(Yazı, “Hukuk Defterleri” dergisinin 2017 Temmuz - Ağustos sayısında yayınlanmıştır)
1.
Giriş
Ceza Muhakemesi Hukukumuzda
tutuklama müessesesinin tatbiki sürekli tartışılmakta, bazılarına cömert,
bazılarına ise olması gerektiği gibi, yani son çare olarak uygulandığı, bunun
da eşitsizlik oluşturduğu belirtilmektedir.
Bu yazıda tutuklamanın
şartlarına değinilmeye, uygulamada yer alan sıkıntıların önüne geçmek adına, çözüm
yolları gösterilmeye çalışılacaktır.
5271 sayılı Ceza
Muhakemesi Kanunu’nda (CMK) keyfi uygulamanın önüne geçmek amacıyla 5353, 6352,
6526 ve 6763 sayılı kanunlarla bazı değişiklikler yapıldığı, ancak bu
değişikliklerin tatbikatta hiçbir iyileşmeye yol açmadığı görülmektedir. Yazıda
bunun nedenlerine de yer verilecektir.
2.
Tutuklamanın Şartları
Esasında tutuklamanın iki
ana şartı vardır. Bunlardan ilki şüpheli veya sanığın suç işlediğine yönelik kuvvetli
suç şüphesini gösteren somut delil bulunması, ikincisi ise bir tutuklama
nedeninin varlığıdır. CMK m.100/1’in ilk cümlesine göre; “Kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren somut delillerin ve bir
tutuklama nedeninin bulunması halinde, şüpheli veya sanık hakkında tutuklama
kararı verilebilir. “Verilebilir” kelimesinden de anlaşılacağı üzere bu iki
şartın varlığı, doğrudan doğruya tutuklama kararını gerektirmez. CMK m.100/1’in
ikinci cümlesi bu hususu açıklığa kavuşturur: “İşin önemi, verilmesi beklenen ceza veya güvenlik tedbiri ile ölçülü
olmaması halinde, tutuklama kararı verilemez”.
O halde; kuvvetli suç
şüphesini gösteren somut delil ve tutuklama nedeninin varlığı halinde ve
uygulanmasının ölçülü olacağı durumda (burada ölçülülüğü üçüncü bir şart olarak
belirtebiliriz), hakim tarafından verilen tutuklama kararının hukuka uygun
olacağı söylenebilir.
Şimdi bu üç hususa ve tatbikattaki
yerine göz atalım.
a. Kuvvetli Suç Şüphesini Gösteren Somut
Delilin Varlığı
“Somut delil” ibaresinden
ne anlaşılması gerektiğine değinmeden önce, 06.03.2014 tarihinde yürürlüğe
giren ve özel yetkili savcılık ve mahkemeleri kaldıran 6526 sayılı Terörle
Mücadele Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu ile Bazı Kanunlarda
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun öncesinde “somut delil” değil, “olgu”
ibaresinin kullanıldığını belirtelim. “Somut delil” kıstası ile
tutuklama müessesesinin tatbikinin daha da zorlaştığı düşünülebilir; ancak
“olgu” kelimesinin de varsayımlara, akıl yürütmelere izin vermediği ve
tutuklamaya esas oluşturan şüphenin somut ve yaşanmış olaylara dayanmasını
gerektirdiği tartışmasızdır. Delilin olgudan farkı,
delilin bir ispat aracı olmasından, bir olgunun/vakıanın ya da sonucun iddia
edildiği gibi gerçekleşip gerçekleşmediğinin delil ile ispatlanmasından
kaynaklanmasıdır. Olgu ise, birtakım olayların dayandığı sebep veya bu
sebeplerin yol açtığı sonuç, vakıa anlamına gelmektedir. Ancak kullanılan tabir “olgu”
da, “somut delil” de olsa, tutuklama için kuvvetli suç şüphesinin varsayımlara,
ihtimallere değil, elde edilen somut bulgulara dayandırılması gerektiğini
belirtelim.
Tutuklamanın ön şartı
olduğunu söyleyebileceğimiz, şüpheli veya sanığın suç işlediğine yönelik
kuvvetli şüpheden ne anlaşılması gerektiği burada önem arz etmektedir. Kuvvetli
suç şüphesi; failin suç işlediği yönünde, iddianame tanzimi için gereken
yeterli şüpheden de fazla bir ihtimalin bulunduğu durumlar için geçerli olup,
dosya kapsamında yer alan deliller ile orta zekalı biri tarafından failin suç
işlediği konusunda yüksek ihtimal öngörülmekte ise, kuvvetli şüpheden söz
edilir.
Soruşturma evresinde sulh
ceza hakiminde oluşan kuvvetli şüpheyi gösteren somut delillerin varlığı
halinde, tutuklamanın ilk şartının gerçekleştiği kabul edilir. Öldürme suçuna
konu edilen bıçakta bulunan tek parmak izinin şüpheliye ait olması ve kamera
kayıtlarında şahsın gözükmesi, çocukların cinsel istismarı suçunda mağdurun
vücudu üzerinde şüphelinin kılına rastlandığının bilirkişi incelemesi ile sabit
olması, şüpheliler arasında gerçekleşen telefon görüşmelerinde telaffuz edilen
uyuşturucu madde miktarından hareketle şüphelinin evinde yapılan aramada
telefon konuşmalarında bahsedilen miktarda uyuşturucu maddeye rastlanması;
kuvvetli suç şüphesini gösteren somut delillerin varlığına örnek olarak
gösterilebilir.
Ancak uygulamada, tutuklamaya
gerekçe olarak gösterilen “mevcut delil durumu” gibi basmakalıp sözlerle kuvvetli
suç şüphesini gösteren olgu/somut delil kıstasının bertaraf edildiği
görülmektedir. Bir anlamda uygulayıcılar, “dosyada kuvvetli suç şüphesini
gösteren olgu vardır” cümlesini karar veya taleplerinde kullanmış ve
tutuklamanın ilk şartını bu şekilde aşmışlardır. Bu durum da, kuvvetli suç
şüphesinin varlığına kanaat getiren hakimlik ve mahkeme kararlarının
keyfiliğine yol açmaktadır.
b. Bir Tutuklama Nedeninin Varlığı
CMK m.100/2’ye göre tutuklama
nedeninden iki durumda söz edilebilir. İlki, şüpheli veya sanığın kaçması,
saklanması veya kaçacağı şüphesini uyandıran somut olgular bulunması; ikincisi,
şüpheli veya sanığın davranışlarının delilleri yok etme, gizleme veya
değiştirme ya da tanık, mağdur veya başkaları üzerinde baskı girişiminde
bulunma hususlarında kuvvetli şüphe oluşturmasıdır. Her iki durumda da, “somut
olgular bulunması” ve “davranışlarının kuvvetli şüphe oluşturması”
ibarelerinden anlaşılacağı üzere somutluk aranmaktadır.
Buna göre, şüpheli veya
sanığın kaçma ve delil karartma “ihtimali” bizatihi tutuklama nedeni olarak
görülemez. Yine, şüpheli veya sanığın bir kısım tanıklar üzerinde baskı
girişiminde bulunması “ihtimali” tutuklamaya konu edilemez. Tutuklama nedeninin
varlığı için kaçma, delil karartma, tanık, mağdur veya bir başkasına baskı
girişiminde bulunma şüphesini gösteren somut olgular gerekir. Örneğin
şüphelinin, işlediği suçtan sonra yurt dışına uçak bileti alması, tanığın
cumhuriyet savcısına verdiği ifadede şüpheli tarafından yanlış ifade vermesi
için tehdit edildiğini söylemesi ve cep telefonundan buna ilişkin mesajları
göstermesi somut tutuklama nedeni olarak görülebilir.
Bunların yanında CMK
m.100/3’de düzenlenen bir hüküm vardır ki, yukarıda saydığım tutuklama
nedenlerini bir anlamda önemsiz hale getirir. Hükümde katalog suçlara yer
verilmiş, şüpheli veya sanığın bu suçların işlediği yönünde kuvvetli şüphe
sebeplerinin varlığı halinde tutuklama nedeninin varsayılabileceği hüküm altına
alınmıştır. Bu anlatıma göre,
katalogda yer alan suçların işlendiği yönünde kuvvetli suç şüphesini gösteren
somut delillerin varlığı halinde, CMK m.100/2’de sayılan tutuklama nedenlerinin
varlığı ayrıca araştırılmayacak, şüpheli veya sanığın kaçma şüphesini, delil
karartma ve tanıklara baskı yapma ihtimalini gösteren olgular olmasa bile,
tutuklama nedeni olduğundan bahisle şahıslar tutuklanabilecektir.
Bu düzenleme,
uygulayıcılara net şekilde keyfilik tanımakla, “suçun vasıf ve mahiyeti” veya
“şüpheli üzerine atılı suçun katalog suçlar arasında yer alması” gibi
gerekçelerle tutuklamaya veya tutukluluğun devamı kararlarına dayanak
olmaktadır. Her ne kadar CMK m.100/3’te “var
sayılabilir” ibaresi kullanılsa ve katalogda bulunan suçların işlendiği
hususunda kuvvetli şüphe sebeplerinin varlığı doğrudan doğruya tutuklamaya
gerekçe olmasa bile, bu suçların işlendiği yönünde kuvvetli suç şüphesi
bulunmakta ise diğer tutuklama nedenleri aranmayacağından ve uygulamada da “atılı
suçun CMK m.100/3’te sayılan katalog suçlardan olması” gerekçesi ile tutuklama
cihetine gidildiğinden, keyfi kullanıma açık CMK m.100/3’ün kaldırılması
isabetli olacaktır.
Sadece soruşturulan suçun
ciddiyetine dayanılarak verilen tutuklama ve tutukluluğun devamı kararları, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi
m.5/3’e ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına da aykırıdır.
1 Haziran 2006 tarihli Mamedova - Rusya kararında; tutukluluk durumunun,
işlendiği iddia olunan suçun mahiyetine dayanılmak suretiyle uzatılmasının
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 5. maddesinin 3. fıkrasını ihlal ettiği
belirtilmiştir.
Yine, 22 Mayıs 2012 tarihli Idalov - Rusya, 6 Şubat 2007 tarihli
Garycki-Polonya, 26 Ekim 2006 tarihli Chraidi-Almanya ve 26 Temmuz 2001 tarihli
Ilijkov-Bulgaristan kararlarına göre; kanunda gösterilen olası cezanın
ağırlığı, sanığın kaçma riski ile ilgili bir husus olsa da, tek başına
tutukluluk süresinin uzatılması açısından yeterli bir sebep değildir.
Netice itibariyle; tutuklamada
keyfiliğin ve hukuka aykırı tutuklamanın önüne geçilmesi ve Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi’ne uygun hareket edilmesi amacıyla CMK m.100/3’ün
kaldırılması gerekmektedir.
c. Ölçülülük/Oranlılık İlkesi
Ölçülülük ilkesine
Anayasanın “Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması” başlıklı 13. maddesinin 2.
cümlesi ile CMK m.100/1’in 2. cümlesinde yer verilmiştir. Buna göre; kişi temel
ve hürriyetleri kanunla sınırlandırılabilir ve şahıslar şartları oluştuğu halde
tutuklanabilir. Ancak bu kısıtlamanın ölçülü olmaması durumunda tutuklama
kararı verilemez.
Ölçülülük, yalnızca
tutuklama kararının verilmesinde değil, ayrıca bunun devamında da dikkate
alınması gereken bir ilke olup, müdahale ile ulaşılmak
istenen amaç ile müdahale neticesinde bireyin temel hak ve özgürlüklerinde
meydana gelen sınırlama arasında makul bir oran bulunmasına işaret eder.
CMK m.100/4’te düzenlenen tutuklama
yasaklarına ve adli kontrole ilişkin düzenlemeler ölçülülük (oranlılık)
ilkesinin yansımasıdır. Ancak oranlılık ilkesinin uygulama alanı yalnızca
tutuklama yasakları ile sınırlı değildir. Tutuklamanın oranlılığı açısından
tutuklama kararının somut olay göz önünde bulundurulduğunda ölçülü olması
gerekir. Bunun için de bir taraftan sanığın kişi özgürlüğü, diğer taraftan
olayın önemi ve beklenen ceza tartılmalı, şüpheli ya da sanığın yaşam
ilişkileri, mesleki ve ailevi bağlantıları, sağlık durumu göz önünde
bulundurulmalıdır.
Örneğin her ne kadar
kanunda tutukluluk yasağı olmasa da, alt sınırı üç ila beş yıl olarak
düzenlenen bir suçta tutukluluk kararı verilmesinin ölçülülük ilkesine aykırı
olduğunu söyleyebiliriz. Şahsın mahkeme tarafından suçlu bulunması halinde
dahi, ceza infaz kurumunda çekeceği ceza (hele ki kanunlar ve OHAL KHK’leri ile
getirilen değişiklikler de düşünüldüğünde), infaz kurumunda kalmasını dahi
gerektirmeyebilir. Son dönemlerde cumhurbaşkanına hakaret, halkı kin ve
düşmanlığa tahrik veya aşağılama, basit yaralama gibi uzun süreli hapis
cezasını gerektirmeyen suçlarda şahısların tutuklandığını görmekteyiz. Bu
hususun ölçülülük ilkesine aykırı olduğu tartışmasızdır.
3.
Gerekçesiz Şekilde Tutuklamaya veya Tutukluluk Halinin Devamına Karar Verilmesi
5 Temmuz 2012 tarihinde
yürürlüğe giren 6352 sayılı Yargı Hizmetlerinin Etkinleştirilmesi Amacıyla Bazı
Kanunlarda Değişiklik Yapılması ve Basın Yayın Yoluyla İşlenen Suçlara İlişkin
Dava ve Cezaların Ertelenmesi Hakkında Kanun’un 97. maddesi ile CMK m.101/1’de
değişikliğe gidilmiş, “Tutuklama kararı” başlıklı maddenin ikinci fıkrasında; “Tutuklamaya, tutuklamanın devamına veya bu
husustaki bir tahliye isteminin reddine ilişkin kararlarda hukuki ve fiili
nedenler ile gerekçeleri gösterilir. Kararın içeriği şüpheli veya sanığa sözlü
olarak bildirilir, ayrıca bir örneği yazılmak suretiyle kendilerine verilir ve
bu husus kararda belirtilir.” şeklinde yer alan düzenleme; 6352 sayılı Kanunla
“Tutuklamaya, tutuklamanın devamına veya
bu husustaki bir tahliye isteminin reddine ilişkin kararlarda;
a)
Kuvvetli suç şüphesini,
b)
Tutuklama nedenlerinin varlığını,
c)
Tutuklama tedbirinin ölçülü olduğunu,
gösteren
deliller somut olgularla gerekçelendirilerek açıkça gösterilir. Kararın içeriği
şüpheli veya sanığa sözlü olarak bildirilir, ayrıca bir örneği yazılmak
suretiyle kendilerine verilir ve bu husus kararda belirtilir.” şeklinde
geliştirilmiştir.
CMK m.101/2’de yapılan bu
değişiklik şüphesiz, tutuklamanın tatbikini daha da zorlaştıran ve bir ceza
değil, tedbir olduğu gerçeğini gözeten bir metne sahip olmakla birlikte,
uygulamada bu değişikliğe yine riayet edilmemiş, “mevcut delil durumu” gibi
soyut bir gerekçe, yerini “iletişim tespit tutanakları, kamera görüntüleri, çek
aslı, tanık beyanları” gibi öncekine göre daha belirgin olmasına rağmen yine
soyut gerekçelere bırakmıştır.
Kaldı ki yukarıda yer
verdiğimiz CMK m.100/1 hükmü de CMK m.101/2’nin yeni halini karşılamaktadır,
zira hakim kararının gerekçeli olması gerekir (CMK m.34). Anayasa m.141/3 hükmü
de, bütün mahkemelerin her türlü kararlarının gerekçeli olması gerektiğine
işaret eder. Yine, CMK m.101/1’in ikinci cümlesindeki “Bu istemlerde mutlaka gerekçe gösterilir ve adli kontrol uygulamasının
yetersiz kalacağını belirten hukuki ve fiili nedenlere yer verilir.” ibaresi
de, adli kontrolün tutuklama şartlarının bulunması halinde esas, tutuklamanın
ikincil olduğuna ve adli kontrolün neden yetersiz kalacağının da somut şekilde açıklanması
gerektiğine işaret etmektedir. Burada iş, uygulayıcıya düşmektedir.
Tutuklama ve tutukluluğun
devamı kararlarındaki keyfilik, bilimsel araştırmalara da konu edilmiş, Prof.
Dr. Feridun Yenisey ve Prof. Dr. Ayşe Nuhoğlu tarafından yürütülen “Türkiye’de
Tutukluluk Uygulamaları ve Tutuklamada Savunmanın Rolü” başlıklı araştırma
sonucunda; dava dosyalarının yalnızca yüzde 3’ünde savcıların gerekçe
göstererek tutuklama talebinde bulunduğu, herhangi bir gerekçe göstermeden
tutuklama talebinde bulunulan dosyaların oranının yüzde 97 olduğu, hakimlerin çok büyük oranda savcıların tutuklama
istemini kabul ettiği, savcıların tutuklama talebinin reddedildiği dosya
oranının yüzde 3 olduğu, yani
savcıların tutuklama istemini hakimlerin
yüzde 97 oranında kabul ettiği ifade edilmiştir.
4.
Tutukluluk için Öngörülen Azami Süreler
CMK m.102’nin ilk iki
fıkrasına göre; “(1) Ağır ceza
mahkemesinin görevine girmeyen işlerde tutukluluk süresi en çok bir yıldır.
Ancak bu süre, zorunlu hallerde gerekçe gösterilerek altı ay daha uzatılabilir.
(2)
Ağır ceza mahkemesinin görevine giren işlerde, tutukluluk süresi en çok iki
yıldır. Bu süre, zorunlu hallerde, gerekçesi gösterilerek uzatılabilir; uzatma
süresi toplam üç yılı geçemez”.
Özetle tutukluluk, asliye
ceza mahkemelerinde en fazla 1 yıl+6 ay; ağır ceza mahkemelerinde ise 2+3 yıl
süre ile uygulanabilir.
CMK m.102’de dikkat
çekici kullanım, her iki fıkrada da yer verilen “zorunlu hallerde” ibaresidir. Tutuklama zaten uygulaması zorunlu,
en son çare olarak başvurulan bir tedbir iken, asliye ceza mahkemelerinde 1
yıllık, ağır ceza mahkemelerinde 2 yıllık tutukluluk süresinin geçmesi durumunda,
tutukluluğun soyut şekilde kendiliğinden 6 ay/3 yıl uzatılmasının kabul edilir
tarafı yoktur. Bu nedenle, CMK m.102’de yer verilen “zorunlu haller” kıstasının
titiz şekilde uygulanması ve CMK m.100 ve 101 şartlarını da aşacak şekilde
değerlendirilmesi gerekir.
Ayrıca 1 ve 2 yıllık
tutukluluk sürelerinin “azami” olduğunu, şüpheli veya sanıklar hakkında tahliye
kararı verilmesi için bu sürenin geçmesinin beklenmeyeceğini, CMK m.103/2 ve
104/1’in
de bu hususa işaret ettiğini, şartların oluşmadığı ve delil durumunun şüpheli
veya sanık lehine değiştiği durumda şahısların derhal tahliye edilmesi gerektiğini
yeri gelmişken belirtelim.
Uygulamada tutukluluk
süresinde esas sorun, dosyanın kanun yolu aşamasında kendisini göstermektedir.
Yargıtay veya bölge adliye mahkemeleri incelemesinde olan dosyalarda,
tutukluluğunda azami süresi son bulan sanığın bu adli makamlar tarafından
salıverilmesi mümkün müdür? Daha açık bir ifadeyle, kanun yolu aşaması
tutukluluk süresinden sayılır mı?
Esasında CMK m.100 vd.
hükümlerine, “Tanımlar” başlıklı CMK m.2’nin (e) ve (f) bentlerine, yani soruşturma
ve kovuşturma tanımlarına bakıldığında, hükmün kesinleşmesine kadar geçen
sürenin kovuşturma olduğu düşünülerek, bu sürenin tutuklamanın tatbiki yönünden
yerel mahkeme aşamasından farklı değerlendirilemeyeceği açık şekilde
görülmektedir.
Ancak Yargıtay Ceza Genel
Kurulu; 12.04.2011 tarihli, 2011/1-51 E., 2011/42 K. sayılı kararında, sanığın
“hükmen tutuklu” olduğu, yani mahkumiyet hükmü ile birlikte tutukluluğunun
devam ettiği durumda temyizde geçen sürenin tutuklama hesabına dahil
edilmeyeceğini belirtmekle, kanunda yeri olmayan değerlendirmede bulunmuştur.
Kararın ilgili yeri
şöyledir: “(…) Tutukluluk sürelerinin
hesabında yerel mahkeme tarafından hüküm verilinceye kadar geçen süre
dikkate alınmalı, buna karşın yerel mahkeme tarafından hükmün verilmesinden
sonra tutuklu sanığın hükmen tutuklu hale gelmesi nedeniyle temyizde geçen süre
hesaba katılmamalıdır. Zira, hakkında mahkumiyet hükmü kurulmakla sanığın altılı
suçu işlediği yerel mahkeme tarafından sabit görülmekte ve bu aşamadan sonra
tutukluluğun dayanağı mahkumiyet hükmü olmaktadır. Nitekim Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi de AİHS'nin 5. maddesinin uygulamasına ilişkin olarak verdiği
kararlarda tutuklulukla ilgili makul sürenin hesabında, ilk derece mahkemesinin
mahkumiyet hükmünden sonra geçen süreyi dikkate almamaktadır.
Somut
olayda, 22.04.2005 tarihinde tutuklanan sanık D.’nin Ceza Genel Kurulu'ndaki
inceleme tarihi itibarıyla CMK'nın 102/2. maddesinde belirtilen beş yıllık
tutukluluk süresinin dolduğu ve bu nedenle tahliyesine karar verilmesi
gerektiği ileri sürülebilecek ise de, yerel mahkemenin hüküm tarihi olan
22.03.2010 tarihinde henüz beş yıllık sürenin dolmamış bulunması ve temyiz
aşamasında geçen sürenin maddede yazılı azami tutukluluk süresinin hesabında
dikkate alınmayacak olması nedeniyle, yasal olarak tahliyesine karar verme
zorunluluğu bulunmamaktadır.
Bu
itibarla, hakkındaki hükmün aleyhe bozulmuş olması da göz önüne alındığında
sanık D.’nin tutukluluk halinin devamına karar verilmelidir”.
Bu kararın ardından
Yargıtay Ceza Genel Kurulu 18.09.2012 tarihli, 2012/1-941 E., 2012/1780 K.
sayılı kararı ile de aynı yönde kanaat oluşturmuş, bu kararları Yargıtay ceza
dairelerine de emsal teşkil etmiş; Yargıtay 5. Ceza Dairesi’nin 28.02.2017
tarihli, 2016/10994 E., 2017/721 K. sayılı, 27.12.2016 tarihli, 2016/9614 E.,
2016/9958 K. sayılı, 07.12.2016 tarihli, 2016/10238 E., 2016/9577 K. sayılı,
Yargıtay 12. Ceza Dairesi’nin 23.11.2016 tarihli, 2016/8222 E, 2016/12939 K.
sayılı, 21.10.2016 tarihli, 2016/7328 E., 2016/12072 K. sayılı, 17.02.2015
tarihli, 2014/12399 E., 2015/2784 K. sayılı, Yargıtay 10. Ceza Dairesi’nin
30.06.2016 tarihli, 2016/2193 E., 2016/2078 K. sayılı kararlarında da,
tutukluluk sürelerinin hesabında, yerel mahkeme tarafından hüküm verilinceye
kadar geçen sürenin dikkate alınması, hükümden sonraki sürenin hesaba
katılmaması yönünde kanaate varmıştır.
Buna mukabil Yargıtay 20.
Ceza Dairesi, 2015/15899 E. sayılı dosyasında 2015/2 ara karar numarası ve
oybirliği ile verdiği 23.11.2015 tarihli ara kararında; 07.08.2010 tarihinde
yakalanıp 11.08.2010 tarihinde tutuklanan, 04.12.2013 tarihinde haklarında
mahkumiyet kararı verilen sanıkların CMK m.102/2 uyarınca 5 yıllık azami
tutukluluk süreleri dolduğundan tahliyelerine karar vermiş, bu karar uygulamada
bir istisna olarak yer almıştır.
Gerek kanuni ve gerekse
vicdani kanaat, azami süreye ulaşıldığı durumda tutuklu sanığın tahliyesine
karar verilmesi gerektiğidir. Yargılama süreleri sanık tarafından değil, yargı
makamları tarafından titizlikle uygulanması gereken bir mefhum olmakla, burada
yapılan gecikme ve hatalar sanığa yüklenemez.
5.
Sonuç ve Öneri
Kanun lafzında açık ve
somut gerekçe gösterilmesi gerektiği belirtilse de, mahkemelerin bir şekilde bu
gerekçeleri aştığı, soyut gerekçeleri bir derece daha somutlaştırmakla birlikte
CMK’nın aradığı anlamda somutlaştıramadığı ve katalog suçların keyfi tutuklamaların
önünü açtığı, kanun değişiklikleri ile Yargıtay kararlarının da tutuklu
sanıklar lehine uygulanamadığı sistemimizde; tutuklama tedbirinin daha sağlıklı
şekilde uygulanabilmesi için katalog suç düzenlemesi kaldırılmalı, CMK
m.100/4’te düzenlenen tutuklama yasağında “2 yıldan fazla olmayan” şeklinde
hüküm altına alınan üst sınır artırılmalı, her ne kadar kanun lafzından
anlaşılsa da, uygulamadaki hatanın önüne geçmek adına Yargıtay sürecinin de
tutukluluk hesabında dikkate alınması gerektiğine işaret eden hüküm
getirilmelidir.
Esasında CMK m.100 veya
101’e, “şüpheli veya sanığın suç işlediğine yönelik kuvvetli suç şüphesini
gösteren somut delillerin neler olduğu kararda net ve her türlü şüpheden ari şekilde
açıklanması” gibi bir ibare eklenmesi de isabetli olur ki, bu hususun yine
uygulayıcılar tarafından keyfi kullanıma açık olduğu, daha önce “mevcut delil
durumu”, 6352 sayılı Kanun sonrası sözgelimi “kamera kayıtları” olarak
gösterilen gerekçenin, yeni düzenleme sonrasında “kamera kayıtlarında şüphelinin
görülmesi” gibi soyut gerekçe ile bertaraf edilmesi de mümkündür. Bu nedenle,
bir önceki paragrafta yer verdiğimiz kıstaslar daha sonuç doğurabilir
niteliktedir.