Hemen ön bilgi: “Marmara’da”
değil, “Silivri’de Bir Gün” olacaktı başlık; ama Silivrililer incinmesin diye
Marmara yazdım. Silivri’de bulunan ceza infaz kurumuna Silivri adı verilmesine
içerleyen yurttaşlarımız, cezaevinin adı Marmara olarak değiştikten sonra, bu
başlık sayesinde bir rahat nefes daha alır diye düşünüyorum. Biz de şimdi
cezaevine giderken, “Marmara’ya gidiyorum.” diyoruz, Silivri çıkmıyor
ağzımızdan. Çünkü 1,5 saat yol da gitsek, orası Marmara, gitmesek de
Marmara’dayız tabii; ama olsun. Olması gereken, Silivrililerin cezaevi ile
anılmamaları. Mesela Silivri Cezaevinin adı en baştan Marmara olsaydı, hiç
Silivri demeyecektik, hep Marmara diyecektik oraya. Esasında keşke cezaevini
Marmara Denizi’nin tam ortasına koysaydık da, gönül rahatlığıyla Marmara
Cezaevi diyebilseydik. Olsun, yine de diyeceğiz, ağzımızdan kaçsa da. Çünkü mesela
“Duruşma hangi adliyede?” diye sorulduğunda, Çağlayan demeyiz biz, çünkü
adliyenin adı Çağlayan değildir. İstanbul’dur. Nereye yolculuk dendiğinde,
“İstanbul’a gidiyorum.” deriz. Burada da artık aynı durum oldu neyse ki,
Silivrililer rahat etti. Evet, “Marmara’da Bir Gün” yazı başlığımız. Hukuku tam
da ilgilendiriyor mu bu yazı, emin değilim. “Öyle” kısmına daha da yakışır
gibi, o nedenle “öyle” bir yazı oldu bu. Başlıyoruz.
Müdafii olduğum bir tutukluyu
ziyaret için Marmara’ya doğru yola çıktım (Bakın nasıl Marmara diyorum).
Gitmeden önce ofisten bana, “Şu kişileri de görür müsün, şu şu havadisleri
iletir misin?” dediler, “Görürüm, iletirim.” dedim, görmemek, iletmemek mümkün
değildi. Hazır o kadar gitmişken Marmara’ya.
Kendi görüşmemi yaptım bilmem kaç
no’lu infaz kurumunda. Sonra da ana yere döndüm, bu kez başka bir bilmem kaç
no’lu infaz kurumunu görebilmek için. Cezaevini bilmeyenler için söylüyorum (Şey
gibi, radyoda maç anlatan spikerler eskiden, stadı bilenler için söylüyorum
derlerdi): Cezaevinde otoparktan sonra biraz yürünür, ortak bir yerde baro
servisi beklenir, servis de sizi kaç no’luya gitmek isterseniz oraya götürür. Çok
no’lu birim vardır çünkü cezaevinde. Çoğu zaman, hangi no’luya giderseniz
gidin, çok beklenir servis. Daha da çoğu zaman, siz o no’luda yaptığınız
görüşme sonrası ana yere yürümek zorunda kalırsınız. Ama bazı no’lulardan veya
bazı no’lulara yürümek mümkün olmaz.
Neyse kendi no’lumda görüşmemi
yaptım, girişe döndüm. Araya öğle arası girdiğinden ve servisler ara verdiğinden,
öğle arasının bitmesini bekledim. Ara bitince otoparktan ana yere geri döndüm ve baro servisine
binerek başka bilmem kaç no’luda şahısları görmek için yola koyuldum. O başka
bilmem kaç no’luda “Ziyaretçi Kabul Merkezi” olarak adlandırılan yerde kayıt
işlemlerimi yaptırdım, bana orada avukat görüşme odalarının dolu olduğu, biraz
beklemem gerektiği söylendi. 1 saate yakın meslektaşlarımızı bekledim, sonra tutukluların/hükümlülerin
kaldığı yere aldılar beni.
Yine stadı bilmeyenler
için söylüyorum; kayıt yaptırdıktan sonra, ceza infaz kurumuna, yani
tutukluların hükümlülerin kaldığı yere geçersiniz, oraya geçmek için de bir
müddet yürürsünüz. Yani iki ayrı binadır o.
Ziyaret gerçekleştireceğiniz o
binaya girmeden önce kemer çıkarılır, ötüyorsa ayakkabı çıkarılır, ayrıca orada
araba anahtarı, güneş gözlüğü, sigara paketi, dolma kalem vs. maddeler
bırakılır. Ben de araba anahtarımı -ki kendisine, neye benzediğini göstermek
için yazı başlığının altında yer verdim (Şimdiye kadar, “Araç anahtarı ne alaka
lan?” demiş olabilirsiniz)- görevliye verdim, görevli de X-Ray cihazının
bulunduğu yerin üstüne bıraktı.
Beni görüşme odasına aldılar, görüşme
odasında da ayrıca, yaklaşık 45 dakika bir tutukluyu, sonrasında 15 dakika başka
bir tutukluyu bekleyerek, toplasanız 15-20 dakika süren görüşmeleri
gerçekleştirdim ve yaklaşık 1,5 saat o bina içerisinde, toplamda 2,5 saat de
başka bilmem kaç no bünyesinde kalmış bulundum.
Çıktığımda araç anahtarımı almaya
yeltenirken, baktım üç tane aynı tip, Renault marka araçlara ait anahtar.
“Hangisi benimki?” diye sordum; “Vallahi şimdi söyle söyleyelim”, “Bilemedik”,
evele gevele vs. vs. 1-2 dakikalık gerilim yaşandı. Solda bir araç anahtarı,
sağda bir araç anahtarı, ortada bir araç anahtarı. Yalnız ortadaki anahtarın
hemen sağına ve soluna bitişik şekilde güneş gözlüğü ve sigara paketi konuşlandırılmış;
bu iki madde, araç anahtarını korumaya almış yani. Demek ki o saf dışı. Yani ortadaki
araç anahtarının sahibi kimse, aynı zamanda sigara paketi ile güneş gözlüğünün
de sahibi. Ya soldaki benim bu durumda ya sağdaki. Koyan da ben olmadığım için,
hatta koysam da yerini değiştirebilecekleri için, net bir şey söyleyemedim. Anahtarım
için “Nasıl bir şeydi?” diye sordular, “Böyle bir şeydi.” diye üçünü birden
gösterdim. “Yani var mıydı belli bir çiziği?” vs. diye sordular, “Hiç o gözle
bakmadım.” diye yanıtladım. Bir yandan da baktım, “Hakikaten var mıydı onun
belli bir defosu?” diye, ama o defolar bana tanıdık gelmedi. Sonra aklıma bir
fikir geldi, araç anahtarlarının pillerine bakmak. Burada soldaki araç
anahtarının pili Duracell, sağdaki araç anahtarı hiç bilmediğim bir markaya
ait. Evreka şeklinde aldım Duracellli, soldaki anahtarı. Zaten diğerine hiç
ısınamadığımı söyledim içimden. Duracellliye de, “Bu kadar çizik yoktu yahu
benimkinde.” diyerek şüpheyle baktım bir yandan. Bu arada o başka no’lu ikinci
binadan çıkarken görevliler bana, benim anahtarımın hangisi olduğunu tespit
için kamera kayıtlarına bakacaklarını da söylediler servis gelene kadar. “İyi
bari.” dedim. Ziyaretçi Kabul Merkezine döndüm, servis bekledim. O başka
no’ludan ana yere yürümek mümkün değil bu arada. Diğer başka no’lular daha
yakın ve yürünesi. Derken servis geldi, tam bineceğim, bana dediler ki Ziyaretçi
Kabul Merkezinden: “Binmeyin, sizin anahtar o değilmiş”. Koşarak indim avukat görüşmelerinin
yapıldığı binaya. Oradaki görevliler “Biz öyle bir şey demedik, sadece kamera
kayıtlarına baktık, sizin anahtarınızın nereye koyulduğunu tespit edemedik, siz
vermişsiniz, biz koymuşuz, ama sırtınız dönük, nereye koyulduğu belli değil,
koyulup koyulmadığı bile anlaşılmıyor.” dediler. Hatta pişkince “Anahtarı
vermemiş olabilir misiniz?” diye sordular. “Ne münasebet!” dedim. O zaman
ortada dört farklı Renault anahtarı olacak. Renault Kapalı Cezaevi mi orası?
“Neyse tamam.” diyerek çıktım servis
bekleme yerine. Önceki servis de kaçmış bulundu tabii o sırada. Bu sırada güzel
haber geldi; diğer, yani sağdaki anahtarın sahibi de görüşmesini bitirmiş,
servis bekleme yerine geliyormuş. Dedim “Tamam o zaman, bitti bu iş”.
Yüzü Tarık Akan’ın yaşlılığına,
“Koçum Benim” zamanından bi’ 10 yıl sonraya benzeyen, uzun boylu, saygıdeğer
olduğu hâlinden tavrından belli meslektaşım bana doğru yürüyüp, “Renault sahibi
siz misiniz?” diye sordu. Bugüne kadar hiçbir meslektaşım bana, “Renault sahibi
siz misiniz?” diye sormamıştı. “Evet benim.” diye gülümsedim. “Tamam o zaman.”
dedi, “İşi garantiye aldık”. “Araçtan memnun musunuz?” diye sordu, “Memnunum
ancak kilometresi biraz fazla oldu, değiştirmeyi düşünüyorum artık.” diye
yanıtladım. “Ben çok memnunum.” dedi, baro servisi geldi, bindik. Bir an için anahtarlarımız
tutmasa bile; en kötü onunki benimdir, benimki onundur. Pil teorimi anlattım,
takdir etti Tarık Akan meslektaşım. Bununla birlikte “Bana kalırsa benim
anahtarım elimdeki değil, benimkinde bu kadar çizik yoktu.” dedi.
Servisten inip otoparka yürüdük,
aracını bize oldukça yakına çekmiş Tarık Akan meslektaşım, elindeki anahtara
davrandı, “tık” diye sesle aracının anahtarının kendi elindeki olduğunu teyit
ederek “Hah, tamam, benimkiymiş!” dedi. Bu kadar çiziği varmış demek ki. Meslektaşımız
adına sevindim, o da bana bol şans diledi. Ben de kendi aracıma doğru yürümeye
devam ettim. Aracım görüş açıma girince açma düğmesine bastım, “tık” diye ses
geldi, yürümeye devam ettim. Bu kez kapamaya bastım, yine “tık” diye ses. Yalnız
bir yanlışlık var gibi, zira aracın lambaları yanmadı o sırada. Hatta araca
iyice yaklaşınca “tık” sesi de çıkmaz oldu. Evet, anahtar benim değilmiş.
Otopark girişine yakın, Renault Captur’a ait olduğunu anlaşıldı anahtarın. Captur’dum
o araca doğru. Aç düğmesine bastım, “tık”, kapa düğmesine bastım, “tık”. Yani
benim anahtarım; ortadaki, bir başka meslektaşın sigara ve güneş gözlüğü
markajına girenmiş.
O sırada Tarık Akan meslektaşım
otopark bariyerinden çıkarken, durumuma üzüldü ve “Sizin için yapabileceğim bir
şey var mı?” diye sordu. Yüzü olduğu kadar, yüreği de Tarık Akan’a benzeyen
meslektaşıma, telefonundan ofisi aramam ricasında bulundum, telefonunu verdi, ofisi
arayıp, esasında makul bir zamanda gerçekleşmesi beklenen toplantımı
ertelemelerini talep ettim. Bana tekrar şans diledi meslektaşım ve ofisine
doğru yol aldı.
Otopark girişindeki kulübede
bulunan görevli ağabeylere durumu açtım. Bana üzüntülerini ilettikten sonra, kendilerinden
o başka no’lu yeri aramalarını istedim, telefon numaralarını, yani dahili
numarayı zoraki bulup aradılar (Stadı bilmeyenler için söylüyorum,
dahili numaraları bulmak çok zordur), kendilerine o başka no’ludan, dönüş
yapacakları söylendi. Ben de “Tamam, bekleyelim bir süre.” moduna girdim. Oraya
gitmeye kalksak, yürü, et, servis bekle, servisle oraya git, servisle oradan dön,
epey sürecek. Yarım saat bekledik, ses yok. Ben de kulübenin orada oturdum
ağabeylerle. Çay teklif edildi; içmedim çünkü açım, sabahtan beri bir şey
yememişim (Beni bilmeyenler için söylüyorum, aç karnına çay içmem). Bu arada
saat 15.00 suları. “Su alabilirim.” dedim, su verildi. Kayısı geldi, yedim,
yerken kayısıdan “captur” diye ses geldi.
Canım da iyice sıkıldı tabii, yanımda
hiçbir şey yok. Bir şey okuyamıyorum, telefonum yok zaten. Can sıkıntısından, yüzünü
hiç görmediğim, adını da bilmediğim meslektaşımın Captur’unu açıp açıp kapattım
bir süre: “tık”, “tık”; “tık, “tık”. Baktım o başka no’ludan haber gelecek gibi
değil, tekrar arayın dedim. “Dahilisi neydi yahu?” oranın diyerek, tekrar o
dahiliyi bulmaya koyuldular; bir şekilde ulaşıldı oraya ve üzücü haber geldi o
başka no’ludan: Avukat, “Benim işim uzun, beklemesin beni.” demiş benim için.
Tabii paşam.
Yola koyuldum o başka no’lu için
tekrar. Baştan başlayacağız yani anlayacağınız. Baro servisini bekledim epey, gittim
o başka no’luya, servis şoföründen 1 dakika beni beklemesini rica ettim, yoksa
bir sonraki ringi bekleyeceğim. “Anahtar alıp geleceğim hocam.” dedim. Anahtarı
alıp, meslektaşımızınkini bıraktım. Meslektaşımın bu mücadelelerden haberi yok
tabii. Görüşmesini yaptıktan sonra hemen çıkıp, kendi anahtarına kavuşacak paşam.
Döndüm ana yere, yürüdüm aracıma,
bastım düğmeme: “tık”, “tık”. Işık da yandı, konu da kapandı. Amaç neydi, 15-20
dakika, dosyası hakkında hiçbir şey bilmediğim iki kişi ile görüşmek. Zaman
kaybı ne, yaklaşık 5 saat. Bir de yıpranma payını ekleyelim. Üstüne de dönüş
trafiğini…
Bu arada araba anahtarıma baktım,
pil Duracell, evet. Çiziklerine baktım. Anahtarımın daha da çizikli olduğu
ortaya çıktı. Benim ilk aldığım yanlış anahtardaki çizikler, benimkinden azmış yani
anlayacağınız. İnsanın yüzündeki benleri inceler gibi, araç anahtarımın
çiziklerini not aldım kafama. Peki gün? Bitti.
Bu olaydan yaklaşık iki hafta
sonra satışa çıkardım aracımı ve bir süre sonra da sattım. Tabii ki bu nedenle
değil; kilometresi fazla, biraz yıprandı, benim gibi.
Hemen son bilgi: Tutukluluk istisnadır
ve en son uygulanacak koruma tedbiridir. Bu nedenle ceza gibi tatbik
edilmemelidir. Ceza infaz kurumlarında bu kadar tutuklu olmamalıdır.