26 Aralık 2024 Perşembe

Dedeağaçlı Hristo

 


Bu bir gezelim görelim yazısı değil. Bir şahıstan bahsedeceğim bu yazıda. Kahramanımızın adı Hristo, Dedeağaç’ta restoranı var. Bu bir yiyelim içelim yazısı da olmadığı için, restoranın adını da söylemeyeceğim.

Yılda birkaç kez gittiğim Dedeağaç’ta, yıllar önce, bilindik yerler dolu olduğu için yemek yemeye yer ararken denk geldiğimiz o restorana sonra sürekli gider hâle geldik. Daha sonra bilindik yerlerin lezzetinin düştüğüne de, fiyatlarının son derece “kazıki” olduğuna da şahit olduk. Hristo’nun yeri akşamları ilk başvurduğumuz yer oldu bu nedenle. Bilindik yerler “kazıki” olduğu kadar samimiyetsiz de, Türkleri kazıklama üzerine yani. Lezzetleri de Hristo’dan fazla değil. Çeşidi ve spesiyali bol olabilir belki onların. Bu abimizin ise hem yemekleri lezzetli hem de daha uygun, bayağı uygun hatta. Hep de mutlu etti bizi.

Eskiden boştu restoranı, sonra Yunan’a “mevsimlik göçler” başladığı için daha da dolmaya başladı, hele yazın sokağa ilave sandalyeler de koymak zorunda kaldı abimiz.

Adamın tipi, Bron/Broen dizisinden bildiğimiz Kim Bodnia’ya benziyor. Sürekli o var restoranda, ciddi bir duruşu var adamın. Ara ara tebessüm kalıntılarına rastlayabiliyorsunuz kendisinde, genelde olumsuz cevapları tebessümle oluyor. Hafif sinir bozucu tabii bu.

Her gittiğimde daha da yumuşuyor yine de adam. Başlarda soğuk bir “hoş geldin”di, sonra hafif tebessüm. En son gittiğimde adam gülerek “hoş geldin” dedi. Haftaya yine gitsem “hahaha lan ne adamsın” gülüşü yapacak. Kahkaha hiç olmayacak ama.

En son tek gittim, öğlen vakti uğradım, akşam için sözleştik. Dediğim saatte oturdum. “Salatanın küçük olma ihtimali var mı?” şeklinde, cevabını bildiğim soruya “Hayır.” diyor. Meyven var mı diyorum, “Yok.” diyor. Bir şey sipariş ediyorum, sonra “Fazla olur mu, başka şeyler de yiyeceğim.” diyorum, “Ne kadar aç olduğunu bilmiyorum.” diyor. “Biraz da suyuma git pezevengin evladı.” diyemiyorum kendisine.

Muhtemelen Türklerden çok hazzetmiyor; ama bence aynı derece Yunanlılardan da hazzetmiyor. Kendi içinde sistemi oturtmuş.

Adamla fotoğraf çektirmek istiyorum, ona da cesaret edemiyorum, ortaokul lise zamanımın babası gibi oldu adam, çekiniyorum adamdan. Konuşuyorum adamla, diyorum ki “Bu adam beni seviyor”. Ben de onu seviyorum, saygı duyuyorum, otoritesini kabul ediyorum yani Hristo’nun.

Birkaç yıl önce kızımıza hafif tebessümle baktığında, herhâlde bir iltifat veya “Okula gidiyor mu?” şeklinde soru beklerken, “Sandalyeye çıkmazsa sevinirim.” diyor. Bizi uğurlarken yine hafif tebessüm ediyor, “Aykut Kocaman’ın çılgın gol sevinci” gibi.

Neyse, bu da böyle bir insan, kötü değil, ama bende kahkaha attırma veya “Eee ne var ne yok?” şeklinde soru sordurma isteği var adama karşı. Yoksa, “Ne yaptınız Pazarkule’den mi girdiniz?”, “Şimdi Euro kaç TL’ye tekabül ediyor?” diye sormasını beklemiyorum.

WhatsApp’ını verdi Haziran ayında gittiğimizde. “Önden mesaj atarsan rezervasyon için, yardımcı olurum.” dedi. Ben sordum da dedi tabii. Yani, “Yahu kardeş, sürekli geliyorsun, istersen WhatsApp’tan ulaş.” demedi yani. Şimdi bu yazıyı adama WhatsApp’tan göndersem mi? Google Translate marifetiyle bitirir işi. Sonra nah girerim o sokağa.

Neyse, bana yazı yazdırdın ya Hristo, iyi noeller abiciğim.

13 Kasım 2024 Çarşamba

Dol Gözüm Dol

 


“İlk cümlesi çok zor bir yazı” diyebilirim bu yazıya. Hatta ilk cümle de, bu nedenle klavye israfı oldu. Ama bir şekilde yazılması gereken bir yazı bu ve bir şekilde başlanacak. Aklına gelen her şeyden bahsedip bu blogda zamanınızı çalan bendenizin, İrfan Alış’la ilgili birkaç paragraf yazmaması düşünülemez zira.

Benim, benzer yaş aralığındaki üç aşağı beş yukarı herkes gibi ritüellerim vardır. Bu, belli bir şehre yılda en az bir kez seyahat etmek gibi, günün belli bir saatinde kahve içmek gibi, İstanbul’un ücra bir yerine sırf belli bir şeyi yemek için gitmek gibi sıradan şeyler. Peyk konseri de benim bir rutinimdi. Konsere gidiyormuş hissiyatı ile gitmezdim oraya, bir görev gibiydi. Özellikle Anadolu yakasında konser verdikleri zaman o konsere gitmemem, ancak o tarihte şehir dışında olmamla açıklanabilirdi. Her gittiğimde de, “Bir sonraki konser ne zaman olacak?” diye sorardım Rena’ya, İrfan abinin eşine. Herhâlde bi’ on beş konserine gitmişimdir.

İlk plağım da Peyk’in 25. yılına özel çıkardığı plaktır. O zaman pikabım yok; ama “Bir Peyk plağım olsun.” deyip almıştım. Sayısı yirmiyi aşkın plağım var şimdi; ama pikaba ne zaman yeltensem, kızım araya girip “Peğk çal baba” diyor.

Ritüelim“di” dedim, çünkü bundan sonra sahneye çıksalar bile artık Peyk olmayacak sahnede. Yine kaliteli insanlardan müteşekkil bir grubun kaliteli müziğini ve güzel sözlerini dinleyeceğiz, ama İrfan abisiz olacak. İrfan abinin de dediği gibi, gruptan bir kişi eksildiğinde, o grup Peyk olmayacak artık.

Tabii İrfan abinin vefatına sırf bu nedenle, yani “Daha izlemeyeceğiz, canlı dinleyemeyeceğiz.” tümceleri ile üzülmek gayet bencilce ve demek istediğim de o değil. İrfan abiden artık faydalanamayacak olmanın verdiği bir hüzün var burada. Yani İrfan abi çıksa ve “Arkadaşlar Peyk olarak müzik yapmama kararı aldık.” dese, “Tamam abi.” der ve yine ondan, her ne yapıyorsa istifade eder, ne yapıyorsa katılırdık. Şimdi ise istifade edemeyeceğiz. Zira bizi her şeyiyle “hizaya sokan” biriydi İrfan Alış. Onu dikkatlice dinlerdik bize bir şey anlatıyormuş gibi, sadece şarkı dinlemek değildi bu.

21 Ekim 2022 tarihinde DasDas’ta 25. yıl etkinliği vardı, Circus adını verdikleri. Hayatımda izlediğim en etkileyici konserlerden biri olduğu gibi, sadece izleyici grubuna baktığımda bile etkilenmemek elde değildi. Herkes bizim gibi; bizim yaşlarda, sade, gösterişsiz, abartısız, kendi hâlinde, bir derdi olan insanlar. Etkileyiciliği de o düzgün sadeliğinde. Yüzlerde grubu dinlemenin mutluluğu, ellerde bira… Aynı insan topluluğunu tüm Peyk konserlerinde görürdünüz. Geçen hafta Büyük Piyale Paşa Camii’nde gördüğünüz kalabalık da öyleydi. Fark; gözler buğulu, kalplerde de fonda İrfan Alış fotoğrafı, “Denizdeyim sakin, güzel” yazısı olan bir kâğıt…

En azından eşimle, çocuğumla canlı dinleyebildim seni. Bu konuda bir “keşkem” olmadı. Birçok insan yazmış, canlı dinleyemediğinden, Hamiyet’i izleyemediğinden vs. bahsetmiş; bende onlar yok. Hoş, benim de çok isteyip bir türlü gidemediğim yerler, göremediğim şeyler var hayatta. Belki onlardan pişmanlık duyacağım ileride. Ama Peyk onlardan olmadı, fırsat tanımadım.

Yıllar önce, Kadıköy halkının biber gazı yediği sıradan bir akşamda verdiğin konser sonrası ve müteakip birkaç konserinin sonunda, “Kendinize iyi bakın, ölmeyin.” demiştin. Kurala sen uy(a)madın. Bu hayat böyle bir oyun maalesef.

Teşekkürler abi, ne diyeyim ki başka?

30 Ekim 2024 Çarşamba

Şu "Bir Tık" Meselesi

 

6 Ekim 2017 tarihinde sitede yayımladığım Bir Tık Keyfiyet yazımda bir tık kullanımının yanlışlığından dem vurmuş, hemen herkesin bu tabiri kullandığını belirtmiştim. Hatta direkt o kısmı alıntılayayım sizlere: “‘Tık’ kelimesinin anlamı, ince ve küçük bir nesne ile sert bir yere vurulduğunda çıkan sestir. Derecelendirme için ‘tık’ kelimesi kullanılmaz. ‘Bir tık daha iyi’, ‘bir tık aşağı’, ‘bir tık daha kolay’ gibi kullanımları kim çıkarttıysa helal olsun, tüm vatan toprağına yayıldı. En son Türk Dil Kurumu ‘tık’ kelimesinde ikinci bir anlama yer verecek diye düşünüyorum”.

Şanlı TDK sesimi duymuş ve bir tık tabirini, tık kelimesinde ikinci bir tanıma yer vererek sözlüğüne almış.

TDK’ye göre tık kelimesinin ikinci anlamı “derece, kademe”. Bu hususta bir örneğe de yer vermiş TDK: “‘Böylece istekli giden insanlar daha özveri ile çalışabilir ve bölgeye bir tık daha fazla katkı sağlayabilir...’ - Enes Başak”.

Sözlüğümüz, edebî (!) bir esere atıf yapıp Türk dili ustası Enes Başak’ın bu kullanımını örnek göstermiş. Genel kültürümüzün yetmediğini anladığımız bu yazarın kim olduğuna bakayım dedim. Perdenin Arkasındaki Hayat - 5 Gün Doktor, 1 Gün Öğretmenin Hikâyesi isimli bir kitabı var, kendisi doktor. 1989 doğumlu, benden küçük. 2016 yılının en iyi doktoru seçilmiş. Nasıl seçilebiliyor bir insan öyle, onu bilmiyorum. Ama demek ki iyi bir doktor. Benim tarihimdeki doktorlar neden yılın doktoru olamadılar, o konuda bir muhasebe yapmam şart.

Yalnız her şey bir yana, konumuz Enes Başak değil. Muhtemelen kıymetli de bir insandır, öyle gözüküyor. Ancak artık herkes bir tık kullanıyor ve Enes Başak kitabında bir tık kullandı diye tık’ı “derece, kademe” diye tanımlayıp bir de Enes kardeşimizin kitabındaki cümleye atıf yapmak garip geldi.

Edebiyat ustası Enes Başak, kitabında bir doktorun ilgisizliğinden yakınırken “umarsızca” kelimesini kullanınca umarsız kelimesine ikinci bir anlam mı eklenecek? Sonuçta hemen herkes yanlış kullanıyor.

Veya “kıykıttır” kelimesini herkes “yana kay” olarak kullanınca “kıykıttırmak” kelimesi yana kaymak olarak güncellenecek mi?

Neyse, sonuçta Bir Tık Keyfiyet yazısı kötü bir yazı değildi ve dediğimiz maalesef çıkarak bir tık sözlüğe girdi. Hayırlı olsun,  bir tık ama…

 

26 Eylül 2024 Perşembe

Tıkılak/Takılak VII

 

* Sırt çantamın -ki kendisiyle yaklaşık 10 yıldır birlikteyiz- fermuarı bozuldu. İnternetten fermuar tamircisi aradım, karşıma direkt Fermuar Hastanesi diye bir şey çıktı. Üsküdar’da yeri, mantıklı. Yorumları güzel, daha da mantıklı. Bayağı da takipçisi var ağabeyimizin. Bölge Adliye Mahkemesi dönüşümde Marmaray üzerinden uğradım ağabeyimize.

Aydın Tuhafiye diye geçiyor, tabelanın hemen altında da Fermuar Hastanesi yazıyor. Adamın adı ise Vehbi. Yani ufaktan bir “Foto Esat” durumu var (bkz. Gibi - Çaça ve Cosplay bölümü).

Dükkân çok küçük, zaten tek kişi girsin diye talimat var dükkânın camında. Dört farklı kâğıtta uzun uzun talimatlar yazıyor. Bir kısmı şu şekilde:

“Tamire getirdiğiniz ürünleri tamiri mümkünse hemen tamir edip veriyoruz.

Sırada beklediğiniz süre dışında sıranız gelip içeri girdiğinizde en fazla 3 ya da 4 dakika içinde tamir işiniz biter.

Kesinlikle bırakma, sonra alma gibi bir durum söz konusu değildir.

Tamire getirdiğiniz ürünleri bırakıp sonra almak ya da emanet olarak bırakmak için lütfen ısrar etmeyiniz”.

Orijinal bir dükkân olduğu kesin. Ben de bugün verir, yarın veya akşam alırım diye düşünürken, yazılanda olduğu gibi kısa bir süre (belki birkaç dakika fazla) bekledim, adam halletti fermuarı. Hatta benim fark etmediğim bir başka fermuar sıkıntısı daha vardı, onu da çözdü. Ben dükkâna girerken önümde iki kişi vardı, benden sonra da iki kişi geldi vs. vs. Ücreti de, toplu taşıma ile gidiş dönüş masrafınızdan daha uygun.

Niye bu kadar uzun anlattım bilmiyorum; etkiledi adam beni herhâlde. Aklınızda bulunsun: Foto Esat, pardon, Aydın Tuhafiye - Fermuar Hastanesi, Vehbi ağabey.

* Yeşilçam’da dublaj sanatçılarına çok büyük saygı duyarım. Sesini en çok beğendiğim kişi de Hayri Esen’dir, Itır Esen’in babasıdır aynı zamanda. Hepiniz biliyorsunuz sesini zaten. Hayri Esen’in ayrıca Tosun Paşa’da Daver Bey’in arkasındaki yaşlı adam olduğunu belirteyim. Hatta bu amca defterdar rolünde olacak ki, Tellioğulları ile Seferoğulları görüşmesinden sonra taraflar merdivenden inerken, Tellioğullarından Vehbi’nin (aa Vehbi ağabey bizi andı) Seferoğullarından Suphi’ye tekmesi sonrası Suphi Vehbi’ye yumruk atmadan hemen önce Hayri Esen’i görür ve “Hayırlı günler Defterdar Bey.” der.

İşin komik tarafı filmde, Hayri Esen’in kendi güzel sesini değil, dublörünün sesini duyarız; toplasanız filmde 2-3 cümlesi vardır ama o cümleler Hayri Esen tarafından seslendirilmemiştir. Neyse, Yeşilçam iyidir…

* Yılın aylarının ismiyle değil sırasıyla söylenmesi oldum olası garibime gitmiştir. Sadece yaşlılar değil, gençler de söylüyor bu şekilde. “Duruşma 4. ayın 26’sına bırakıldı.” gibi… “Düğünümüz var ağabey, bekleriz, 7. ayın 18’inde inşallah”. 18 Temmuz de geç kardeş, hayırlı olsun tabii de…

* itiraf.com diye bir site vardı eskiden, herkes itiraflarını yazardı. Şimdi de Ekşi Sözlük yazarları ekşi itiraf başlığı altında itiraflarda bulunuyor; ama itiraf.com daha sertti. Ekşi’de “Bazen her şeyin üstüme geldiğini düşünüyorum.” tarzı itiraflar var. Neyse ben de dandik bir itirafta bulunayım, bazen rehberimde bulunan telefon numaralarını, sırf o kişi aradığında açmayayım diye tutuyor ve silmiyorum. Çok basit bir itiraf tabii bu, itirafımsı, itir, itir esen, hayri esen. Bir de Gravesen vardı topçu, tank gibiydi.

Güzel sonbaharlar…

29 Ağustos 2024 Perşembe

Tıkılak/Takılak VI

 

* Genco Erkal vefat etti. Nur içinde yatsın.

Birçok kez sahnede izlemiştim. Nâzım Hikmet’in şiirlerini Nâzım’dan da iyi okuyan, yorumlayan kişidir, o şiirleri daha fazla sevdirendir de.

Benim için bir özelliği de, sosyal medyada beni engelleyen tek kişidir. Bir tweet’ine ironik bir şekilde “Sizden öğrenecek değiliz.” gibilerinden bir şey yazmıştım, o ironiyi anlamamış, engeli basmıştı. Olsun ne yapalım, EA vatan hainliğine devam ediyor hâlâ…

* Avukata akıl öğretme çok güzel bir şey.

“A: Biz sorduk avukat bey, öyleymiş o, öyle oluyormuş.

B: Hayır canım olur mu?

A: Yok, yok, oluyormuş”.

Gibi şeylere alışkınız da, geçen bir müvekkil şunu söyledi: “Önceden, yatak odana giren hırsızı öldürebiliyordun, böyle bir kanun vardı. Sonra Anayasa Mahkemesi bu kanunu iptal etti, artık öldüremiyorsun”.

Bu bir şehir efsanesi, o ayrı da, yatak odasına hırsızın girmesi ile ilgili bir kanundan nasıl bahsedilebiliyor, Anayasa Mahkemesi’nin iptali neye göre telaffuz ediliyor; iyi kafalar gerçekten. Yani şu dense anlarım, önceden Yargıtay böyle bir olayda meşru savunmanın (nefsi müdafaa) uygulanması gerektiğini söyledi, sonra bir kararında farklı düşündü vs. Yok, direkt Anayasa Mahkemesi iptal etmiş “kanunu”. İyi, peki…

Bu arada, bunu bana diyen şahsa da, “Yok o öyle değil, bu konuda bir şehi…” derken, “Yok, yok, öyle bir kanun vardı” dedi. Ben de “Hmm” dedim ve duruşmayı beklemeye devam ettim.

Buna benzer, yıllar önce bir hadise… Bir adamcağız, babam yaşında, saygı değer biri. Bir tişört giymiş, 98, 100’den büyüktür gibi bir şey. Galatasaray’ın 100. yılında bizim şampiyon olmamızla ilgili. “Aaa” dedim, “Güzelmiş”. “Evet” dedi, “6-0 tişörtü”. Dedim “Yok, bu 2005 yılında bizim şampiyon olduğumuzla ilgili bir tişört. Biz 98. yaşımızda şampiyon olduk, onlara 100. yıllarında şampiyonluk tattırmadık.” anlamında. Dedi, “Zaten o dönem 6-0 yendik biz Galatasaray’ı”. “Yok, o 2002-2003 sezonuydu” diyecektim; “Tamam, doğru.” dedim. Yorulmamak, hatta yorulmak istememek de lazım.

* Yukarıdaki Fenerbahçe anekdotu planda yoktu, bir anda geldi aklıma ve yazdım. Bunu yazarken de, dün önüme düşen 2007 sonu veya 2008 başı, kış mevsiminde FB TV’ye okulda verdiğim röportaja değinme isteği geldi. FB TV bizim okula gelmiş ve Fenerbahçelilerle röportaj yapıyor, ben de Fenerbahçe atkılı olduğum için benimle de röportaj yapmak istiyorlar. Ben de gayet rahat bir şekilde, düzgün bir Türkçeyle konuşmuşum bu arada. Hoşuma gittim.

O dönem gayet iyiyiz, Zico zamanı, Inter’i Şampiyonlar Ligi’nde yenmişiz vs. (Daha Sevilla’yla oynamamışız, çünkü “Fenerbahçe iyi gidiyor” derken çeyrek finale çıktığımızdan bahsetmemişim, bir de atkılıyım, çeyrek finale kaldığımız maç Martta). Bana unutamadığım maçlar sorulmuş, ben onların arasına 6-0’ı da geçirmişim (O dönem taze tabii, şu an 6-0 ananlara “mal” gözüyle bakıyorum, Tıkılak/Takılak II’de de yazdım).

Bazı güzel maçları sayarken, bu maçların arasında 95-96 Trabzonspor maçını anmamışım. Gerçekten, o maç o ayrıydı arkadaşlar. Dün gibi de hatırlıyorum. Buradan söylüyorum, o maç çok ayrıydı. 1 numaraya onu yazabilirim hatta. Aykut Kocaman diyor, işin argolu tezahüratına girmiyorum.

* Fenerbahçe kısmı spontane çıktı yukarıda belki, ama şimdi yazacağım kısım planda vardı.

“Ateistler bunu da açıklasın.”, “Allah’ın varlığı” vs. gibi konular var ya, örnekler veriliyor böyle; insan vücudu, ördeğin hemen yüzmeye başlaması, doğum vs., ki katılıyorum da bunların çoğuna. Ancak bir konu daha var. Mesela Fenerbahçe’nin o kadar şeyden sonra Lille’e o maçta elenmesi, ne bileyim 118. dakikada VAR uyarısıyla yediği penaltı golünden sonra demoralize hâlde iken pozisyona girip bu kez topun direkten dönmesi (2010’un son maçı olan TS maçı da ayrı konu tabii), tüm bunların hepsi ancak bir gücün varlığı ile açıklanabilir. Adına ne dersen de, Tanrı var. Aksi mümkün değil arkadaşlar.

* Ara ara çıkar böyle, “En mutlu 10 il” filan. 1. sırada her zaman olduğu gibi Sinop var, onu anladık. Ona zerre itirazım yok. Mis gibi şehir. De… Diğer şehirlere bakıyorsun, Afyonkarahisar, Bayburt, Kırıkkale, Kütahya, Çankırı, Düzce, Uşak, Siirt, Şırnak. İçlerinden yine bazılarına ses etmeyelim hani, ama (ofansif mizah is coming), bu mutluluk işi biraz beklenti ile alakalı olabilir gibi geliyor bana. Yani bir Şırnaklı muhtemelen “Oha lan güneş doğdu şehre bak.” diye düşünüyor olabilir. Veya bir Bayburtlu, “Olaya bak, musluktan su akıyor.”; Siirtli, “Bizim şehirde çay/kahve içilen kafeler var.” diye düşünüyordur muhtemelen. Oralılar kızmasın, azıcık ofansif olalım. Oyunu hep kendi sahamızda kabul etmeyelim.

Zaten benim Siirtli arkadaşlarım da, bir düşünüyorum, yok.

Zafer Bayramımız kutlu olsun…

30 Temmuz 2024 Salı

Tıkılak/Takılak V

 

* Son Tıkılak/Takılak yazımızı “Yaşasın 1 Mayıs!” cümlesiyle bitirmişiz. Bu sene 1 Mayıs, çarşamba gününe geldi ve bizim insanlar Perşembe ve Cuma izin alıp bu günleri hafta sonuyla birleştirip beş günlük tatile çıktı. Haftanın ortasındaki bir gün bile buna yetti anlayacağınız, anlayacağımız. Yani Çarşamba tatil olmasa da, herhangi bir perşembe, cuma gününde izin alsan dört gün tatile gidebiliyorsun. Tatilin 4 günlük olmasıyla, 5 günlük olması arasında kayda değer fark yok sonuçta. Demek ki insanımızda bu kadar bunalmışlık, bu kadar cana tak etmişlik, bu kadar rahat nefes alalımlık durum mevzubahis. Bir şey d(iy)emiyorum.

* 13 yıllık meslek hayatında ne tecrüben var diye sorarsanız, ilk şunu söylerim: Ödemesini ne zaman getireceği ile ilgili “İnşallah şu tarihte getireceğim” diyen müvekkil ödemesini getirmiyor; “inşallahsız” şekilde, “Şu tarihte getireceğim.” diyen getiriyor.

* Size benden bir takıntı (tıkılak, takılak, takıntı). Kitaplarımın ilk sayfasına (ilk sayfa gözüme pek uygun gelmediyse 3. sayfasına) çoğumuz gibi adımı soyadımı, kitabın alındığı zamanı (tarih veya ay yıl olarak), yine duruma göre alındığı yeri (bazen kitabevinin adı, bazen şehir, bazen ilçe olarak) yazıyorum. Ancak; aynı yazarın bir başka kitabına, öncekini nasıl yazdıysam, onu da aynı şekilde yazıyorum/yazmak durumunda hissediyorum. Mesela önceki “ad soyadı, altına Ocak 2021” ise, yeni kitaba da “ad soyadı, altına Temmuz 2024” yazıyorum. Öbür türlü bana yazara özensizlik/saygısızlık gibi geliyor. Bir de şu var, internetten aldıklarıma tabii bir şey yazmıyorum. Ama kitabevinden aldıysam ve o kitabevini yazdıysam, o yazarın başka kitaplarını da kitabevinden alacakmışım gibi bir durum oluyor. Güzel bir şey bence, mutlu edesi.

* Meslek hayatı dedik. Mal bir durumdan bahsedeyim size. Savcının kapısını çalıyorsun adliyede mesela, savcı telefonda konuşuyor, rahatsız etmemek için çıkıyorsun, “Ben sonra geleyim.” diyerek. O da zaten işaret parmaklarıyla “bir saniye” işareti yapıyor veya senin cümlenden sonra kaş göz yapıyor “tamam” anlamında. Sonra bir müddet dışarıda bekliyorsun savcıyı. Kalıyorsun öyle…

Konuşması bitince, kapısını açıp “buyrun” demiyor savcı; ama belki konuşması bitti. Bekliyorsun mal gibi. Sen odadan çıktıktan 1 dakika sonra da giremiyorsun, devam ediyor olabilir konuşma. O zaman baskıcı insan olursun. 15 dakika beklersen de, belki konuşması 20 saniye sürdü adamın veya kadının, o zaman 14 dakika 40 saniye boşuna beklemiş oluyorsun. Salak bir durum.

Tek derdimiz bu olsun tabii. Yüzünü gördüklerine şükredelim o ayrı.

* İş için Çatalca Adliyesi’ndeyim, öğle arası olmuş. Adliyeye yakın bir köftecide köfte bekliyorum. Bir şarkı çalıyor, Serdar Ortaç’ın Yaz Yağmuru şarkısı. Ancak söyleyen başka biri, tanıdık bir kadın, eskilerden. Mucize ve hayat kurtarıcı uygulama Shazam marifetiyle bakıyorum, söyleyen Ayten Alpman. Çok ilginç…

Bu şarkıyı daha önce Alpman söylediyse ve Serdar ortaç’ın coverıysa bu, garip; Serdar Ortaç’tan sonra söylediyse daha garip. Bu son kısma “ki değil tabii” yazacaktım, hakikaten Ayten Alpman’ın coverladığı bir şarkıymış. 9 yıl önce söylemiş Ayten Alpman. Çok ilginç. İlginç olan bir husus da, köftecide bulunduğum süre içinde şarkının üç kez çalınması. Araya başka şarkı alıp alıp çaldılar şarkıyı. Demek ki Ayten Alpman bilgisi de köfteciye yeni gelmiş.

Ümit Besen de Aşk Durdukça (Dünya Döner Tek Bir Yana) şarkısını güzel söylemişti. Müslüm var bir de tabii. Bir Ömür Yetmez ki iyiydi. Paramparça ise, Teoman’la güzel…

Dipten kum çıkarmalı tatiller…

28 Haziran 2024 Cuma

Gemiyi Kaale Almayan Cefakeş

 

Sevdiğim bölümden seslendiğim için mutluyum. Ufak birkaç hususu aktarıp kayıplara karışma niyetindeyim.

Daha önce yazdığım; “Çevir ‘gazı’ yanmasın.”, “Onun ‘miladı’ doldu.” gibi hatalara benzer kullanımla başlatacağım yazıyı.

1. Gemiyi azıya alma tabiri yanlış olup doğrusu gemi azıya almadır. Yani ortada gemi yoktur; gem vardır. Gem de, atı yönlendirmek için ağzına takılan demir araçtır. Azı da bildiğimiz, atın azı dişidir. Bu deyimden de; atın, gemi azıları arasına alıp etkisiz bırakarak süvarisinin yönetiminden çıkması ve alabildiğine koşması anlaşılır (Tdkspor). Yani burada özne, yani “fail”, attır. Geminin konuyla hiç ilgisi yoktur.

2. Yine bir alma fiilinden bahsedeyim: kale almak. Gerçi TDK, kale almayı değil kale almamayı tanımlamış. Buradaki “kale”, Estergon Kalesi anlamındaki kale olmadığı ve “a” harfi inceltildiği için insanlar “kaale” almak şekilde yazıyor; ancak burada kelimenin yalın hâli kal olup bu kelime, söz demektir. Kale almamak da; önem vermemek, hesaba katmamak, sözünü etmeye değer bulmamak anlamlarına geliyor. Yine de bu yazdıklarımı kale alıp almamak size kalmış.

3. Geçen Linkedin sitesinde bir hesapta cefakâr ve cefakeş kelimeleri paylaşılmış ve karıştırılıyor diye not düşülmüş (Tarih Arşivi’nden alındığı anlaşılıyor bu paylaşımın da, öyle bir antete yer verilmiş zira). Buna göre cefakeş cefa çeken, sıkıntıya katlanan; cefakâr ise eziyet ve sıkıntı veren anlamlarına geliyormuş. Kâr Farsça anlamına da geldiği için de, cefakâr işi gücü cefa olanmış. Keş ise yine Farsça çekmek anlamındaki keşiden fiilinden geldiği için sonuna eklenene “çeken” anlamı katarmış. Yani cefakâr cefa veriyor, cefakeş ise bu cefayı çekiyor hesaba göre.

Yalnız TDK, cefakârı tanımlayıp eziyet eden, eziyet veren derken; ikinci anlam olarak direkt cefakeş yazmış. Cefakeş kelimesinin TDK anlamı da; cefa çeken, sıkıntıya katlanan, cefakâr. Takdir sizin.

Yazının bu kısmını tüm Fenerbahçe taraftarlarına atfediyorum.

Hayırlı yazlar…

30 Mayıs 2024 Perşembe

Haziran Güneşsizliği



Bundan yaklaşık altı yıl önce, Ali Koç henüz seçilmeden Haziran Güneşi isimli bir yazı yazmış, Koç’la ilgili umudumu dile getirmiştim. Buradan okunabilir.

Bir Fenerbahçeli olarak sonlandırdığım o yazıda Ali Koç’un gelme gerekliliği anlatılmış, yirmi yıldır koltuğa zamk gibi yapışan ve yirmi yılda altı sene şampiyonluk gören bir başkanın gitmesi gerektiğinden söz edilmiş. Güzel de söz edilmiş. Söz edildikten sonra Ali ağabeyimiz de seçilmiş.

Ali Koç seçildikten sonra aradan altı yıl geçti. Altı yılda kişisel hayatta neler neler oldu. Çoğu da çok güzel şeylerdi. Ancak Fenerbahçe için aynısını söylemek mümkün değil.

Altı yıl önce huzur vadeden başkanı analım. Altı yılın sonunda ortaya hiçbir şey koyamayan, iyice Aziz Yıldırım’a benzeyen, eleştirdiği kişi, hatta daha da kötüsü hâline gelen bir başkandan söz ediyoruz.

Bu arada iki yılı aşkın süre önce de, Ali Koç aleyhine de yazı kaleme almışım, Ali Koç döneminin bitmesi gerektiğine dair, Finito başlıklı yazı. Buradan okunabilir.

Ali Koç, geldikten sonra Aziz Yıldırım’ın hocalarını getirmiş (Pereira, İsmail Kartal [2 kez], hatta eleştirdiği Ersun Yanal), başarı sağlayamamış. Göreve gelir gelmez Cocu’yla “vizyon” ortaya koymuş, o vizyondan vazgeçmiş, son İsmail Kartal seferi öncesi başarılı ve kariyerli denebilecek bir Jorge Jesus’u getirebilmiş, onda da dikiş tutmamış (bu tercihe ve dikiş tutmamasına laf etmiyorum).

Megafonlarla havaalanında açıklamalar yapmış, tribünden taraftarların üzerine atlamış, bu yıl da gaza gelip takımı ligden çekmek gündemiyle on binleri stadyuma toplamış, sonra o on binlere “Gaza gelmeyin, ligden çekilmeyi oylamayacağız.” demiş.

Çekilmek, U-19’la maça çıkmak, şu bu derken, takımın kimyasıyla oynamış, muhtemel başarıların önüne geçmiş. Gelmeden önce altyapıdan, ekonomiden, scouttan, vizyondan bahsedip huzur vadediyor demişim Koç için; o vaatlerin hiçbirini gerçekleştirememiş, mahalle kabadayısına dönmüş.

Şimdi Aziz Yıldırım çıkıp “Geldiğimin 3. yılı Galatasaray’ın hegemonyasına son verdim, şampiyon oldum, şunları şunları takıma kazandırdım. Bir başarı hikâyem var. Ayrıca, beni cezaevine attılar, tahliyemin üzerinden 1 yıl geçmeden Avrupa Ligi’nde yarı final oynadım. Sen de bir düşman attın ortaya, ona sığınıyorsun.” dese haklı. Yirmi yılda altı kez şampiyon olmayı eleştirmişiz, Ali Koç’un takımı “6’da 0” çekmiş, sadece bir Türkiye Kupası alabilmiş.

Öte yandan Aziz Yıldırım’ı da sadece “Fatih” ve “Kanuni Sultan Süleyman” dönemi ile anmak büyük hata olur. Özellikle 2013 ve 2014’ten sonra aldığı kararlarla takımı yıkıma sürükleyen, ekonomik olarak çökerten, başarılı yöneticileri küstüren, başarılı hocaları kovan, en son elinde “Fenerbahçe, Cumhuriyetin kalesidir.” sözü kalan, yine düşmanın varlığına sığınan bir başkandan bahsediyoruz. “Ben bilirim”ciliği her zaman vardı, ancak özellikle son dönemlerinde ekonomik sıkıntı da, futboldaki başarısızlık da çok net ona yazar. O nedenle insanlar Ali Koç’a sarıldı; fakat koç kurt çıktı.

Gelinen aşamada, her ikisinin de yaptıkları ve yapmadıkları ortada. Fenerbahçe’nin bu iki başkana muhtaç olmadığı da… Kaldı ki Aziz Yıldırım’ın ekibine baktığımızda çok bir şey değişmeyeceğini de öngörüyoruz. Taraftar gazı alma transferleri olur ki, o hep oluyor zaten.

Şimdi de teknik direktör yarışı yapıyor iki aday. Mourinholar, Pochettinolar havada uçuşuyor. Kimsenin aklına İsmail Kartal’a en azından hakkını vermek gelmiyor. Daha önce birçok kişiye haklarını vermedikleri gibi... Adama Binali Yıldırım muamelesi yapıyorlar.

Bizi bu iki adaya muhtaç eden Fenerbahçe’ye de, bu başkan adaylarımıza da... Demeye de dilim varmıyor ama... Saygılarımı sunuyorum.

Haziran Güneşi demişiz, şimdi karşımızda net bir “güneşsizlik” var. Kim gelirse gelsin, geçici başarılarla ve çözümlerle avutuluruz.

Herkese iyi seçimler, benim seçmeyeceklerim belli.

Bir Fenerbahçe Kongre Üyesi

29 Nisan 2024 Pazartesi

Tıkılak/Takılak IV

 

* Dergilerin ve dergi kültürünün son bulması üzüyor; bunun yanında, devam eden dergiler de ayrıca mutlu ediyor. Tabii buradan kastım Misvak gibi saçmalıklar değil, devam ediyor mu, onu da bilmiyorum; ama belli ve doğru bir çizgide giden ve her şeye rağmen çıkan ve çıkmaya devam eden dergiler, bir hukuki/siyasi derginin yayın kurulunda olan bendeniz için övünç kaynağı, Hukuk Defterleri ayrı bir övünç kaynağı. 40 sayı bir hukuk dergisi için az değil, devamı da gelecek.

* Şu Patiswiss meselesi ile ilgili çok bir şey söylemeye gerek yok, bizi de ilgilendirmez. Ama şu husus çok net: Can Yayınları’nın sahibi, Can Öz’ün Nilay Örnek’in programında söylediği gibi, sürekli kendini anlatanların, kendinden bahsedenlerin çalışmaları, mütevazılara, yaptığı işleri sindirebilenlere göre daha kötü. Yani daha nazik davranan, böbürlenmeyen bünye daha iyi eser çıkarıyor diyor Can Öz. Hak etmek, sindirmek önemli bir şey.

* Kuşak çatışmaları iyidir, keyiflidir. Daha önce de yazdım, 80’li yıllar, 90’lı yıllar klişelerine girmeyeceğim, “Bizim kuşak iyidir, şunlar çöptür.” de demeyeceğim.

Bununla birlikte büyüklerin, diyelim ki 40’lı, 50’li, 60’lı yıllarda doğanların bizlere ve özellikle bizden küçüklere ahkâm kesmesi bana komik geliyor (Bu arada ahkâm, hükümler demek; ahkâm kesmek de TDK tarafından, çekinmeden kesin yargılarda bulunmak şeklinde tanımlanmış).

Yok efendim bizim zamanımızda şöyleydi, biz şöyle yapardık, siz şusunuz, siz busunuz. Tamam eyvallah; ancak ülkece geldiğimiz durumda o sizin kuşağa ait insanların mı payı var, yoksa Z kuşağının, 80’lilerin, efendime söyleyeyim solcuların, rockçıların mı payı var? Yani Devlet Bahçeli’yi hâlâ MHP’nin başında ve sözü geçen ve dinlenen bir adam olarak kabul eden bu ülkeye biz mi sebep olduk? Dolandırıcıların, dalaverecilerin, ihalecilerin, zamparaların, iki yüzlü insanların egemen olduğu bu toplumu, o senin “kabiliyetli” olduğun kuşak mu oluşturuyor; yoksa araştıran, okuyan, gezen, içen, sevişen, tartışan gençlerin topluluğu mu?

Tabii şu da var; atıp tutuyorsunuz da sayın ağabeyler, ablalar, siz vefat eden tanıdığının sosyal medya hesabına girip mekanın cennet olsun yazan bir kuşaksınız be, neyin ahkâmı bu? Yahu bayram zamanı WhatsApp grubu açıp milleti gruba dahil eden, tek mesajla bayram kutladıktan sonra gruptan çıkan adamsın/kadınsın ya, senin görüşün ne kadar makbul olabilir ki? Senin sorgusuz sualsiz ve hâlâ aldığın Hürriyet gazetesinin genel yayın yönetmeni Ahmet Hakan lan. Bu adam, Berat Albayrak istifa ettiğinde haber yapamadı haber. Senin kuşağının öyle bir matah yanı yok yani. Bunları bilelim, bunlar unutulmasın.

Yaşasın 1 Mayıs!

29 Mart 2024 Cuma

Tıkılak/Takılak III

 

* Zift gibi sigara dumanından acayip şikâyetçiyim. Kapalı ortamda, etrafındakilere, yani yakınlarına sormadan pata küte (bkz. Pardon) sigara içenlerden daha da şikâyetçiyim. Taksiciler bile “Yaksam sıkıntı olur mu abi?” diyor be. Ülke olarak başlarda katıydık, şimdi meyhanelerin çoğunda sigara içiliyor, bazılarında içilmeyen yer de bulunamıyor. Bazı yerlerde ise girişte sigara içiliyor, arkada sigara içilmiyor. O zaman da içilmeyen yere geçene kadar sigara dumanı alıyorsun, salak bir durum.

Bu konuda olumsuz anlamda istikrarlı şehrimiz maalesef Saraybosna. Handikapların en neti bu şanlı şehrimde. Olsun, yine de Zlatna, yine de Ribica; yine de Željo, yine de Ćevabdžinica.

* Bir başka denyoluk (Denyo kelimesi de Çingeneceden geliyormuş, denilo’dan notu var. Dan kısmı kelimeye dahil mi anlamadım. Bu arada Çingenece ayrımcılık içeren bir dil adı değil mi sanki), telefonda konuşurken izin istemeden telefonu hoparlöre açıp bir başkasını sohbete katmak. Çok net terbiyesizlik bu. Suç vasfına girmiyorum, ayıp (işin suç kısmına değil de ayıp kısmına takılmak mesleğimle epey bağdaştı). Yine izin istemeden yazışmaları iletmek, yazışmaların ekran görüntüsünü almak vs… Teknoloji ilerleyince denyoluk seviyesi de artıyor maalesef.

* Etrafıma bakıyorum, 35’ten sonra sağlık sorunları başlıyor. Yok bel, yok bacak, yok omuz; göz hiç yok zaten. Gözü ömrünün başından sonuna kadar iyi gören yok gibi. Hipermetropları saymıyorum bile bu arada, miyopları söylüyorum. Millet ya gözlüklü ya lensli (daha çok lensli) ya da çizdirmiş (çizdiren az, çizdirmek kolay değil). Diyeceğim o ki, tanrı sanki bu kadar yaşayacağımızı öngörememiş gibi; yani bunlar okurlar, yakından televizyon izlerler filan, oralarda zayıf kalınmış sanki. Hâlbuki ilk emri oku. Madem okuyacak, gözler biraz daha sağlam olabilirdi. Ama ömrü sanki 40 yıl üzerinden, gözler açısından da 15 yıl üzerinden değerlendirmiş gibi bir durum var. Ömür açısından tıpta bu kadar ilerleneceğini de öngörememiş olabilir. Bilemiyorum.

Hayırlı seçimler, bu seçim çok önemli (vol. 1454)…

28 Şubat 2024 Çarşamba

Tıkılak/Takılak II

 

Ön Not: Tıkılak/Takılak serimize devam ediyoruz ve ikincisi geliyor. Bu vesileyle Tıkılak/Takılak etiket olarak sitemize ekleniyor. Etiketler artıyor. İlk yazıya da “I” ekliyoruz.

* Geçende bir uçağa bindim, Anadolu Jet uçağına. Emniyet kartına baktım, BBN Airlines yazıyor. THY, birçok şirketin uçağını alıyor, yok Sun Express yok bilmem ne de, “BBN Airlines ne alaka?” diye düşündüm. Google’a sordum hemen, cabin crew take off position olmadan. Havayollarını yazarken altında Kâğıthane gördüm. Bir nevi “Kâğıthane Airlines” yani. Yakışır Kâğıthanemize…

Emniyet kartı ilginç ama BBN’mizin; “Lütfen bu kartı uçaktan almayınız.” cümlesinden sonra İngilizcesi, üçüncü bir dil olarak da İtalyanca, “Si prega di non rimuovere questa carta dall’aereo” (Umarım son kelime “uçaktan” demektir) yazıyor.

Önümüzdeki masada ise “Otururken emniyet kemerinizi bağlayınız.” dedikten sonra İngilizcesi, bu kez üçüncü bir dil olarak Yunanca görüyoruz. Biraz kafa karışıklığı, biraz ne istediğini bilememe, biraz başka ülke vatandaşlarını da kucaklayıcı şekilde İmamoğlu bir hareket, hangisiyse artık.

Uçak, havaalanına iniyor; merdiven uçağımıza yaklaşıyor, sonra bir süre uçakta bekliyoruz. Bir hayli bekliyoruz, 15 dakika oluyor. Yavaş yavaş insanlar “ne oluyor” diye soruyor. Bu durumu sezen cabin crew, uçaktan inemeyişimizi şu rahatlatıcı açıklama ile anlamlandırıyor: “Operasyonel nedenlerle”… Haa tamam o zaman, operasyonel nedense mevzubahis, boynumuz kıldan ince. Ondan da bir 5 dakika sonra inebiliyoruz. Hâlbuki havaalanı çok yoğun, otobüs de bir türlü gelemedi, neden o. Ama “operasyonel neden” denince, herkes rahatlıyor. Deseler ki operasyonel nedenlerle tüm yolcuların ağzına affedersiniz, memnun olacağız, herkes ağzını açacak.

Neyse, açılımı ne bilmiyorum BBN’nin. Ama bilinmiyorsa şu olabilir: Bir Boktan Nakliye.

* Yeni bir tarikat tespit ettim, burada açıklıyorum: “Şuan Tarikatı”.

Türkçesine güvendiğim, de’leri ki’leri doğru yazan insanlar da dahil olmak üzere hemen herkes şu an yerine şuan yazıyor. Hatta şimdi WhatsApp’ta “şuan” diye arattım, son bir haftada altı kişi birleşik yazmış. Aynı süre içinde “şu an” yazan ise beş kişi. Onlar henüz tarikata kabul edilmemişler demek ki.

Daha fazla bilgi edinirsem ayrıntılarını paylaşırım; ama muhtemelen Çin’den destek alıyor bu tarikat, ismi itibariyle. Bakalım, neler öğrenebileceğim bu tarikatla ilgili.

* Şükrü Saracoğlu Stadyumu’nda yapılan maç seremonilerine Fenerbahçe forması giymiş çocuklar katılıyor. Onlara, daha doğrusu ailelerine bu maç önü paketi satılıyor. İstiklal Marşı sırasında da futbolcular sıra sıra çekilirken, tabii ki çocuklar da gözüküyor. Bu çocuklar içinde az 1-2’si elleriyle 6 işareti yapıyor. İşte ben 6 işareti yapan çocuğun babasının (azmettiren annesi ise annesinin) kafasına tüküreyim affedersiniz. Konuyla ve maçla hiçbir ilgisi yok, üzerinden geçmiş 20’den fazla yıl, o maçı bilmezsin, o sene bir halt da yapamamışız, sırf salak babanın salak arkadaşlarına Whatsapp’tan “bak bizim velet de 6 yaptı ihuhuhauaha” desin diye neyin 6’sını yapıyorsun? Eşşoğlueşşeğin oğlu…

* Şu saçmalık var spor haber sitelerinde. Lig maçı oynanacak mesela, haber şu: “Fenerbahçe - Kasımpaşa maçı ne zaman, saat kaçta, hangi kanalda?” Lig maçı lan bu, hangi kanalı var mı? Yıllardır aynı yer veriyor, neyin kanalını yaşıyorsunuz? Bu maçla ilgilenen kişi bir zahmet kanalını da bilsin artık. Neyse, bu haberi yapan veya maçın hangi kanalda yayımlanacağını bilmeyen arkadaş, yukarıdaki 6’cı salaktan evladır.

Okuyanlara teşekkürler…

30 Ocak 2024 Salı

Cürmü Kadar Vole

 

İmla hatalarını işlediğim epey yazım olmuş. Sırasıyla “Sirkü Evrakları”, “Bir Tık Keyfiyet”, “Keyfekeder Bir Tabiyet”, “21:15’te Kısa Özet” ve “Savunman ve Kastı” yazıları ile imla hatalarını işlemişiz. Şimdi ise atasözlerinin/deyimlerin yanlış kullanımı ile ilgili bir bölüm olacak. Bu kadar yazıyı ayrı bir etiket altında toplasak daha iyi olur gibi duruyor ve bu vesile ile artık, bu yazılar Sanat etiketinden kaldırılıyor ve Türkçe etiketi sitemize ekleniyor. Buyurun…

1. Ateş olsa cirmi kadar yer yakar deyimi doğru olup buradaki kelime “cürmü” değildir. Cürüm suç, yanlışlık, kusur, hata demektir; cirim hacim demektir. Ateş olsa hacmi, kendisi kadar yer yakar denmek isteniyor burada. “Suçu, günahı kadar yer yakar” düşüncesi zaten mantıksızdır. Ama maalesef, “cürmü kadar” kullanımı da “cirmi kadar” kullanımından daha fazladır.

2. Çevir kazı yanmasın deyimi doğru olup buradaki kelime “gazı” değildir. Herhâlde kaz çevirme kültürü çok yaygın olmadığından veya varsa bile zamanla terk edildiğinden, gaz çevirmeye dönmüş iş. Gaz çevirmek nedir, o da ayrı bir konu.

3. Voliyi vurmak/voli vurmak deyimi doğru olup buradaki kelime “vole” değildir. Tamam futbolla haşır neşir bir ülkeyiz; ancak burada, balıkçı kayıklarının balıkları çevirmek için denize fırdolayı (çepeçevre) ağ salmaları ve vurgun anlamlarına gelen voli kelimesi kastedilmiştir.

4. Bundan sonrakileri tek maddede yazayım, ayrıntıya girmeyeyim. Kanaatimce çok da önemli değil ve kelime gafları yok burada, ama doğru kullanımları “TDK’nin yalancısı” olarak yazalım.

Bardaktan boşalırcasına yağmak değil, bardaktan boşanırcasına yağmak doğrusu.

Günlük gülistanlık değil, güllük gülistanlık doğrusu.

Güllük güneşlik değil, günlük güneşlik doğrusu.

TDK amcam öyle diyor.

İlk üçü daha önemli tabii; yanlışlıkla vole vurmayalım.

Hayırlı şubatlar…