık soruşturmalarında takipsizlik
kararları verildi, dolayısıyla silahların eşitliği ilkesiyle, hukukla, evrensel
ilkelerle olan ilişkimiz bitti; onlara gerek kalmadı.
Tabii bu süreçte sulh ceza
hâkimliklerinin de konuşulması, bu yargı makamının getirilmesinin son 10 yılın
önemli gelişmelerinden sayılması gerekiyor.
18.06.2014 tarihli, 6545 sayılı
Kanunla sulh ceza mahkemeleri kaldırılıyor, sulh ceza hâkimlikleri geliyor.
Sulh ceza mahkemeleri, işlerini, asliye ceza mahkemelerine devrediyor. Sulh
ceza hâkimlikleri de soruşturma aşamasında çoğunluğunu ağır ceza mahkemelerinin
gördüğü işleri yapıyor. Bunlara da “yargı paketleri” deniyor.
Dönem hangi dönem? 2014’ün başları
ve ortaları, yani 17-25 Aralık süreci.
Sulh ceza hâkimliklerini biraz
açalım: Sulh ceza hâkimlikleri ile, eski sulh ceza mahkemelerinin
soruşturmadaki görevleri yanında, takipsizliklere itirazlara da bakan, telefon
dinleme kararlarını her türlü durumda alan, yani ağır ceza mahkemelerine
bırakmayan, tutuklama kararını zaten kendisi veren, erişimin engellenmesi
kararlarını alan (veya almayan), yakın bir döneme kadar sulh ceza hâkimliğinin
tutuklulukla ilgili itirazlarına da bakan (sonra asliye ceza mahkemelerine geçti),
ancak soruşturmada aylık tutukluluk incelemelerini yapan, bunun yanında, CMK
m.172/2 uyarınca kesinleşmiş takipsizlik kararlarına karşı dosyayı canlandırma
yetkisi kendisine verilen makam da sulh ceza hâkimlikleri, dosyada kısıtlılık
kararı veren de sulh ceza hâkimlikleri. Tüm çıkışları kapatıyor yani sulh ceza
hâkimlikleri. Açan da tutuklayan da engelleyen de o merci; kapatan da
tutuklamayan da engellemeyen de…
Bu vesile ile “köklü”
değişiklikler, iktidarın kendilerine dokunulduğu en son hadiseden sonra
yapılıyor ve rejimin son duvarları da böylelikle örülmüş oluyor ve “ustalık”
dönemine geçiliyor.
Özel yetkili mahkemelerin
kaldırılmasına da o dönem “devrim” denilmişti. Devrim sözü artık iyice şuursuzca
kullanılıyor. Öyle ki; bir futbol takımı teknik direktörü, dörtlü savunmadan
üçlü savunmaya geçince devrim yapmış oluyor! Özel yetkili mahkemeler kalktı,
şimdi sulh ceza hâkimlikleri var.
Onun yanında, şimdi fiili olarak özel
yetkilendirilmiş savcılarımız, hâkimlerimiz yok mu? İstanbul Adliyesinde terör
savcılarının -ki bazıları terör dışı dosyalara da bakıyor- yüzünü görmeniz dahi
imkânsız. Mevcutlu şekilde adliyeye getirilen şüphelinin dahi ifadesini almayıp
şüpheliye ve müdafiine yüzünü göstermiyor savcı, tutuklanması için doğrudan
doğruya sulh ceza hâkimliğine sevk ediyor şüpheliyi. O savcıların katipleri
bile sizinle görüşmüyor, güvenlik görevlileri katiple görüşebilmeniz için size,
yani avukata ahize uzatıyor. Bu yargı mensuplarının adliyede yeri en üst katta,
kendilerini Allah gibi gördükleri için herhâlde.
Cezasızlığın bir de Türk Ceza
Kanunu’nda sayılı suçların cezalarının azaltılmasında tezahür ettiğini
görüyoruz, örneğin ihaleye fesat karıştırma suçu. 2013 yılında yapılan kanun
değişikliğiyle, ortada herhangi bir kamu zararı olmazsa 1 yıldan, kamu zararı
varsa da 3 yıldan başlıyor ihaleye fesat. Ayrıca artık ihaleye fesat karıştırma
dosyalarına çok fazla rastlamıyoruz. Öte yandan muhalefet partisinin yönettiği
belediyelerde 8 yıl önce açılan ihale, bir anda soruşturmaya konu edilebiliyor.
İş kazalarında da sanık suçlu
bile bulunsa, en kötü ihtimalle sanığa para cezaları veriliyor veya yatarı
olmuyor, toprağın altında ise onlarca ölü var; bu da bir cezasızlık.
İnfaz Kanununda yapılan
değişiklikler de cezasızlığın bir başka boyutu. İnsanlarda suçu işlerim,
gir-çık yaparım veya 1-2 hafta ya da 1-2 ay yatar çıkarım düşüncesi mevcut.
Koşullu salıverilmelerde, denetimli serbestlik tedbirinde özellikle en son 14.04.2020
tarihli, 7242 sayılı Kanunla yapılan değişiklikler sonrasında, covid izinleri
dolayısıyla açık ceza infaz kurumuna geçme hakkı kazananlar, infazlarını
tamamen dışarıda geçiriyorlar.
Şimdi de cumhuriyetimizin 100. yılı
“şerefine” af söylentileri var. Seçim değil, cumhuriyetimizin 100. yılından
dolayı imiş. Cumhuriyetin 100. yılına yakışan, genel af veya af mı?
Bunun yanında; cezasızlıkla
sonuçlanan soruşturmaların kamuoyu baskısı ile yeniden açılması, örneğin 6
yaşında kız çocuğuna istismar. Tabii bu davayla ilgili olmasa bile, Adalet
Bakanının geçtiğimiz yıllarda söylediği “küçüğün rızası” tabirini bir yere not
edelim. Kapanmış, sümen altı edilmiş dosyalar da, ancak Uğur Mumcu okumuş, Uğur
Mumcu bilen ve onun izinden giden gazeteciler haber yaptığı için açılabiliyor.
Hükümetimizde suçlarla
mücadelenin sırf ceza miktarını artırmakla, infaz güncellemelerinde istisnaya
tabi tutmakla olabileceği düşüncesi mevcut. Uyuşturucu suçları son dönemde en
çok işlenen suçlardan biri. Çok ciddi iddialar da var, tonlarca uyuşturucuya
göz yumulduğu yönünde mesela. Buna karşılık uyuşturucu maddeyi çok az miktar
alıp kullanması için başkasına verene 10 yıl hapis cezası veriyoruz. Uyuşturucu
kullanım yaşının 10’a kadar düştüğü söyleniyor.
Yine sözleri ile haklı kin ve
düşmanlığa tahrik eden insanların hiçbir şekilde bundan dolayı
soruşturulamaması, kovuşturulamaması ve burada düşman ceza hukuku kurallarının
işlemesi… Öte yandan Gülşen’i, Sedef Kabaş’ı alakasız bir nedenle ve orantısız
şekilde tutuklayabiliyoruz.
Yani bir yandan cezasızlık var;
bir yandan orantısız şekilde veya düşman ceza hukuku uygulamasının tezahürü ile
aşırı ceza veya açılmaması gereken soruşturmaların ve kovuşturmaların açılması
var, keyfi tutukluluklar var, yani hukuksuzluk var.
Düşman ceza hukuku uygulaması
olarak tutuklama yorumları, yani kanuni düzenlemenin uygulayıcılar tarafından
nasıl kullanıldığı da ayrı bir sorun. Tutuklama yasağı yoksa, “demek ki
tutuklanabilir” diyebiliyor hâkimler. Alınacak cezanın miktarına, ölçülülüğe
bakılmıyor, “tutuklanabilir” ibaresi de “demek ki tutuklanmayabilir de” diye algılanmıyor. Ha, duruma göre algılanıyor tabii.
Görüyoruz ki; “haddini bil” demek
suç değil, ama “haddini bil” diyene “haddini bil” demek suç ve tutuklama
nedeni. “Ahmak” demek suç değil, “ahmak” diyene “ahmak” demek suç. Bunlar örnek
değil, realite. Muhalefet liderine yumruk serbest; cumhurbaşkanına hakaret
tutuklama nedeni, dini değerleri aşağılamaya, halkı kin ve tahrike yönlendirmeye,
ezandan “Çav Bella” çalmaya tutuklama. Yumruk cumhurbaşkanına atılsa veya bir
bakana atılsa, TCK m.309 uyarınca darbeye teşebbüsten ceza alır sanıklar:
Devletin çenesine vurmak suretiyle başka bir düzen getirmeye teşebbüs suçu.
Bakıyoruz, muhalefet liderine yumruk
atan 2 yıl 1 ay ceza almış, “ahmak” diyene “ahmak” demek -ki o sözün kime
söylendiği de belli değil- 2 yıl 7 ay 15 gün.
Suçun failine ve mağduruna göre
ceza veya tutukluluk uygulanıyor veya uygulanmıyorsa zaten, orada kasti, yani
bilerek ve istenerek yapılmış bir tercih vardır ve o tercih hukuk devletinden
çıkmaktır.
Tutuklama konusuna girmişken,
tutuklu/hükümlü çelişkisi de ayrıca dikkate alınmalı. Hükümlü, yani suçu sabit
görülen kişi, açık ceza infaz kurumuna kolayca ayrılıyor ve pandemi dolayısıyla
dışarıda; suçu sabit olmayan kişi, yatacağı cezayı belki de çoktan yatmış kişi,
kapalı ceza infaz kurumunda kalıyor, izni yok. Tutuklu değil de hükümlü olsun
diye, kararı istinafa temyize götürmeyenler var. Neden? Çünkü istinaf veya
temyiz reddederse ileride, belki o zaman açık izinleri olmaz. Geçici madde var
çünkü, adı üzerinde, geçici. Ama istinaf veya temyiz etmezse açığa geçecek, açıktakiler
de pandemi izninde. Karar varsın kesinleşsin, zaten istinaf, temyiz ne kadar
inceleme yapacak ki? Böyle bir düşünce ile insanlar hak arama hürriyetlerini,
etkin kanun yollarını kullanmıyorlar. Ne kadar acı bir durum.
Ülkede HSK seçimi oluyor,
daire başkanları seçilecek, kimin adamı seçildi, ülkücü kanat mı dinci kanat
mı, Hak-Yol mu, hangi “yola” mensup, onlara bakılıyor. Hangi bakan hangi
tarikata yakın, kim kimin elini öptü, yargıya kim hâkim, onlarla ilgileniyoruz.
2010 referandumunda da iki grup birlikteyken “Darbelerle mücadele ediyoruz,
evet deyin.” dendi, halk evet dedi. İki gruptan biri altı yıl sonra darbe yaptı.
Uğur Mumcu’nun 1975 yılında
söylediği gibi; “Bir toplum böyle çöker işte. Devletin yerini kaba kuvvet
alır, susulur! Yasanın yerini din alır, korkulur! Yolsuzluklar, cinayetler
birbirini izler, eller kollar bağlanıp götürülür. Vuran vurur, öldüren öldürür
ve bütün bunlardan sonra, bir çete gelir ve devleti teslim alır”. Maalesef Uğur Mumcu bu sözünden 18 yıl
sonra katledildi.
Ama ülkemizde aydınlanma kökleri,
hiç umulmadık kadar, küçümsenmeyecek kadar sağlam. O kökler; bizi onlarca yıl
yönetenlerden de sağlam, bakanlardan da, sözde kendilerini bağımsız ilan eden,
gücü özgürlüklerinde olan gazetelerden de sağlam, altılı masadan da sağlam.
Sözlerimi Atatürk’ün çok sevdiğim
bir sözüyle noktalamak istiyorum: “Vatan mutlaka selamet bulacak, millet
mutlaka mutlu olacaktır. Çünkü kendi selametini, kendi saadetini memleketin ve
milletin saadet ve selameti için feda edebilen vatan evlatları çoktur”.
Bize düşen, aydınlanmadan,
hukuktan ayrılmamak ve aydınlık yolda ilerlemektir. Teşekkür ederim…