31 Ocak 2025 Cuma

İnfaz Sistemimizin Dinamikleri ve Dinamikliği Üzerine Notlar

 (Yazı, “Hukuk Defterleri” dergisinin Aralık 2024 - Şubat 2025 sayısında yayımlanmıştır)

Yaklaşık beş yıl önce; 15.04.2020 tarihinde yürürlüğe giren 7242 sayılı Kanunla vücut bulan infaz düzenlemesine yönelik kanun teklifi ile ilgili değerlendirme ve eleştirilerimi, pandemi döneminde olduğumuz için dergimizin ancak internet sitesinde yer verebildiğimiz yazı ile ifade edebilmiştim[1]. Yazıda yer verdiğim eleştiriler, hâlen güncelliğini koruyor ve sorunlar artarak devam ediyor.

5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’un yürürlükte olduğu yaklaşık 20 yıllık süreçte birçok değişiklik yapılmış. Şüphesiz bunların en önemli ve hükümlüler için “hayati” olanı; koşullu salıverilme, denetimli serbestlik gibi müesseselerle ilgili düzenlemeler.

Suç tarihi, suçun vasfı, cezanın kesinleşme tarihi, şahsın belirli bir tarihte cezaevinde bulunup bulunmaması, şahsın ilk cezası kesinleştikten sonra yeniden suç işleyip işlememesi, önceki mahkumiyet kararının özelliği, suçun koşullu salıverilme sırasında işlenip işlenmemesi, bunlar hep önemli veriler. Yetmiyor; işin geçici maddeleri, covid izinleri, yönetmelikleri, başka denklemleri de var. Hatta bazı hukuk siteleri infaz hesaplama programlarına yer veriyor. Bilgileri giriyorsunuz, size yatar hesabı veriyorlar. Ne kadar güvenilir, bilemem. Ama infaz hâkimleri, infaz savcıları, kanun koyucular ne kadar tutarlı; o da ayrı konu tabii.

Evrensel’in haberine göre[2]; Türkiye’de cezaevleri, kapasitelerini yüzde 24 oranında aşarak rekor kırmış durumda. Kapasitesi 299 bin olan cezaevlerinde toplamda 371 bin 587 kişi olduğu ifade ediliyor. 315.697 hükümlü ve 55.890 tutuklu olmak üzere toplamda 371.587 kişinin bulunduğu kaydedilmiş.

Tutuklu sayısı “biraz” fazla geldi. Tutukluluğu istisna değil bir kural olarak uygularsanız, ayrıca öç alma vesilesi ve baskı unsuru olarak kullanırsanız, önce cezaevleri taşar, sonra da hükümlülerin çıkmasının yollarını ararsınız. Tabii bunu da allı pullu söylemlerle gerekçelendirirsiniz; insan hakları gibi, kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı gibi…

Tutuklular malum, kapalı cezaevlerinde kalıyor; zira bizde tutukevi diye bir yapı yok. Şahıs cezaevinde kalsın, delil karartmasın. Şahıs cezaevinde kalsın, aklını başına devşirsin, öyle her aklına geleni söylemesin, yapmasın.

Tüm bu düzenlemelerin ve kanun değişikliklerinin nedeni ne peki? Cezaevleri doluyor, bundan olabilir. Görmüyoruz, ama duyuyoruz. Çift vardiyalı uyku sistemi var koğuşlarda, üst üste yatıyor insanlar. Bu nedenle ve “bazı” insanların artık çıkması gerektiği için bazı suçların koşullu salıverilme oranı hükümlüler lehine değişiyor; buna mukabil “suçla mücadele” gerekçesiyle bazı suçlarda koşullu salıverilme oranı artırılıyor. Suçla böyle mücadele etmek uygun görülüyor demek ki.

“Devlete karşı işlenen suçlarda devlet affeder, kişilere karşı işlenen suçu ancak suçun mağduru affedebilir.” düşüncesi dile getirilmesine rağmen[3]; örneğin 9. Yargı Paketi olarak bilinen 7531 sayılı Kanunla hakaret suçu uzlaştırma kapsamından çıkarılarak önödeme kapsamına alındı. Amaç suçun mağdurunun değil, devletimizin kazanması.

Daha hazin bir örnek vereyim: 30.03.2020 tarihi öncesinde bir kişiye alkollü şekilde seyrettiği otomobili ile çarpıp onun ölümüne neden olan, olay sonrası kaçtığı için alkollü olup olmadığı belirlenemeyen ve daha sonra kolluk görevlilerince yakalanan bir failin, taksirle ölümden alacağı cezada yatma ihtimali yok. Yine bir şahsı kasten yaralayan, dolandıran, tehdit eden kişinin, yine milyon dolarlık ihalelerle devleti zarara uğratanların cezasının, sadece sabıka kayıtlarında bir satırlık hacmi var. Öte yandan sırf bir bankada hesabı olduğu için 2 yıl hapis cezası alan faili cezaevinde bir süre misafir etmek durumundayız.

Ancak aramızda kalsın; artık Yargıtay, banka hesaplarına para yatırmadan dolayı verilen mahkûmiyet kararlarını bozuyor. Cezası daha önce onananların ise Allah taksiratını affetsin. Hoş, daha önce bu tür kararlara Yargıtay yolu da kapalıydı. Ekim 2019’da kanun koyucumuz 7188 sayılı Kanun düzenlemesi ile insan hakları açısından suç örgütü, hakaret, suç işlemeye tahrik, halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama gibi suçlarda temyizin önünü açtı. Uyanık olmak gerekiyor bu nedenle, kanun düzenlemelerini ve Yargıtay kararlarını mahallenizin marketinde indirime giren ürünleri takip eder gibi takip etmelisiniz.

Akla şu soru gelebilir: Şahıs, cezası kesinleştikten sonra yatmayacaksa veya cezasını açık ceza infaz kurumunda çekecekse, neden tutuklayıp kapalı ceza infaz kurumunda tutuyoruz bu şahısları? Bu herhâlde bir hata olamaz. Yani “Evet, bu şahsın alabileceği ceza da azmış, neden tutuklamışız?” denecek kadar çetrefilli bir durum yok ortada. Bir uygulama tercihi var.

Demek ki infaz sistemine güvenmek için önce hukuk sistemine ve kararlara güvenmek lazım. A şahsın söylediği sözler onu 3-4 ay tutuklu tutarken, B şahsın söylediği aynı sözler “devlet aklı” olabiliyorsa, 55.890 tutuklu sayısı 55.889 olmuş çok önemli değil, temelde bir sorun var demektir.

Evrensel haberinde geçen şu bilgiye de yer vereyim; güncel verilere göre açık cezaevinde kalan, yani cezası kesinleşen şahıs sayısı 81.231 kişi iken, tutuklu, yani hakkında henüz hüküm verilmeyen, verildi ise bu hükmü kesinleşmeyen şahıs sayısı 55.890. Birbirine gayet yakın bu sayılarla, yargılama süreleri, kanun değişiklikleri de doğrudan etkileniyor ve sırf bu nedenle bile adaletsizlik doğuyor. Bu hususlar üst üste eleştirilince ve toplumda artık infial derecesinde tepkiler gelince de; “Cezasızlık algısını kıracağız.” deniyor ve hükümlünün “gir çık” şeklinde ceza infazının önüne geçilmeye çalışıldığı söyleniyor.

Ülkede bir realite var, insanlar cezalandırılmayacaklarını düşünüyorlar ve suç işliyorlar. Bu suçun karşılığı olarak bir süre cezaevinde kalıyorlar. Sonra paketler geliyor, çıkıyorlar, sonra da cezalandırılmayacaklarını düşünüyorlar. Bir kısır döngü hâli…

“Seçim geliyor, muhtemelen hükümlü lehine iyileştirme yapılır.” düşüncesi de bir şehir efsanesi değil. Bununla birlikte infazda yaptığınız her değişikliğin, terazinin dengesini iyice şaşırttığı gerçek. Merak etmeyin, yeni cezaevi yapılacakmış. Bunlarla övünen, dünyanın veya Avrupa kıtasının en büyük adliyeleri ile yani kısaca adalet değil inşaatla övünen ülke olduk. Yoksa İstanbul Adliyesini ben de severim; ancak her katta ikişer baro odası ve altışar tuvaletle, asansör ve yürüyen merdiven sayılarıyla adalet ve hukuk devleti ilerlemiyor.

Sonuç olarak; siyasi davalarla cezası kesinleştirilenleri, yatarı olmayacak suçlardan tutuklu kalanları, tutukluluğu bir öç ve baskı unsuru olarak kullananları, canı yanmış mağdurların infaz değişiklikleri ile bir kez daha mağdur olmalarını, katalog suçlarla tutuklamayı kural hâline getirmeyi, sırf ceza miktarını artırmayı suçla mücadele sayanları akıldan çıkarmayan bir sisteme, hukuk kültürüne ihtiyaç duyduğumuz bir gerçek. Sorunun sadece infaz düzenlemesinin değil, Ceza Muhakemesi Kanunu’nun, Türk Ceza Kanunu’nun tatbikinden, hatta devletin üç erki olarak gösterilen yasama, yürütme ve yargının “bilinçli” tercihinden kaynaklandığı da gerçek. Bu husus bilinmeli ve tepkiler, eleştiriler ve çalışmalar bu yönleriyle yapılmalı.

Beş yıl önceki yazımı, “Cezaevi doluluğunu önlemek, keyfi tutuklama/mahkûmiyet kararlarının önüne geçmek ve ifade özgürlüğünü sağlamakla; salgınla mücadele ise, salgın riski bulunan tüm tutuklu ve hükümlüler yönünde bir düzenleme ile mümkündür.” diyerek bitirmişim, buna bir de suçla mücadele etmeyi ekleyeyim. Tabii, ceza miktarını artırmayı suçla mücadele için yeterli görmemeyi de… Malum, “Kabil’den bu yana cezalarla dünya ne korkutuldu ne iyileştirildi[4]”.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder