(Yazı, “Hukuk Defterleri” dergisinin Aralık 2024 - Şubat 2025 sayısında yayımlanmıştır)
Yaklaşık
beş yıl önce; 15.04.2020 tarihinde yürürlüğe giren 7242 sayılı Kanunla vücut
bulan infaz düzenlemesine yönelik kanun teklifi ile ilgili değerlendirme ve eleştirilerimi,
pandemi döneminde olduğumuz için dergimizin ancak internet sitesinde yer
verebildiğimiz yazı ile ifade edebilmiştim[1].
Yazıda yer verdiğim eleştiriler, hâlen güncelliğini koruyor ve sorunlar artarak
devam ediyor.
5275
sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’un yürürlükte
olduğu yaklaşık 20 yıllık süreçte birçok değişiklik yapılmış. Şüphesiz bunların
en önemli ve hükümlüler için “hayati” olanı; koşullu salıverilme, denetimli
serbestlik gibi müesseselerle ilgili düzenlemeler.
Suç tarihi,
suçun vasfı, cezanın kesinleşme tarihi, şahsın belirli bir tarihte cezaevinde
bulunup bulunmaması, şahsın ilk cezası kesinleştikten sonra yeniden suç işleyip
işlememesi, önceki mahkumiyet kararının özelliği, suçun koşullu salıverilme
sırasında işlenip işlenmemesi, bunlar hep önemli veriler. Yetmiyor; işin geçici
maddeleri, covid izinleri, yönetmelikleri, başka denklemleri de var.
Hatta bazı hukuk siteleri infaz hesaplama programlarına yer veriyor. Bilgileri
giriyorsunuz, size yatar hesabı veriyorlar. Ne kadar güvenilir, bilemem. Ama
infaz hâkimleri, infaz savcıları, kanun koyucular ne kadar tutarlı; o da ayrı
konu tabii.
Evrensel’in haberine göre[2];
Türkiye’de cezaevleri, kapasitelerini yüzde 24 oranında aşarak rekor kırmış
durumda. Kapasitesi 299 bin olan cezaevlerinde toplamda 371 bin 587 kişi olduğu
ifade ediliyor. 315.697 hükümlü ve 55.890 tutuklu olmak üzere toplamda 371.587
kişinin bulunduğu kaydedilmiş.
Tutuklu
sayısı “biraz” fazla geldi. Tutukluluğu istisna değil bir kural olarak
uygularsanız, ayrıca öç alma vesilesi ve baskı unsuru olarak kullanırsanız, önce
cezaevleri taşar, sonra da hükümlülerin çıkmasının yollarını ararsınız. Tabii
bunu da allı pullu söylemlerle gerekçelendirirsiniz; insan hakları gibi, kişi
hürriyeti ve güvenliği hakkı gibi…
Tutuklular
malum, kapalı cezaevlerinde kalıyor; zira bizde tutukevi diye bir yapı yok.
Şahıs cezaevinde kalsın, delil karartmasın. Şahıs cezaevinde kalsın, aklını
başına devşirsin, öyle her aklına geleni söylemesin, yapmasın.
Tüm bu
düzenlemelerin ve kanun değişikliklerinin nedeni ne peki? Cezaevleri doluyor,
bundan olabilir. Görmüyoruz, ama duyuyoruz. Çift vardiyalı uyku sistemi var
koğuşlarda, üst üste yatıyor insanlar. Bu nedenle ve “bazı” insanların artık
çıkması gerektiği için bazı suçların koşullu salıverilme oranı hükümlüler lehine
değişiyor; buna mukabil “suçla mücadele” gerekçesiyle bazı suçlarda koşullu
salıverilme oranı artırılıyor. Suçla böyle mücadele etmek uygun görülüyor demek
ki.
“Devlete
karşı işlenen suçlarda devlet affeder, kişilere karşı işlenen suçu ancak suçun
mağduru affedebilir.” düşüncesi dile getirilmesine rağmen[3]; örneğin
9. Yargı Paketi olarak bilinen 7531 sayılı Kanunla hakaret suçu uzlaştırma
kapsamından çıkarılarak önödeme kapsamına alındı. Amaç suçun mağdurunun
değil, devletimizin kazanması.
Daha hazin
bir örnek vereyim: 30.03.2020 tarihi öncesinde bir kişiye alkollü şekilde
seyrettiği otomobili ile çarpıp onun ölümüne neden olan, olay sonrası kaçtığı
için alkollü olup olmadığı belirlenemeyen ve daha sonra kolluk görevlilerince yakalanan
bir failin, taksirle ölümden alacağı cezada yatma ihtimali yok. Yine bir şahsı
kasten yaralayan, dolandıran, tehdit eden kişinin, yine milyon dolarlık
ihalelerle devleti zarara uğratanların cezasının, sadece sabıka kayıtlarında
bir satırlık hacmi var. Öte yandan sırf bir bankada hesabı olduğu için 2 yıl hapis
cezası alan faili cezaevinde bir süre misafir etmek durumundayız.
Ancak
aramızda kalsın; artık Yargıtay, banka hesaplarına para yatırmadan dolayı verilen
mahkûmiyet kararlarını bozuyor. Cezası daha önce onananların ise Allah
taksiratını affetsin. Hoş, daha önce bu tür kararlara Yargıtay yolu da
kapalıydı. Ekim 2019’da kanun koyucumuz 7188 sayılı Kanun düzenlemesi ile insan
hakları açısından suç örgütü, hakaret, suç işlemeye tahrik, halkı kin ve
düşmanlığa tahrik veya aşağılama gibi suçlarda temyizin önünü açtı. Uyanık
olmak gerekiyor bu nedenle, kanun düzenlemelerini ve Yargıtay kararlarını mahallenizin
marketinde indirime giren ürünleri takip eder gibi takip etmelisiniz.
Akla şu
soru gelebilir: Şahıs, cezası kesinleştikten sonra yatmayacaksa veya cezasını
açık ceza infaz kurumunda çekecekse, neden tutuklayıp kapalı ceza infaz
kurumunda tutuyoruz bu şahısları? Bu herhâlde bir hata olamaz. Yani “Evet, bu
şahsın alabileceği ceza da azmış, neden tutuklamışız?” denecek kadar çetrefilli
bir durum yok ortada. Bir uygulama tercihi var.
Demek ki infaz
sistemine güvenmek için önce hukuk sistemine ve kararlara güvenmek lazım. A
şahsın söylediği sözler onu 3-4 ay tutuklu tutarken, B şahsın söylediği aynı
sözler “devlet aklı” olabiliyorsa, 55.890 tutuklu sayısı 55.889 olmuş çok
önemli değil, temelde bir sorun var demektir.
Evrensel haberinde geçen şu bilgiye de yer
vereyim; güncel verilere göre açık cezaevinde kalan, yani cezası kesinleşen
şahıs sayısı 81.231 kişi iken, tutuklu, yani hakkında henüz hüküm verilmeyen,
verildi ise bu hükmü kesinleşmeyen şahıs sayısı 55.890. Birbirine gayet yakın
bu sayılarla, yargılama süreleri, kanun değişiklikleri de doğrudan etkileniyor
ve sırf bu nedenle bile adaletsizlik doğuyor. Bu hususlar üst üste eleştirilince
ve toplumda artık infial derecesinde tepkiler gelince de; “Cezasızlık algısını
kıracağız.” deniyor ve hükümlünün “gir çık” şeklinde ceza infazının önüne
geçilmeye çalışıldığı söyleniyor.
Ülkede bir
realite var, insanlar cezalandırılmayacaklarını düşünüyorlar ve suç işliyorlar.
Bu suçun karşılığı olarak bir süre cezaevinde kalıyorlar. Sonra paketler
geliyor, çıkıyorlar, sonra da cezalandırılmayacaklarını düşünüyorlar. Bir kısır
döngü hâli…
“Seçim
geliyor, muhtemelen hükümlü lehine iyileştirme yapılır.” düşüncesi de bir şehir
efsanesi değil. Bununla birlikte infazda yaptığınız her değişikliğin, terazinin
dengesini iyice şaşırttığı gerçek. Merak etmeyin, yeni cezaevi yapılacakmış. Bunlarla
övünen, dünyanın veya Avrupa kıtasının en büyük adliyeleri ile yani kısaca
adalet değil inşaatla övünen ülke olduk. Yoksa İstanbul Adliyesini ben de
severim; ancak her katta ikişer baro odası ve altışar tuvaletle, asansör ve
yürüyen merdiven sayılarıyla adalet ve hukuk devleti ilerlemiyor.
Sonuç
olarak; siyasi davalarla cezası kesinleştirilenleri, yatarı olmayacak suçlardan
tutuklu kalanları, tutukluluğu bir öç ve baskı unsuru olarak kullananları, canı
yanmış mağdurların infaz değişiklikleri ile bir kez daha mağdur olmalarını, katalog
suçlarla tutuklamayı kural hâline getirmeyi, sırf ceza miktarını artırmayı
suçla mücadele sayanları akıldan çıkarmayan bir sisteme, hukuk kültürüne
ihtiyaç duyduğumuz bir gerçek. Sorunun sadece infaz düzenlemesinin değil, Ceza
Muhakemesi Kanunu’nun, Türk Ceza Kanunu’nun tatbikinden, hatta devletin üç erki
olarak gösterilen yasama, yürütme ve yargının “bilinçli” tercihinden kaynaklandığı
da gerçek. Bu husus bilinmeli ve tepkiler, eleştiriler ve çalışmalar bu
yönleriyle yapılmalı.
Beş yıl
önceki yazımı, “Cezaevi doluluğunu önlemek, keyfi tutuklama/mahkûmiyet
kararlarının önüne geçmek ve ifade özgürlüğünü sağlamakla; salgınla mücadele
ise, salgın riski bulunan tüm tutuklu ve hükümlüler yönünde bir düzenleme ile mümkündür.”
diyerek bitirmişim, buna bir de suçla mücadele etmeyi ekleyeyim. Tabii,
ceza miktarını artırmayı suçla mücadele için yeterli görmemeyi de… Malum, “Kabil’den
bu yana cezalarla dünya ne korkutuldu ne iyileştirildi[4]”.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder